09 Mart 2021

Yeni İnsan Hakları Eylem Planı: Havanda su mu dövüyoruz?

Bu yazıda Plan'ı, insan haklarına taraf ama nesnel bir bakış açısıyla değerlendirmek istiyorum. Böyle bir değerlendirmenin nesnelliği için, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin ihlal kararları esas alınabilir

Yeni İnsan Hakları Eylem Planı açıklandı. Plan, neredeyse kimsede en ufak bir heyecan uyandırmadı. Bunda, söylenenler ile uygulama arasındaki yüz seksen derecelik açının payı büyük. Malum, Anayasa Mahkemesi veya İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmaması gerektiğinin açıkça salık verildiği bir ortamdayız. Mahkeme kararları, geçmişte de çokça eleştirilmiştir ama yargı kararlarının uygulanmaması gerektiğinin yetkililerce açıkça ve sistemli biçimde dillendirilmesi Cumhuriyet tarihinde yeni ve kaygı verici bir aşamadır. Bir tür hukuk devleti krizi anlamına gelen böylesi bir bağlamda bu türden bir planın, toplumun büyük çoğunluğu için inandırıcı olmaktan çıkması sanırım sürpriz değil.

Dahası, zaten daha önce 1 Mart 2014'te yayımlanan Eylem Planı ile günümüz koşulları karşılaştırıldığında da inandırıcılık sorunu apaçık ortaya çıkmaktadır.

Öncelikle, Plan'ın hazırlık sürecindeki düşük katılımcılık düzeyi ve bu sürecin, aksi yöndeki iddialara rağmen şeffaflıktan uzak olması, başlı başına bir eleştiri nedeni olabilir. Keza, bütün bir metinde uluslararası insan hakları sözleşmelerinden ve mahkeme kararlarından neredeyse hiç bahsedilmemiş olması da bir başka sorundur.

Yetkililerin bu türden eleştirilere dönük yanıtı "dertleri insan hakları değil" biçiminde oldu. Eleştirel yaklaşanlar tarafgirlik ile suçlandı. Belli ki tarafsızlık ile nesnellik karıştırılıyor.

Bu yazıda Plan'ı, insan haklarına taraf ama nesnel bir bakış açısıyla değerlendirmek istiyorum. Böyle bir değerlendirmenin nesnelliği için, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin ihlal kararları esas alınabilir. Şöyle ki; Mahkeme yüzlerce ihlal kararı veriyor fakat bu ihlal kararlarının gereğinin yapılıp yapılmadığı Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından izleniyor. Komite, bunu etkili biçimde yapmak için; karmaşık, yapısal veya acil çözüm bekleyen konularla ilgili kararları grupluyor ve yakın takibe alıyor. İşte ben, bu nitelikteki ilkesel kararların, Plan'ı değerlendirmek için iyi bir turnusol testi sağladığını düşünüyorum.

Bu testi uygulamaya dayanacak karar sayısı 33'tür. Bunlardan Kuzey Kıbrıs'la ilgili olan 6 karar grubunu çıkarırsak elimizde 27 karar grubu kalır. İşte söz konusu 27 karar grubu, konu itibarıyla, Türkiye'nin öncelikli sorunlarının nesnel listesini sunar gibidir. Buna göre sorunları farklı haklara göre ortaya koymak ve raporu sınayarak eksiklerine işaret etmek gayet mümkün.

Kişinin dokunulmazlığı ile maddi ve manevi varlığı

Strazburg oranlarının yaşam hakkı ve işkence yasağı ile ilgili olarak Türkiye'de gördükleri yaygın sorun, genel olarak güvenlik güçlerinin gerçekleştirdiği, özel olarak askeri operasyonlarda, yaşam hakkını koruyacak tedbirlerin alınmamasıdır.

Öte yandan, kolluk güçlerinin karıştığı ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili davalarda sorunların şu noktalarda yoğunlaştığını görüyoruz:

  • Savcıların olay yerine sıcağı sıcağına gitmemeleri,
  • Güvenlik güçlerinin ifadelerinin alın(a)maması veya ifadelerin aynı birimdeki kişilerce alınması,
  • Takipsizlik kararlarında yeterli gerekçe sunulmaması,
  • Baskı kurarak edinilen kanıtların yargılamada kullanılması,
  • Amirlerin, kamu görevlileriyle ilgili soruşturma izni vermemesi,
  • Kötü muamele iddialarına karşı disiplin soruşturması açılmaması,
  • Soruşturma süreçlerinde özellikle kolluk güçlerinin açığa alınmaması,
  • Soruşturmaların çok uzun sürmesi,
  • Güvenlik güçlerine uygulanacak cezaların yeterince caydırıcı olmaması.

