29 Ağustos 2021

Dizginlenemeyen iktidar düşkünlüğü ve siyasal hırsın yıkıntıya varan yolu: Macbeth (1)

Halbuki bazıları, gözlerini, beyinlerini bürüyen iktidar hırsıyla ipin ucunu kaçırınca nereye varılacağını “Güneşin altında söylenmemiş söz bırakmayan” gelmiş geçmiş en büyük yazar ve ozan William Shakespeare kanlı tragedyası “Macbeth”te gözler önüne sermiş zamanında. 

"Acı üstüne acı, kan üstüne kan,
Kayna kazanım kayna, yan ateşim yan."

1863 tarihli Mary Evans gravüründe Macbeth cadıları

Bu yazımın başlığında yer alan ifade, neden durup dururken Macbeth anlatmaya kalkıştığımı yeterince faş ediyor sanırım! Bazı durumlarda, "Neden tarihten ders almayı bir türlü öğrenemiyorlar?" diye düşünürsünüz, sonra aklınız başınıza gelir: "Bilmiyorlar ki tarihi!"

Halbuki bazıları, gözlerini, beyinlerini bürüyen iktidar hırsıyla ipin ucunu kaçırınca nereye varılacağını "Güneşin altında söylenmemiş söz bırakmayan" gelmiş geçmiş en büyük yazar ve ozan William Shakespeare kanlı tragedyası "Macbeth"te gözler önüne sermiş zamanında. 

Rastlantılar bazen insan hayatına derin izler kazıyor. Benim için Macbeth böyle bir şey. 12-15 yaşlarım döneminde Ankara Devlet Tiyatrosunda 2-3 Shakespeare eseri seyretmiştim gerçi ama Macbeth yoktu aralarında. Bu nedenle Londra’da lisenin ikinci sınıfında, yani 10. sınıfta, İngilizce Edebiyat dersinde o yıl boyu üzerinde çalışılmak üzere Macbeth önüme konduğunda, konusunu bile bilmiyordum! Devamında ne oldu şimdiden özetini verip, ardından ayrıntılara gireyim:

Bir yıl içinde İngiltere’de Macbeth’i iki kez sinema filmi, bir kez TV dizisi, bir kez sahne oyunu, bir kez de opera olarak seyrettim; her dizesinin yorumuyla bütün metni ezbere bilir hale geldim; iyi bir notla sınavını verdim; TED Ankara Koleji’nde tekrarlamak zorunda kaldığım lise son sınıfta bir kez daha Macbeth’e tosladım. Bu nedenle okulda meydana gelen bir takım tatsız olayları yaşadım; o gün bugündür film, sahne oyunu, opera, bale formatlarında 11 kez daha seyrettim Macbeth’i! İşin en garip yanı, bunca yıl sonra hâlâ oyunun önemli tiradlarının, pek çok diyaloğunun ezberimde kalmış olması. Hayatımda nasıl yer ettiyse!

Nur Ernehir’in harika çizgileriyle Macbeth çizgi romanından Lady Macbeth[1]

Bir nebze bilmeyenler için Macbeth’ten bahsetmeliyim. Pek çok oyunu gibi Shakespeare’in tarihte yaşamış gerçek kişiler ve meydana gelmiş olaylar üzerine yazdığı bir oyundur bu; ancak konuya dramatik bir yapı kazandırmak, gerilim sağlamak amacıyla tarihi çarpıtmaktan da geri kalmamıştır. Bugün İskoçya dediğimiz ülkenin yerli halkı Keltçe konuşurdu ve tarihi, 9. yüzyılda o toprakların farklı bölgelerinde yaşayan iki halkı, Keltler ve Piktleri bir araya getiren bir kral tarafından kurulan "Alba Krallığı"na dayanmakta. "Alba" zaten Kelt dilinde "İskoç" anlamına gelmektedir. Buna rağmen ortaçağın sonlarına doğru ülke, topraklarını da bir miktar genişletmesi ardından "İskoçya Krallığı" olarak anılmaya başlamış.

Shakespeare’in oyununda yer alan Kral Duncan, Macbeth ve diğerleri 11. yüzyılda yaşamış. Macbeth aslında 1034–1040 yılları arasında tahtta olan Duncan’ın kuzeni ve ordularının başkomutanıdır. Savaşlarda gösterdiği büyük başarılarla tanınır. Nitekim oyun, Macbeth’in Norveçlilere karşı kazandığı büyük zafer ertesi, Duncan’ın ona yeni unvanlar bahşetmesiyle başlar. Gerçek hayatta Macbeth, "Hastalıklı" lakaplı Duncan’a başkaldıracak, onu savaş meydanında öldürüp kendisi tahta geçecek, üstelik hüküm sürdüğü 17 yıl çok başarılı bir dönem olarak kaydedilecektir. Tabii başarıdan ne anladığımıza bağlı. Macbeth zafere ulaştığı savaşlarda oluk oluk kan akıttığından halk arasında "Kızıl Kral" diye anılmıştır! Böyle durumlarda, "Başarıya kitakse!"[2] derdi rahmetli annem...

