12 Ocak 2021

"Yeni Türkiye"de liyakat ilkesinin çöküşü ve değer yitimine uğrayan diplomalar

Birçok atama, liyakati temel almadan sembolik ve dar siyasal amaçlarla yapılıyor

2021 yılına liyakat ve diploma tartışmalarıyla girdik. Grekoromen Güreşçi Hamza Yerlikaya'nın üniversiteye meslek lisesinden aldığı sahte diplomayla kayıt yaptırdığı iddiasıyla açılan ceza davasında, Yerlikaya'nın lise mezunu olmadığına ve "resmî evrakta sahtecilik" yaptığına karar verildiği öğrenildi. Çürümüşlüğün her alana sirayet ettiği Türkiye'de, bu kararın tetiklediği tartışmaları ve söz konusu karara rağmen bu eylemin canhıraş savunulmasını utanarak izledik. Bu arada AK Parti Genel Başkanı - Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın diplomasının aslının bir türlü kamuoyuna teşhir edilmemesinden ötürü, eski tartışmalar da canlandı. Bu sonuncusunun belli aralıklarla tekrar tekrar gündeme geleceği da açık.

Diğer bir tartışma da Profesör Melih Bulu'nun Boğaziçi Üniversitesine yapılan atamasıyla ilgili gelişti. Hükûmete yakın gazeteciler, bu atamayı, öz yönetim ekseninden çıkarıp güya elitizm karşıtlığı ile savundu. Bu yapılırken elit kavramı yine yalan yanlış ve yüzeysel, hatta ters yüz edilen bir bağlamda kullanıldı.

Bu tartışmalar, ülkedeki yozlaşma ile ilgili kamusal bir tartışmanın önünü açabilirdi ama iktidar siyasetçilerinin ve yandaş basının manipülatif müdahaleleri ile kavramların dağınık kullanımı buna engel oldu.

Bu yazıda, fırsattan istifade, bu tartışmalarda gündeme gelen bazı kavramlara açıklık kazandırmak, bir de kendi uzmanlık alanımdaki (yani hukuk fetişizminden dolayı değil) nitelik yitimine dikkat çekmek istiyorum.

* * *

Elit sıfatı, olağan anlamıyla, ortalamanın üzerindeki niteliklere sahip seçkinleri ifade eder. Teknik açıdan, bu seçkinliğin farklı biçimleri ve katmanları vardır. Örneğin aristokrat yönetimlerini konuşuyorsak "yasal elit" kategorisinden bahsederiz. Böylesi yönetimlerde, kişinin belli bir soydan geliyor olması ona diğer kişilerden farklı muamele edilmesini gerektirir. Cumhuriyetler bu elitlik kategorisini kabul etmez. Ama bir cumhuriyette bile eğer sınıfsal ayrımlar keskinse "ekonomik elitler", yani toplumun geniş kesimlerinin erişemediği zenginliğe erişen ayrıcalıklı gruplar kategorisinden bahsedilebilir. Öte yandan, daha genel olarak "iktidar eliti" dendiğinde, "ulusal ve uluslararası etkileri olan kimi konulardaki karar süreçlerini belirleyen iktidar araçlarına erişimi olan kişi" kastedilir. Burada belirleyici olan şey, karar alma süreçlerindeki kritik konumdur. Buna karşılık, cumhuriyetlerde "performans eliti" veya "liyakat eliti" denilen kategoriler esastır. Bu bağlamda seçkinlik, kişinin eğitimdeki başarılarıyla eriştiği bir güzideliği imler. Keza bir kişinin, yerine getirdiği özgün fonksiyondan ve taşıyıcısı olduğu rol modelden kaynaklanan ayırt edici konumu onu "işlevsel elit" kılabilir. Yani elit kavramı, karmaşık ve bağlamına göre farklılaşan bir anlam taşır.[1]

Elit kavramının anayasa hukukuna bakan da bir yönü vardır. Çünkü bu kavram liyakat ilkesi ile ilgilidir. Anayasa'nın "hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez." biçimindeki md. 70/2 hükmüne de yansıyan liyakat ilkesinin geçerli olduğu bir sistemde; (1) Kayırmacılık yoktur: Ailenizin değil, sizin kim olduğunuz önemlidir. (2) Yandaşçılık yoktur: Başkalarının sizin için ne yapabildiği değil, sizin ne yapabildiğiniz önemlidir. (3) Ayrımcılık yoktur: Cinsiyet, ırk, din, yaş, geçmiş değil yetenek esastır. (4) İmkânlar yasal olarak eşit sunulur: Herkes hukuksal olarak aynı noktadan başlar ve yeteneklerine göre belli bir konuma kabul edilir (5) Erdemler tatmin edilir: En başarılı kişiler, en yüksek tatmine erişirler.

