22 Şubat 2022

Ak koyun kara koyun:  İşçi eylemleri ve grev yasakları

Kimi "kraldan çok kralcılar", bu protestoları "ev basma" olarak nitelendirip damgalamaya çalışsa da, görüntüler bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. İşçilerin anayasal haklarını kullandıkları gayet açık

Halkın gündemi hayat pahalılığı. Tartışmalar, halkın gerçek gündemine yaklaşmaya ve politize olmaya başladı. 

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konulardan biri, yüzde 8'lik ücret artışını "sefalet zammı" diye nitelendirip iş bırakan ve işten çıkarılan Migros işçilerinin, işverenlerinin evinin önünde protesto yaptıkları için yeniden gözaltına alınmaları oldu.

Kimi "kraldan çok kralcılar", bu protestoları "ev basma" olarak nitelendirip damgalamaya çalışsa da, görüntüler bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. İşçilerin anayasal haklarını kullandıkları gayet açık. Toplanma özgürlüğünün -uluslararası hukukun da kabul ettiği- meşru "mekânsal sınırlarını" aşmadıkları da öyle. Hatta açık söylemek gerekirse söz konusu eylemler, uluslararası hukukunun bu özgürlük için öngördüğü limitlerin hayli gerisinde. 

Yerleşik içtihattır: "Kamu düzeninin bir nebze bozulması, barışçıl toplanma özgürlüğüne içkindir." Oysa somut olayda kamu düzeni dahi yerli yerinde. Ne bir sertlik emaresi mevcut ne bir taşkınlık veya işgal, ne de olağan rutini sıra dışı biçimde bozacak bir yol kapatma. Dolayısıyla ortada yasal ve meşru bir barışçıl toplanma özgürlüğü kullanımı olduğu açık.

Fakat buna rağmen işçiler, karga tulumba derdest edildiler. Bunun adına da "gözaltı" dendi. 

Yeni Türkiye'nin gözaltı koşulları

Gözaltı, "yeni Türkiye"nin rutini. Hemen her gün birilerinin gözaltına alınıverdiğini görüyoruz. Buna alıştırıldık. 

Gerçekte, kâğıt üzerinde gözaltına alınmanın da koşulları belli. Ortada evvela bir "kuvvetli suç şüphesi" olmalı. Olayda böyle bir şey yok. Böyle bir şüphe bulunsa bile bu da tek başına, birini gözaltına almak için yeterli değil. Ek koşullar lazım. Örneğin şüphelinin, suça dair delilleri yok etme olasılığı veya kaçma şüphesi bulunmalı. Görüntülerde gördüğümüz üzere bu koşullar da yok. Dahası, tüm koşullar bulunsa bile gözaltı tedbirine son çare olarak başvurulması lazım. Bu da yok. 

Yani yokoğluyok. Ne var peki? Polisin "al bunu al, al, al" keyfîliğine dayanan bir rutin var. 

Toplumca kanıksatıldığımız bu fiili hukukun kriterleri ise şöyle: Bir protestonun dağıtılması için "iktidara ters düşmek" yetip de artıyor. "Otoriteye karşı çıkmak" bir gözaltı sebebiyken, "gününün gösterilmesinin gerekmesi" de bir tutuklama nedeni sayılıyor. İşin içinde protesto varsa, "işkence yapılmadan durulamaması" kuralı işliyor. Bunun için de ya "gaz bombası" atılıyor ya da "ters kelepçe" iş görüyor. İbret olsun diye meydan dayağı atmak gerekirse de "coplama" seçeneği de yedekte tutuluyor.

Bu ezberler, keyfîliğe hukuksal elbise giydirilerek uygulanıyor. Fakat, kamuoyundan yükselen tepkilerden görüldüğü üzere artık minareye kılıf bulunamıyor. Toplum, özellikle ekonomik bağlamda bu ezberi sorgular görünüyor. 

Bu bir umut ışığı…

Fiili grev yasakları

İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz derinleştikçe, önümüzdeki dönemde bu türden işçi eylemlerinin sayısının artacağını kestirmek güç değil. Bu türden eylemlere karşı iktidarın vereceği tepkileri de öyle. Eğer yapılanlar, yapacaklarının teminatıysa, önümüzdeki dönemdeki ciddi ve kitlesel grevleri bekleyen şey, gözaltı ve kelepçelenmenin yanı sıra "yasaklama" olacak. 

Bunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok, somut veriler bunu ortaya koyuyor.

Öncelikle; Resmî Gazete arşivini tarayarak çıkardığım şu tablo, "grev erteleme" kararlarındaki artışı ve bundan sonraki döneme dönük eğilimi ortaya koyuyor:

Bunların büyük çoğunluğu, millî güvenliği koruma amacıyla ve "grev erteleme kararı" adı altında hayata geçirilen keyfî yasaklamalardı. Gerçekte ne millî güvenlikle ilgiliydi ne de zorunlu bir erteleme anlamına geliyordu. Bu durum Anayasa Mahkemesi tarafından birden çok kararda (1, 2) tespit edildi. Fakat buna rağmen bu mahkeme kararları yok sayıldı ve yasaklardan vazgeçilmedi.

İkincisi; işçiler ile işverenler arasındaki bu türden gerilimlerde iktidarın nerede konumlandığı ve Anayasa'da tanınan grev hakkına nasıl bakıldığı bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından dile getirildi. OHÂL sürecinde, bir tür "yetki saptırması itirafı" olan açıklama aynen şöyleydi:

"OHAL'i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum. İş dünyasında herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde Türkiye'de OHAL vardı ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Ama şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifade ederek anında müdahale ediyoruz. Çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz biz OHAL'i."

Örnekleri arttırılabilir. Ama zannediyorum ki bu üst düzey kararlar ve açıklamalar kimin nerede durduğunu ortaya koymaya yetiyor. 

Bu denklemin bilinmeyeni ise ana muhalefetin yeri. 

Sahi onların sesini bu bağlamda duyan var mı?

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye'de içki sadece içki değildir

Vergi adı altında içki içmenin cezası kesiliyor

Köylerde küslük yaratan muhtarlık seçimleri: Eşit ve gizli oy ilkelerinin ihlali

Muhtarlık seçiminde de kendine özgü bir resmî adaylık usulü uygulanmalı ve gizli oy ilkesini güvence altına alan bir pusula standardı getirilmelidir

Tanju Özcan’ın dinsel yemini yaman bir çelişki

Böyle bir pratik, laiklik ilkesine aykırılığın odağı olduğu geçmişte Anayasa Mahkemesince saptanan Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri veya belediye başkanları tarafından dahi gerçekleşmemişti. Bu adımı atmak, bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üyesine nasip (!) oldu