Oyuna dönersek, Shakespeare’in yazdığı metin, savaş ertesi memleketine dönen Macbeth’in karşılaştığı üç cadının kehanetlerinin etkisi altında kalması; kendisi gibi hırs sınırlarını aşan karısıyla işbirliği içinde evlerinde konuk olan Kral Duncan’ı öldürmeleriyle tahtı düpedüz gasp etmesi; zamanla suçluluk duygusuyla evham ve korku batağına saplaması ve kuşkulandığı, düşman bildiği insanları art arda öldürterek kanlı bir despot haline gelmesi üzerine kurulmuştur.

"Yıldızlar, kapayın gözlerinizi!
Hiçbir ışık sızmasın
İçimdeki derin, karanlık isteklere."

"Kızıl Kral" lakabı nereden geliyor anlaşıldı sanırım. Şu anda biraz geriye sarıp bu yazımın başlığına bir kez daha göz atın isterseniz; Macbeth’in sonunun ne olacağı ise orada kayıtlı!

***

Londra’da okuduğum Hendon County School adlı lise, İngiltere’de o zamanlarda mevcut "Grammar School" denen seçkin okullardan biriydi ve ülkenin ilk üçü-beşi arasında anılırdı. Bunu eğitimin kalitesini göstermek için özellikle vurguluyorum. Öyle olunca da, Macbeth mi okuyorsunuz, okula getirtilen Macbeth filmlerini izler, hangi sahnede Macbeth varsa oraya götürülür, seyretme imkânı bulursunuz.


Orson Welles & Jeanette Nolan

İlk gördüğümüz film Orson Welles’in 1948’de çektiği ve kendisinin Macbeth’i, Jeanette Nolan’ın da Leydi Macbeth’i oynadığı, kafasındaki garip tacın hepimizi güldürdüğü bir filmdi; hiç de başarılı değildi hatırladığım kadarı!

İkincisi ise ABD’li yönetmen George Schaefer’in 1954’te çektiği, Macbeth’i Maurice Evans, Leydisini de Judith Anderson’un oynadığı, yine siyah/beyaz bir filmdi de, hiçbir şeyini hatırlamadığıma göre ondan da pek etkilenmemişim anlaşılan. Sonradan bu filmin aynı yönetmen tarafından 1960 yılında, başrollerde aynı sanatçılarla, ama bu defa TV için çekildiğini de belirtmeliyim. Üstelik tarihte TV için çekilen ilk renkli Shakespeare filmi olma özelliğini de taşıyor. 

Derken BBC iki bölümlük kısa bir TV dizisi halinde Macbeth yayınlamaz mı! Bu defa Macbeth’i Douglas Wilmer, Lady Macbet’i ise Heather Chasden oynamıştı. O yıllarda "anlatıcı" kullanmak çok sık karşılaşılan bir uygulamaydı -ki, günümüzde genellikte hem sinemada hem televizyonda bir zafiyet olarak algılanır- ve bu dizide de William Squire’in üstlendiği bir "anlatıcı" rolü vardı. Anlaşılan amaç genel seyircinin oyunu daha kolay anlamasıydı.

William Shakespeare – 1632 baskısı Macbeth – William Squire

 Sahneye gelince... İngiltere’de tiyatro grupları oyunlarının genel provası için okulları davet eder, bazen de sırf öğrenciler için cumartesi sabahları özel gösterimler yapardı; Shakespeare dışında da çok oyun seyrettim bu şekilde. Büyük tiyatro aşkım bu sayede gelişti!

Bu kapsamdaydı işte bir cumartesi günü trenle bir saatlik yolculukla Cambridge’e gidişimiz; orada Üniversiteye bağlı, görsel ve gösteri sanatları dallarında sadece lisans üstü eğitim veren okul öğrencilerinin yıllık uygulama olarak hazırladıkları "Macbeth" oyununu seyretmemiz (ne yazık ki baskılı bir program vermemişlerdi -arşivimde bir eksiklik!); Belediyenin bizlere tahsis ettiği otobüsle kentte turlamamız ve bu vesileyle Cambridge’i ilk kez görmem.

