05 Ocak 2021

Üniversite özerkliği konusunda geçtiğimiz yüzyılın gerisindeyiz

Üniversite özerkliği, sadece Anayasa'nın satırları arasında eksik gedik yer alıyor. Anayasa'da bir zamanlar yaşamda karşılık bulan böyle şeyler okuyabilsek de, şu anki anayasal gerçeklikte bunun esamesi bile okunmuyor. Türkiye geçtiğimiz asırdaki kazanımlarının gerisinde bulunuyor

Resmî Gazete'nin 2021'deki ilk sayısında yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla beş üniversiteye beş rektör atandı. Belki doğru ifade "beş rektöre beş üniversite atandı" da olabilir. Konuya nereden bakıldığına bağlı.

Bu atamaları kamuoyu gündemine getiren şey, dışarıdan ve keyfî biçimde yapılan atamaların Boğaziçi Üniversitesine uğraması oldu. Verilen tepkiler üzerine Türkiye'deki süreğen pek çok sorunun arasında kaybolan "üniversite özerkliği" sorunu görünürlük kazandı.

Akademik alandaki problemlerin, Cumhuriyet tarihi içinde belki de en derinden hissedildiği bu döneme birdenbire gelmediğimizi hatırlamakta yarar var. Türkiye'de, hükûmetlerin, akademik özgürlükler ve üniversite özerkliği ile kavgasının kökleri derindir. Hatta adını koyalım. Bu özerklik ve özgürlük, Türkiye'deki sağ eğilimli partilerin içselleştiremediği şeylerdir. AK Parti-MHP'nin Türk-İslam sentezcisi koalisyonunun tutumu, bu gerçekten ayrı düşünülemez, düşünülmemelidir.

Bu yaklaşımın kökleri II. Abdülhamit dönemine kadar uzanır. Akademiyi zapturapt altına almaya çalışma istenci, daha ilk Anayasa'nın yürürlüğe girdiği günlerde bile vardır. Kendi çalışma alanımdan, anayasa hukuku alanından örnek vereyim: Osmanlı'nın ilk anayasa hukukçularından ve Mekteb-i Sultani'nin hocası Kemalpaşazade Said Bey (namıdiğer Lastik Said) istibdadın hışmına uğramıştı. Memurluktan çıkartılmış, müebbet hapisle kalebentliğe mahkûm edilmişti. Sürgün kararında, eleştirel gazete yazılarının "devlet ve saltanat aleyhine neşrolunan muzır neşriyata muavenet ve dedikoduya sebebiyet" verdiği söyleniyordu. Said Bey, anayasal savlarını kamusal olarak dile getirmenin bedelini, 1908 Devrimi'ne kadarki yaşamını Fizan, Taif ve Yemen'de sürgünde geçirmekle ödedi.

Söz konusu geleneğin bir sonraki halkalarından olan Demokrat Parti (DP) döneminde de yaklaşım nispeten benzerdi. Gerçi üniversite 1950'lerde bile nispeten özerkti. Örneğin 1946 yılında çıkarılan Üniversiteler Kanunu (bugüne göre kat be kat ilerici sayılabilecek) şöyle bir hüküm içeriyordu:

"Rektör, Fakülte Profesörler Kurullarının bir arada yapacakları toplantıda iki yıl için, aylıklı ordinaryüs profesör veya profesörler arasından, sıra ile, her seçim döneminde başka bir fakülteden olmak üzere salt çoklukla seçilir."

Buna karşın "üniversite özerkliği" konusunda mevzuat zayıftı. DP, bu zayıflığın üstüne üstüne gitti. Akademisyenleri "kara cüppeliler" diye yermeye çalışan Adnan Menderes'in hükûmeti, İstanbul Üniversitesinin anayasa hukuku hocası profesör Hüseyin Nail Kubalı'nın, o dönemki Anayasa'ya aykırılıkları dile getirmesinden rahatsızlık duymuş ama artık padişahlık ve sürgün yetkisi olmadığı için başka yollar denemişti.

Millî Eğitim Bakanlığı, "gördüğü lüzum üzerine" Kubalı'yı Bakanlık emrine almak istedi. Bunun için gereken koşul İstanbul Üniversitesi Senatosunun görüşünü almaktı. Derhal görüş istendi ama yanıt olumsuzdu. Bakanlık bu olumsuz görüşü dikkate almadı ve hocayı kızağa çekti. Benzer tedbir Mülkiye'nin Dekanı, Anayasa Hukukçusu Profesör Turhan Feyzioğlu'nun da başına gelmişti. Feyzioğlu, 1957'deki eğitim-öğretim yılının başında "nabza göre şerbet veren münevverlerden olmamak gerektiğini" anlatan bir konuşma yapmış; Hükûmet'in, üniversite özerkliğine müdahalelerini eleştirmiş, bu nedenle de şimşekleri üzerine çekmişti. Bu tür tutumlarının yaptırımı gecikmedi. Benzer süreç, Üniversite Senatosu olumsuz görüş vermesine rağmen Feyzioğlu için de uygulandı. Keza, kampüsün içine giren polisin öğrencilere dönük keyfî müdahalelerine izin vermeyen Rektör ve Kamu Hukukçusu Sıddık Sami Onar, polisçe dövülmüş, yerlerde süründürülmüştü.