Boğaziçi Üniversitesi bağlamında öncelikle liyakat elitliğinden bahsedebiliriz. Cumhuriyet'in dört tarafından gelen başarılı ve nitelikli öğrencileri ile hocalarının nitelikleri itibarıyla seçkin yönlerinden rahatsızlık değil gurur duyabiliriz. Ama eğer bu bağlamda bir tartışma yapacaksak bu, eğitimdeki fırsat eşitsizliğine neden olan üretim ilişkileri ve sosyal adaletsizlikle ilgili olabilir. Ne var ki böylesi bir tartışmayı sürdürecek olanlar, arkalarına hükûmetin gücünü alıp iktidarın nimetlerinden yararlanarak palazlanan, ülke siyasetini dışarıdan biçimlendirip organize eden (yasallığı tartışmalı) ve hınçla dolu iktidar klikleri değildir. Çünkü bu iktidar klikleri, varlıklarını nepotizme, yani resmî otoritelerinin sahip oldukları yetkilerini, hak etmeyen veya kalifiye olmayan aile üyelerini, arkadaşlarını ve yandaşlarını kayırmak için kötüye kullanmasına borçludur.

Nepotizm, Türkiye'nin yeni parti-devletinin varlık koşullarından biridir. Görevin gerektirdiği niteliklerden çok lidere sadakat temel belirleyici olunca da kamusal kadrolarda tam bir çürümüşlük ve basiretsizliğin baş göstermesi şaşırtıcı olmamaktadır. Bu bağlamda eğitimin niteliği gerilediği gibi, diplomalar da değer kaybına uğramıştır. Bu değer kaybının en yoğun biçimde görüldüğü alan ise hukuktur. Nitekim hukuk diplomasıyla ilgili Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonu yaşanmış, eğitim kalitesi hiç olmadığı kadar niteliksizleşmiştir.

* * *

Türkiye'de hukukun çöküşüne inat hukuk fakültesi açılıyor. AK Parti'nin iktidara geldiği 2002 yılındaki üniversite sınavında sunulan tercih listesindeki toplam hukuk fakültesi sayısı, on üçü devlet, onu vakıf olmak üzere toplam yirmi üçtü. Kuzey Kıbrıs'taki sayı ise sadece iki idi.[2] 2021 yılı itibarıyla bugün ülkede toplam seksen dört hukuk fakültesi var. Buna Kuzey Kıbrıs'taki on iki üniversite de dâhil olduğunda sayı neredeyse yüze yaklaşıyor. Yani sayı yaklaşık dörde katlanıyor. Başlarda, mantar gibi biten hukuk fakültelerini büyük şehirlerde açma eğilimi söz konusuydu. Son zamanlarda bu eğilim, boyut değiştirmiş bulunuyor. Örneğin Afyon, Çankırı, Kırklareli, Sivas, Tekirdağ, Tokat, Yozgat gibi küçük şehirlerde dahi birer hukuk fakültesi bulunuyor. Bu fakültelerde hukuk fakültesi kütüphanesi bile yok. Olanlarda ise doğru düzgün güncel hukuk kitapları yok. Ayrıca buralarda yeterli sayıda öğretim üyesi olmadığı gibi pek çok dekan, lisans düzeyinde hukuk eğitimi dahi almamış. O kadar ki yeni açılan hukuk fakültelerinin dekanlarının arasında uzmanlığı tıp, ziraat mühendisliği, veteriner hekimlik, kimya veya ilahiyat gibi ilgisiz alanlar bile bulunuyor.

Vakıf üniversitelerinde içler acısı başka sorunlar da var. Bunların "özel üniversite" gibi hareket edenlerinde (özel üniversite açmak Anayasa'ya aykırıdır), kimi bölümlerin kontenjanı, yeterli tercih olmadığı için boş kalıyor; bu nedenle puanı düşük olan söz konusu bölümler, hukuk fakültesine yatay geçiş olanağı sağlayacakları "reklam"ı yapılarak "pazarlanıyor."

Bu "Yeni Türkiye"ye özgü sorunların bir boyutunu Profesör Kemal Gözler, "Hukukçu Olmayan Hukuk Dekanları" başlıklı bir makalede ele almıştı. Dileyenler, bu trajediyi daha ayrıntılı görmek için o metni okuyabilir; ayrıca, Avukat-Gazeteci Beril Eski'nin, avukatlığın bir meslek olarak itibarının nasıl aşındırıldığını ele aldığı podcast'i dinleyebilir.

Hukuk alanındaki söz konusu sorun sadece hukuk fakülteleriyle sınırlı değil. Yargı organlarının arasında da benzer durumla karşılaşılıyor. Örneğin Anayasa Mahkemesinin on beş üyesinin yarısından fazlasının (sekiz kişi) hukuk fakültesi mezuniyeti yok. Gerçi Sayın Başkan Zühtü Arslan'ın bazen ve Değerli Üye Engin Yıldırım'ın sıklıkla yazdığı karşı oylarına baktığımızda, hukuk mezunu olmayanların da anayasanın korunmasında işlev görebileceğini hatta daha adil bir eğilim gösterebildiğini görüyoruz. Ayrıca anayasa yargısının kendine özgü niteliğinin hukuk alanının dışından bakış açılarını da gerekli kılması bu durumu bir yere kadar kabul edilebilir kılıyor. Öyle ki Avrupa Konseyi Hukuk Yoluyla Demokrasi (Venedik) Komisyonu gibi uluslararası kuruluşlar da anayasa mahkemesi üyelerinin bazılarının, hukuk alanının dışından belirlenmesini sorun görmez. Fakat bu perspektife sahip olan Komisyon bile söz konusu çeşitliliğin bir sınırı olduğunu düşünür ve üyelerin yarısından fazlasının mutlaka hukukçu olması gerekliliğini vurgular. Hele ki bu mahkemenin Yüce Divan sıfatıyla ceza yargılaması yapacağı da hesaba katıldığında bu vurgu büyük önem kazanır. Ne var ki bugün Türkiye'de Anayasa Mahkemesinin üyelerinin yarısından fazlasının lisans düzeyinde hukuk eğitimi veya kariyerinde herhangi bir anayasa hukuku etkinliği dahi yoktur.