Yine bu kapsamdaydı 19. yüzyıl başlarında "Theatre Royal Covent Garden" adıyla kurulan, sahnelenen eserlerin türü ve yüksek kalitesi sayesinde 1892’de Kraliçe Victoria tarafından "Royal Opera House" (Kraliyet Opera Binası) unvanı bahşedilen; Londra’nın ünlü yiyecek hallerinin bulunduğu Covent Garden semtinde yer alan opera binasının muhteşem salonunda, birkaç gün sonra (Mart 1960’dayız) galası yapılacak Verdi’nin "Macbeth" operasının bir genel provasına -birkaç genel prova yapılırdı- bir Cumartesi sabahı götürülmemiz ve ilk kez eseri opera türünde seyretmem.

Royal Opera House – Covent Garden

İtalyan bariton Tito Gobbi ve "dramatik soprano" sesiyle ünlenmiş İngiliz Amy Shuard, Macbeth ve Lady Macbeth rollerindeydi; orkestrayı Molinari-Pradeli yönetiyordu.

Sırasıdır şimdi, Guiseppe Verdi’nin Macbeth operasına ilişkin bir şeyler karalamak için:

Shakespeare’in Macbeth eseri için, "Bu trajedi insanlığın en yüce yaratılarından biridir," diyen Verdi, bestesinde insanın ruhsal yapısını derinlemesine incelemeye ve bilinçaltının karanlık yönlerini ortaya çıkartmaya gayret göstermiştir. Kendi eserini yorumlarken, "Müzik, besteciyi değil sadece şiiri vurgulamalıydı," demiştir ve bu nitelikleriyle büyük ustanın şaheserlerinden biridir.

Eseri önce 1847’de İtalyan sahneleri için bestelemişti Verdi; çok başarılı bulunmuş ve sayısız kez sergilenmişti. Derken 1864’te Fransızlar, Pariste’ki "Théâtre-Lyrique Impérial du Châtelet"de sahnelenmek üzere kendisinden eseri elden geçirmesini, bir bale sahnesiyle en sonuna yeni bir koro parçası eklemesini ve böylece (ne demekse!) Fransızlara uygun hale getirmesini istemişler. Verdi oturmuş, operadaki bazı parçaları uzatmış; yok koroyu, yok baleyi eklemiş; ama bakmış, eser kişiliğini kaybediyor. Bu durumda sıfırdan yeni bir beste yapma yolunu yeğlemiş. Ancak bu yeni Macbeth operası Nisan 1865’te Paris’te sahnelendiğinde çok kötü eleştiriler almış; iyi bir iş çıkardığını zanneden Verdi çok şaşırmış. Sonradan, farklı zamanlarda Fransa’da tekrar tekrar sahnelendiğinde de durum değişmemiş. Nitekim Verdi’nin Macbeth’i 1960’lardan itibaren Avrupa operalarında yeniden programlara alındığında, her zaman tercih ilk İtalyan versiyonundan yana olmuştur.

Ülkemizde Devlet Opera ve Balesi (DOB) Macbeth operasını bugüne kadar birkaç kez sergiledi.

Daha önceleri de vardı kuşkusuz ama benim ilk izlediğim, o tarihte hâlâ ayakta olan AKM’de, 1984-85 sezonunda İstanbul Devlet Opera ve Balesi tarafından, Aydın Gün’ün rejisiyle sahnelenendi. O gece orkestrayı Cem Mansur yönetirken, harika sesleriyle Mete Uğur Macbeth’i, Remziye Alper ise Lady Macbeth’i seslendirmişti; ikisi de çok başarılıydı!

İstanbul DOB 2006-2007 sezonunda bu kez Yekta Kara’nın rejisiyle Macbeth’i tekrar sahneledi. Yine AKM’deydi; bu kez Macbeth rolünü Murat Güney, Lady Macbeth rolünü ise Perihan Nayır üstlenmişti; orkestra Şefi ise Romen Alexsandru Samoila’ydı. Kara, dört perdelik eseri iki bölüm halinde sunarken, modern kostüm ve dekorlarla yorumlamıştı. 

                                   "Aşağılık bir dünyadayız;
çoğu zaman kötülüğü baş tacı edip,
iyiliği çılgınlık sanan bir dünyada."

Birbirinden ilginç Macbeth yorumları için haftaya beni izlemeye devam edin...


Yazarın Diğer Yazıları

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XX): Türkiye topraklarında resmi kütüphaneler

Galiba artık kendi ülkemize uzanmanın zamanı geldi. Bu bölümde sizlere Türkiye'nin en büyük, en önemli ve elbette bana göre en güzel kütüphanelerini anlatacağım. Böylece bir bakıma ülkemizin resmi (devlet ya da ulusal) kütüphanecilik sürecini de yansıtmış olacağım

Bilgi tapınakları: Dünyanın en güzel kütüphaneleri (XVIII)

Kremsmünster Manastırı Kütüphanesi ve Admont Manastırı Kütüphanesi...