Mahkeme, bu tespitleri "ev içi şiddet" konuları yönünden de derinleştirmekte, ayrıca hastanelerdeki tıbbi ihmal durumları bağlamında da etkili soruşturma sorunlarına dikkat çekmektedir. Ayrıca, sosyal sigorta sisteminin, çeşitli hastalar (örn. HIV virüsü taşıyanlar) için gerektiği gibi çalışmadığı veya önemli vakalarda hastanelere nakil veya teçhizat (örn. küvez vb.) eksiklerinin olduğuna dönük kararlar da bir grup oluşturmaktadır.

Bu belirlemeler yapılırken, bazı mevzuat değişiklikleri de vurgulanmıştır. Jandarma Teşkilatı Görev ve Yetkileri Yönetmeliği'nde jandarmanın silah kullanma yetkisi ve bu yetkinin kullanılacağı durumları düzenleyen hükümde (md. 39), kamu çalışanlarına dönük soruşturma izinleri konusunda 4483 sayılı Kanun'da değişiklik veya CMK'de yer alan "hükmün açıklanmasının geri bırakılması" kurumunu Sözleşme ile uyumlu kılacak adımlar atılması gereklilikleri bunlardandır.

* * *

Eylem Planı'na baktığımızda bu sorunlara dönük yanıtların genel geçer ve temenni niteliğinde olduğunu görüyoruz. Çözüm için spesifik söylemlerden kaçınılmış, onun yerine "analiz edilecektir", "gözden geçirilecektir", "farkındalık arttırılacaktır", "imkânlar genişletilecektir", "desteklenecektir" veya "eğitim verilecektir" gibi fiillere başvurulmuştur. Bu, bütün başlıklar için geçerli olan bir durum.

Az önce değindiğim sorunlarla ilgili ikna edici spesifik adımlar neredeyse hiç yok. Olumlu sayılabilecek yönelimler ise şu konularda:

  • İşkence iddialarıyla ilgili disiplin soruşturmalarında zaman aşımının kaldırılması,
  • Zor ve silah kullanımına ilişkin mevzuatın uluslararası standartlarla uyumlu bir şekilde uygulanması amacıyla rehberler oluşturulması,
  • Hekim raporlarında İstanbul Protokolü uyarınca standartlaşma,
  • Olay yeri inceleme, adli arama ve fiziki el koyma işlemlerinin kamerayla kayıt altına alınması zorunluluğu,
  • İddianamelerin sonuçlarının ilgili savcılara iletilmesi,
  • Adli Kolluk yönetmeliğinde değişiklik yapılarak adli kolluk görevlilerinin başka bir birimde çalışmasının sağlanması.

Fakat bu "olumlu" eğilimler, Türkiye'deki ağır insan hakları ihlalleri karşısında devede kulak kabilinden.

Kişi hürriyeti ve adil yargılanma hakkı

Kişi özgürlüğü sorunu, diğer bir deyişle keyfî tutukluluklar, Türkiye'nin kadim ve yaygın sorunlarından biri, malum. Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararları bu bağlamda en çok dikkat çeken örneklerden. Her iki kişi de, lehlerine verilen mahkeme kararlarına rağmen tutulmaya devam ediyor. Üstelik bu tutmaların politik bir amaç taşıdığı ve uygulanan tedbirlerin yetki saptırması niteliği taşıdığı da tespit edilmiş bulunuyor. Böylesi ağır ihlal kararların gereğinin yapılmadığı yerde, bu türden bir raporun varlık koşulları zaten tartışmalı hâle geliyor.

Bu sorunun anılan durumlarla sınırlı kalmadığını da bilmemiz gerekiyor. Örneğin Türkiye'de idari yargı alanında, 1996'dan 2014'e kadar, altın madeni, termik santral ve fabrika işletmeleriyle ilgili ruhsatların iptali için açılıp kazanılan ve fakat yerine getirilmeyen çok sayıda karar da Strazburg'da ayrı bir dava grubunu oluşturuyor.

Keza, evli çiftler arası ihtilaflarda uluslararası çocuk kaçırma eylemleri konusunda da ulusal mahkemelerin uluslararası hukuku ve yargı kararlarını dikkate almamaları; hakeza akıl hastalarının, kendi koşullarına uygun sağlık kurumlarında değil cezaevinde tutulması konuları da ayrı birer dava grubu oluşturuyor.

* * *

Plan'a baktığımızda anılan sorunlara dönük spesifik adımlardan bahsedilmediğini görüyoruz. Özellikle, en can alıcı sorunlardan olan mahkeme kararlarının uygulanmaması krizine dönük açık bir tasarı sunulmuyor. Oysa AYM ve İHAM kararlarını uygulamamanın yaptırımlarına yer vermek iyi bir adım olabilirdi. 

Plan'da genellikle karakola veya mahkemeye zaten gelecek olanların zorla ve uygunsuz saatlerde getirilmesi sorununu çözmeye dönük bazı adımlar öngörülmüş bulunuyor. Öte yandan, bundan sonraki süreçte (konutu terk etmeme tedbirinin asıl cezadan mahsup edilmesi vb. hükümlerden) elektronik kelepçe vb. türden adli kontrol tedbirlerine meyledileceğini anlıyoruz. Haksız tutukluluk durumları için idari başvuruya yer verilmiş olması, haksız yere tutuklu bulunan kişilerin, sayısı aşırı artan tazminat talepleri için bir tazminat komisyonu kurulacağı izlenimi uyandırıyor.

Tutuklamalarla ilgili sadece iki konuda dikkate değer reform eğilimi var. Birincisi, dikey itiraz usulünün yani sulh ceza hâkiminin verdiği tutuklama kararına karşı asliye ceza mahkemesine itiraz olanağının getirilmesi; ikincisi, tutuklama nedeninin bulunduğu varsayılan "katalog suçlar"ın kapsamında daraltma yapılması.

Bunlardan ilki, Türkiye'de on yıllardır zaten var olan durumdur. 17-25 Aralık soruşturmaları sırasında "sahur operasyonu" bağlamında hükûmetin müdahalesiyle kaldırılan usul, bugün yeniden getiriliyor ve bu bir "reform" olarak sunuluyor. İkinci noktada ise katalog suçların kapsamının daraltılması kötünün iyisidir ama İnsan Hakları Mahkemesinin Buzadji/Moldova kararından sonra böyle bir listenin hiç bulunmaması gerekiyor. Dolayısıyla bu reform da ileri değil, ehvenişer düzeyinde kalmaktadır.

Din ve vicdan özgürlüğü

Türkiye'nin yakın takibe tabi kılındığı dava gruplarında ağırlığı oluşturan konulardan birini din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili ihlaller oluşturuyor. Bu bağlamda şu beş başlık öne çıkıyor:

  • Diyanet İşleri Başkanlığı'nın tarafgir yapısı,
  • Sünni İslam merkezli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu tutulması,
  • Cemevlerinin ibadethane statüsünün tanınmaması,
  • Vicdani ret hakkının tanınmaması,
  • Gayrimüslim toplulukların yeni ibadethane açmasına engel olan mevzuat.

* * *

Plan'da bu konularda, sondaki hariç olmak üzere, esaslı adım emareleri bulunmuyor. Derin bir laiklik krizi içindeki Türkiye'de belli ki din ve vicdan özgürlüğüne saygı gösterilmesi (özneler Sünni Müslümanlar olmadıkça) belli ki öncelikli mesele sayılmıyor. Bu konuda atılması gereken adımlardan geri duruluyor. Acil nitelikteki reformlar yerine Müslüman olmayanlara, dini bayramlarda izin hakkı ve mahpuslar için açık bayram görüşmesi gibi Sözleşme'nin zorunlu kılmadığı konularda değişiklikler tercih ediliyor.

İfade özgürlüğü

Türkiye'nin, diğer bütün haklar bir yana, özellikle ifade özgürlüğü konusunda karmakarışık bir sorun yumağının içinde debelendiğini biliyoruz. Hepimizin bildiği gibi uygulamadan kaynaklı çok sayıda sorun var. Fakat İnsan Hakları Mahkemesi, TCK'de yer alan üç düzenlemenin sorunlu olduğunu özellikle işaret etmiş bulunuyor. Öngörülmez nitelikte sayılan bu hükümler, Cumhurbaşkanına hakaret (TCK md. 299); Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama (TCK md. 301) ve Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüt adına propaganda suçu (TCK md. 220/6).