Bu gelişmeler, 27 Mayıs'tan sonra hazırlanan 1961 Anayasası'na üniversite özerkliğinin konması için önemli bir tetikleyici oldu. Anayasa'ya (md. 120) "Üniversiteler, bilimsel ve idarî özelliğe sahip kamu tüzel kişileridir" diye yazıldı. Dahası bunu anlamlı kılacak bir hüküm daha eklendi ve "Üniversiteler, kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organları eliyle yönetilir ve denetlenir" dendi. Ayrıca, az önce aktarılan türden deneyimler bir daha yaşanmasın diye bilim özgürlüğü ve akademik özerklikle ilgili birçok güvencenin yanı sıra "Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar" biçiminde özel bir vurgu eklendi.

Üniversite artık mükemmel düzeyde olmasa da özerkti. Akademik özgürlükler genişlemişti. Gelgelelim söz konusu özerklikten rahatsız olanlar yok değildi. Bu rahatsızlığı en çok dile getiren yine bir sağ yönelimli siyasetçi oldu. 1961 Anayasası'yla devlet yönetilmeyeceğini düşünen Süleyman Demirel, üniversitelerin "anarşi yuvası" olduğunu söyleyip özerkliğin budanması isteğini her fırsatta dile getiriyor, buraları "vesayet odakları" diye yaftalıyordu. Başta Demirel ve Adalet Partililer olmak üzere sağ kesimin, özerkliği kaldırma isteği 12 Mart 1971 darbesiyle birlikte karşılık buldu. Yapılan anayasa değişikliğiyle, üniversiteye kolluk güçlerinin sokulması kolaylaştırıldı. "Üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri"ne gönderme yapılarak özerklik daha da budandı. "Üniversiteler arası görevlendirme" görüntüsü altında mesleki sürgünün önü açıldı. Ayrıca, Bakanlar Kurulunun üniversite yönetimine el koyma yetkisinin Anayasa'ya eklenmesinin açıkça dile getirilmesinden de geri durulmadı. Böylelikle, üniversite dışından öznelerin akademisyenleri görevden uzaklaştırma yasağına da istisna tanınmış oldu.

Bu sürecin doğal olarak pratikte de yansıması oldu. Yine alandan örnek vereyim: Bahri Savcı, Tarık Zafer Tunaya, Bülent Tanör, Cem Eroğul gibi her biri birbirinden değerli anayasa hukukçuları, diğer pek çok değerli akademisyenle birlikte görevlerinden alındı. Kamu hukukunun incisi Murat Sarıca hocamız gibi çok değerli isimler, bu zulüm karşısında kahroldu, hatta yaşamını kaybetti. Server Tanilli ve Mümtaz Soysal gibi anayasa hukukunun önemli kilometre taşları, yazdıkları ders kitaplarından dolayı yargılandılar.

Adalet Partisi ve Milliyetçi Cephe ortakları, 12 Mart'ın getirdiği "yenilik"lerden memnundu, hatta daha fazlasını istiyorlardı. 1980'de 12 Eylül darbecileri bu isteklere yanıt verdi. Bir kez daha meslekten çıkarmalar yaşandı. Çok geçmeden, 1982 Anayasası'nda bunun da ötesinde adımlar atıldı: "Üniversiteler, kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organları eliyle yönetilir ve denetlenir" hükmü buharlaştırıldı. Artık üniversitelerin yönetimi merkezden belirlenecekti. Rektör atama yetkisi, Cumhurbaşkanına (ilkin Kenan Evren'e) tanındı. Fakat askerî yönetimin bile ileri gidebileceği bir sınır vardı. Atamaların tamamen keyfî olmaması ve özerklik bağlamında "görüntüyü kurtarmak" için, yeni kurulan Yüksek Öğretim Kurulunun (YÖK) kanununda, Cumhurbaşkanının YÖK'ün sunacağı listeden atama yapması öngörülmüştü.