Benzer durum, bir yönden Danıştayda da geçerli. Mahkemeye, bir süre önce eski PTT Genel Müdürünün yargıç olarak atanması kamuoyunda tartışma konusu olmuştu. Bu gelişmeler içinde gözden kaçan bir nokta oldu. 2021 yılı itibarıyla Danıştayın on üç dairesi var. Bu on üç dairenin on tanesinin başkanı hukuk fakültesi mezunu değil. İdari ve vergi dava daireleri başkanları olan Danıştay başkanvekilleri de hukuk fakültesinden mezun olmamış. Yani Danıştaydaki başkanların içinde hukuk mezunlarının sayısı azınlıkta kalmış bulunuyor.

Söz konusu siyasal tercih, insan haklarını koruyacak kurumlarda da ne yazık ki benzerlik gösteriyor. Örneğin Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumunun on bir üyesinin yarısından fazlası (altı üye) hukukçu sıfatını taşımıyor. Anayasa'daki özel hayatın gizliliği güvencesini kurumsal olarak gerçekleştireceği varsayılan Kişisel Verileri Koruma Kurulunun üyelerinin dokuz üyesinden ikisi hariç hiçbirinin (yedi üyenin) hukuk fakültesi mezuniyeti bulunmuyor. Genel olarak ifade özgürlüğü, özel olarak basın özgürlüğü ile ilişkili de denetim yapan Radyo Televizyon Üst Kurulunda ise bir tane bile hukukçu yok.

Bu gerçek karşısında şu soru meşrudur: Acaba hukuksal işlev gören ve temel hakların korunması için önemli bir yerde bulunan bu kurumlarda neden hukukçu sayısı bu denli az? Neden söz konusu kurumlarla en ufak bir ilişkisi dahi olmayan kişiler tercih ediliyor? Hukuk fakültelerinden mezun olanlar mı yetersiz yoksa bu görevlerin gerektirdiği -bizim bilmediğimiz- özel bazı nitelikler mi var?

Açık ki işin içinde, diğer pek çok şeyin yanında, az önce değindiğim nepotizm ve ahbap-çavuş ilişkiler ağı (kliyentalizm) sorunu var. Birçok atama, liyakati temel almadan sembolik ve dar siyasal amaçlarla yapılıyor. Bu türden örnekler hukukla ilgili olmayan kurumlarda da koşut. Bunun bilinçli bir aşındırma ve manipülasyon siyasetinin ürünü olduğunu düşünmek için elimizde gereğinden çok veri bulunuyor.

Zaten bu doğru değilse, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun başkanlığına bir turizmcinin; TÜBİTAK-ULAKBİM müdür yardımcılığına bir hayvanat bahçesi müdürünün, Şehir Tiyatroları'nın genel müdürlüğüne bir güreş hakeminin, TRT 6 haber müdürlüğüne bir başçavuşun atanmış olması başka nasıl açıklanabilir?



[1] Türkçede bu konudaki çalışmalar sınırlı olsa da anayasa hukukçusu Mehmet Turhan'ın Siyasal Elitler'i ile siyaset bilimci Rıza Arslan'ın Elitizm Teorisi ve Teorisyenleri ve sosyolog Vilfredo Pareto'nun Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü birer başlangıç eseri olarak anılabilir.

[2] 2002 yılındaki tercih kılavuzunda hukuk fakültesi bulunan üniversiteler Akdeniz, Anadolu, Ankara, Atatürk, Dicle, Dokuz Eylül, Galatasaray, Gazi, İstanbul, Kırıkkale, Kocaeli, Marmara ve Selçuk üniversiteleriydi. Hukuk fakültesi bulunan vakıf üniversiteleri ise sadece Bahçeşehir, Başkent, Bilgi, Bilkent, Çağ, Çankaya, Kültür, Maltepe, Ufuk ve Yeditepe üniversiteleriydi. Kuzey Kıbrıs'ta ise hukuk fakültesi salt Doğu Akdeniz ve Yakın Doğu üniversitelerinde vardı.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir

Tanju Özcan’ın dinsel yemini yaman bir çelişki

Böyle bir pratik, laiklik ilkesine aykırılığın odağı olduğu geçmişte Anayasa Mahkemesince saptanan Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri veya belediye başkanları tarafından dahi gerçekleşmemişti. Bu adımı atmak, bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üyesine nasip (!) oldu