Bu başlıklar gazeteciler için evleviyetle bir sorun olarak kaydedilmiştir. Basın mensuplarının, bu suçlar ile terör örgütüne yardım ve yataklık etmek veya anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etmek gibi ağır suçlamalarla (TCK md. 222, 309-314) ve ilgili ve yeterli bir gerekçe olmadan tutuklanmalarıyla ilgili davalar ayrıca kümelenmiştir. Bu bakımdan Terörle Mücadele Kanunu (md. 6/2 ve 7/2) da özel olarak ele alınması gereken kanunlardan sayılmıştır.

Bunlardan başka Mahkeme, özellikle Kürt sorunu bağlamında resmî politikayı eleştiren veya ona uymayan düşünce açıklamalarının "nefret söylemi" olarak sayılması ve ters yüz edilmesi sorununa ilişkin davaları da kümelemiştir. Bu, TCK md. 216'da da en azından uygulama itibarıyla bir yenilik gerektirmektedir.

Son olarak Mahkeme, internetteki ifade özgürlüğü bağlamında, 5651 sayılı Kanun'un, internet sitelerini toptan engellemeye neden olan ve Telekomünikasyon İletişim Başkanlığına geniş yetkiler veren hükümlerini sorunlu görmüştü. Bu konuyla ilgili de yakın takibe tabi bir dava kümesi bulunmaktadır.

* * *

İfade özgürlüğü konusunda planlanan adımlara bakıldığında; basın emekçilerinin haklarına veya mahpusların kütüphanelere, yayınlara ve haberleşme araçlarına ilişkin vb. kimi olumlu sayılabilecek adımlar bulunsa da aktardığım sorunlu mevzuatla ilgili hiçbir spesifik tasarı görülmüyor. Bu bağlamda genel nitelikteki ve sınama olanağı vermeyen "gözden geçirme" ve "eğitim verme" söylemlerine başvurulmuş bulunuyor.

Bu konuda dikkat çekici tek nokta, ayrımcılık ve nefret suçlarına ilişkin yeni bir düzenleme yapılacağı belirlemesidir. Bu önemli bir adım olmakla birlikte bunun salt İslamofobi ile ilişkilendirilmesi durumunda yeni bir düşünce suçu kategorisi üretme olasılığının olduğunu akılda tutmak gerekiyor.

Toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü

İnsan Hakları Mahkemesi, toplanma özgürlüğü konusundaki içtihadını büyük ölçüde Türkiye aleyhine verdiği davalarla örmüş bulunuyor. Bu bağlamda üç önemli grup davası öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki Ataman grubu kararıdır. Bu gruptaki temel belirleme, bir gösterinin, yasanın öngördüğü biçimsel kurallara uymasa bile ölçüsüz müdahaleyi hak etmediğidir. Ataykaya grubu kararında ise özellikle gaz bombası kullanımı konusundaki mevzuatın yetersizliği ortaya konmuştur. Son olarak, Akarsubaşı karar grubunda ise barışçıl göstericilere Kabahatler Kanunu'na (md. 32) dayanarak ceza kesilmesi sorununa işaret edilmiştir.

* * *

Eylem Planı'nda anılan sorunlarla ilgili farkındalık attırma ve gözden geçirme söyleminin ötesine geçen esaslı bir adım bulunmamaktadır.

Mülkiyet hakkı

Mülkiyet hakkı bağlamında Bakanlar Komitesi'nin yakın takibe aldığı konu, Yunan yurttaşlarının Türkiye'de kendilerine miras bırakılan gayrimenkullere erişimi yönünden karşılaştıkları sorunlardır. Mülkiyet hakkı konusunda çeşitli genel nitelikte tasarılara yer verilse de bu konuda bir belirleme yoktur.

* * *

Türkiye daha fazlasını hak ediyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir

Tanju Özcan’ın dinsel yemini yaman bir çelişki

Böyle bir pratik, laiklik ilkesine aykırılığın odağı olduğu geçmişte Anayasa Mahkemesince saptanan Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri veya belediye başkanları tarafından dahi gerçekleşmemişti. Bu adımı atmak, bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üyesine nasip (!) oldu