Sıkıyönetimin bitmesinden bir süre sonra, 1992'de yapılan değişiklikle seçimler geri getirildi. Yeni hüküm, Cumhurbaşkanının atamasından önce üniversitede seçim yapılmasını öngörüyordu. Söz konusu usule göre, üniversitenin kendi içinden rektörlük için adaylar çıkacak, öğretim üyeleri de seçim yapacaktı. Bu seçimin sonucunda belirlenecek altı kişinin sayısı YÖK tarafından üçe indirilecek ve en sonunda Cumhurbaşkanı, bu üç kişiden istediği birini atayacaktı. Bu yöntem, 1990'lı ve 2000'li yıllarda uygulandı. Bu süreçte cumhurbaşkanlarının, kimi zaman listeleri geri göndermeleri veya önlerine gelen listede en çok oy alan kişileri atamamaları türünden örnekler kamuoyunda zaman zaman tartışıldı. Söz konusu uygulama, "özerk üniversite" adına sorunlu olsa da yine de bir seçimin olması "ehvenişer" sayılabilirdi.

Üniversite özerkliğine ilişkin bu son kırıntıyı tamamen ortadan kaldırmak ise yine bir sağ partiye, AK Parti yönetimine düştü. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi dönemeçlerdeki değişikliklerin sonuncusu 15 Temmuz'la birlikte yaşandı. Tarih tekerrür ediyordu. Darbe girişiminden kısa süre sonra ilan edilen OHÂL ile birlikte Cumhuriyet tarihinin en büyük üniversite tasfiyesi yaşandı. Darbe girişimi, iki İslamcı klik arasındaki mücadelenin ürünü olsa da fatura yine sola da kesildi. Bu süreçten, yine yeniden anayasa hukukçuları da nasibini aldı. İbrahim Kaboğlu, Murat Sevinç, Dinçer Demirkent, İlker Gökhan Şen gibi akademisyenler meslekten çıkarıldılar. OHÂL karambolünde neredeyse kimse "Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar" hükmünü (md. 130/7) görmedi, duymadı. Pek çok vakıf üniversitesine kayyım atandı. Yine, neredeyse kimsenin doğru dürüst üniversite özerkliğinden bahsedecek mecali kalmadı. Bu süreçte üniversiteye polisin sokulmasını tartışmak şöyle dursun; Mülkiye'de akademisyenlere, plastik mermi, biber gazı ve köpeklerle saldırıldı. FETÖ davaları ile ilgili başlayan müdahaleler, Şehir Üniversitesi örneğinde görüldüğü üzere, başka alanlara ve iktidar klikleri arasındaki diğer çekişmelere taşmakta gecikmedi.

Bu süreç, üniversite özerkliği bakımından bir başka yıkımın önünü açtı. İlkin 2016'da Naci Bostancı ve diğer bazı AK Parti milletvekilleri, bir torba kanun görüşmesi sırasında, seçimlerin tamamen kaldırılması için bir önerge sundu. Bu önerge, muhalefetin itirazları üzerine kabul görmedi. Ne var ki itirazlar üzerine kanuna konmayan düzenleme, dönemin ruhuna uygun olarak, bir KHK ile yeniden geldi. Söz konusu hükme göre Cumhurbaşkanı, şartları taşıyan dilediği kişiyi yeniden, herhangi bir seçim yapılmaksızın atayabilecekti. Bununla da yetinilmedi. 2018'de yine bir KHK ile, rektör olabilmek için üç yıl profesör olma ve en fazla iki defa rektör olarak atanabilme koşulları da kaldırıldı. (Bir yıllık profesör Nuri Aydın, İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Rektörlüğüne atandı) Sonra üç yıl koşulu tekrar getirildi. Sonra tekrar kaldırıldı. Mesele tamamen keyfîlik meselesine dönüştü.

Bunun anlamı, Türkiye'nin, üniversitelerin özyönetimi bağlamında 1946'nın bile gerisine, cunta yönetiminin çektiği asgari eşiğe kadar geriye düşmüş olduğuydu. Bugün bu gerçeği yaşıyoruz. Üniversite özerkliği, sadece Anayasa'nın satırları arasında eksik gedik yer alıyor. Anayasa'da bir zamanlar yaşamda karşılık bulan böyle şeyler okuyabilsek de, şu anki anayasal gerçeklikte bunun esamesi bile okunmuyor. Türkiye geçtiğimiz asırdaki kazanımlarının gerisinde bulunuyor.

Bu gerçeği ve üniversite özerkliğinin önemini, yokluğunun ceremesini çeken sol gayet iyi biliyor. Peki ya bugün muhalefete düşmüş olan sağ eğilimli siyasetçiler acaba bu deneyimden ders çıkarabiliyor mu? Dahası, Türkiye yeniden anayasal yönetime geçtiğinde acaba bunun taşıyıcısı olabilecekler mi?

Yazarın Diğer Yazıları

Nedir şu “Yerel Özerklik” dedikleri? | Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartı

Bir kişinin terör mahkûmu olursa belediye başkanı olamaması anlaşılır ama daha hüküm yokken peşinen ve bu kadar çok sayıda seçilmiş kişinin görevden alınmasında her hâl ve kârda ağır abeslik var

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir