09 Ekim 2020

Millet İttifakı ve "ihtiyatlı" muhalefet

"Beka" söylemi, iktidarın elinde tuttuğu ve keyfî şekilde kullandığı bir sopa ve bu sopanın zaman zaman "doğru" yere iniyor olduğuna inanmak, ne bu gerçeği değiştiriyor ne de bir gün o sopanın mağduru olma ihtimalinizi ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla, o sopanın ara sıra da olsa bir ucundan tutmaya çalışmak anlamlı değil

I.

HDP’yi tasfiye etmeye ya da etkisizleştirmeye dönük girişimler, bilhassa 2017 referandumundan sonra değişen rejimle beraber "devletin bekasını" ve ona yönelen tehditleri tanımlama tekelini tamamen ele geçiren siyasal iktidarın, bu tekeli devletin bütün imkânlarını seferber ederek kullanma ve izlediği popülist siyasetin önündeki engelleri yine bu imkânlar vasıtasıyla ortadan kaldırma pratiğinin kesiştiği yerde duruyor. İktidar bir yandan "devletin bekasının" ne olduğunu ve ona yönelen tehditleri tanımlayıp HDP’yi hedef tahtasına oturturken, diğer yandan "tek millet" üzerine kurguladığı siyaset karşısında, tabanı ve siyasal söylemiyle beraber kapanmayan bir çatlak yaratan HDP’yi tasfiye etmeye çalışıyor. Olan bitenler karşısında muhalefet partilerinin "ihtiyatlı", "çekingen" ya da "sessiz" tavrı ise "Millet İttifakı"nın muhalefet etme ve ortak bir gelecek perspektifi çizme kapasitesine dair endişe yaratıyor.

Bu yazıda, doğrudan doğruya HDP’ye yönelen operasyonları ele almayacağım; fakat bu operasyonlar vesilesiyle HDP dışındaki muhalefete dair ortaya çıkan tabloyu ve bu tablonun sordurduğu soruları, yukarıdaki giriş paragrafını da açarak değerlendireceğim. Özetle, iki meseleye, "devletin bekası" ve "popülizm" meselesine odaklanacağım.

II.

Birikim’in 377. sayısında Levent Köker, Türkiye’deki rejim değişikliğini farklı bir perspektiften tartışmak üzere oldukça ufuk açıcı bir makale yazdı. (1) Bu makalede bence en dikkat çekici kısım, "başkancı" rejimle beraber Erdoğan’ın, "devletin bekası" söz konusu olduğunda devleti hukuki normlara ve hukukun üstünlüğü ilkesine riayet etme mecburiyetinden "kurtaran" yetkiyi ve gücü kendi elinde topladığı, böylece devletin "tekçi" bir yapıya büründüğü tespiti… Buradaki "tekçi" ifadesi; yalnızca 1982 Anayasası’nda iyice berraklaştığı şekliyle katı merkeziyetçilik olarak tasavvur edilen bir "üniter devlet" anlayışına (2) (yani "tek millet, tek devlet" lafzının gönderme yaptığı şeye) değil, Türkiye’deki rejim değişikliğiyle beraber bu "tek" olanın içini "kimin" doldurduğuna ve bunun içinin "nasıl" doldurulduğuna işaret eden bir ifade… Artık hangi siyasal aktör ya da partilerin, hangi koşulları yerine getirerek siyasal rekabete katılabileceği; kimin "devletin bekasına" tehdit oluşturduğu ve seçimle edindiği yetkilerin elinden alınabileceği; kimin "devletin bekası" ve ülkenin bölünmez bütünlüğü bağlamında "makul" karşılanacağı, askeri bürokrasinin (ya da eskiden sıklıkla kullanılan tabirle "vesayet mekanizmalarının") ağırlığını fazlasıyla hissettirdiği bir "pazarlık" süreciyle değil; doğrudan doğruya siyasal iktidarın (aslında çoğu zaman "tek başına" Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın) tasarruflarıyla belirleniyor. "Devletin bekası", hukuki normlardan azade, hukukun üstünlüğü karşısında galebe çalan, yani esasen her şeyden önemli ve öncelikli olduğu varsayılan bir alan... Tanımını iktidar yapıyor, sınırlarını o çiziyor ve yapılması gerekenleri de o belirliyor.

Bu aynı zamanda, HDP dışındaki muhalefetin önemli bir bölümünün de "duyarlı" olduğu, bu yetki ve güç siyasal iktidarın tekeline geçmeden önce, bu alanın hukukun ve diğer tüm tartışmaların üstünde olmasını çok da sorun etmediği bir alan. Bugün de aslında muhalefetin "devletin bekası" söz konusu olduğunda iktidar karşısında "ihtiyatlı" bir tutum almasına neden olan şey, bu alanın, karar alıcılara kattığı "meşruiyet". Daha açık bir ifadeyle, "devletin bekası"na atıfla "dokunulmaz" bir alan yaratılmasının "bazı durumlarda" makul karşılanabileceğine dair muhalefetin de paylaştığı inanç… Üstelik bu inanca sadece siyasal aktörler değil, farklı toplum kesimleri de sahip.

Burada, "Millet İttifakı" ve onun HDP’yle kurduğu ilişkide göz önünde tutulması gereken temel bir soru var: Muhalefetin, AKP ve onun kullanışlı siyasal aracı olarak "devletin bekası" konusunda karşı çıktığı, muhalefet ettiği şey tam olarak nedir? Sorun, yukarıda andığım bu "adını koyma" ve "sınırları çizme" tekelinin doğrudan doğruya iktidarın eline geçmiş olması mı? Yoksa muhalefet "beka" söz konusu olduğunda hukukun ikinci plana atılabiliyor olmasına ve bizzat "beka"ya atıfla dokunulmaz alanların yaratılmasına topyekûn karşı çıkıyor mu? Sanırım muhalefet partilerine bakarak, bu iki soruya net, kararlı, istikrarlı bir cevap bulmak mümkün değil. Bu ise Millet İttifakı’nı kırılgan hâle getiren ana amillerden biri... "Beka" tanımının doğru şekilde yapıldığına ya da bu tanımda "haklılık payı" olduğuna inanıldığı durumlarda, muhalefet bu tanımlama tekelinin kendisini ve bunun getirdiklerini sorun etmeyip, iktidara eklemlenebiliyor ya da en iyi ihtimalle "kararsız" veya "çekingen" kalabiliyor. İyi Parti’nin HDP’ye yapılan operasyonlar karşısındaki sessizliğinin, CHP’nin aynı konudaki "temkinli"/"ihtiyatlı" tavrının ve dış politikaya ilişkin alanlarda yeterince güçlü muhalefet edilememesinin, hatta zaman zaman iktidara destek verilmesinin sırrı biraz da burada. İyi Parti’nin her an saf değiştirebilecekmiş gibi görünmesinin, HDP’nin bilhassa İyi Parti’nin "duyarlılıkları" esas alınarak Millet İttifakı’na dâhil edilemeyişinin ve iktidarın bu ittifakı HDP üzerinden kırılgan hâle getirme arayışının ardındaki asıl neden de bu. Oysa "beka" söylemi, iktidarın elinde tuttuğu ve keyfî şekilde kullandığı bir sopa ve bu sopanın zaman zaman "doğru" yere iniyor olduğuna inanmak, ne bu gerçeği değiştiriyor ne de bir gün o sopanın mağduru olma ihtimalinizi ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla, o sopanın ara sıra da olsa bir ucundan tutmaya çalışmak anlamlı değil.

III.

Bu meselenin öteki yüzündeyse, Türkiye’de uzunca bir süredir tartışılan "popülizm" meselesi duruyor. Kabaca, AKP popülizmine başka bir popülizmle cevap üretilmesini (hatta ilgili akademik literatürden de alınan destekle, farklı siyasal talepleri eklemleyebilecek şekilde "biz" ve "onlar" arasında ayırt edici yeni bir çizgi çekmenin siyasal olanın ta kendisi olduğunu savunarak) destekleyenler ve popülizmin yeni bir yarılma yaratacağı ve demokratik bir çıkış sağlayamayacağını düşünenler var. Popülizmin bir kalemde üstünün çizilebileceği ya da kaçınılmaz olarak demokrasiyle çelişeceği görüşünde olmasam da, Türkiye’de popülizme popülizmle cevap vermenin vasatının şu anda bulunmadığını, bilhassa Türkiye’deki haliyle ittifak sisteminin buna cevaz vermeyeceğini düşünüyorum. Bunun temel nedeni, popülizmin her şeyden önce ortak bir "halk" ya da "millet" tasavvuruna ve bu tasavvur üzerinden farklı siyasal talepleri eklemleyebilecek güçte bir siyasal söyleme ihtiyaç duyuyor olması... Türkiye’de ittifak sisteminin AKP’yi MHP’ye, Erdoğan’ı Bahçeli’ye muhtaç bıraktığı ne kadar doğruysa, birbirine zıt denebilecek toplum/halk/millet tahayyüllerine sahip farklı muhalefet partilerini de birbirine muhtaç bıraktığı o kadar doğru. HDP’nin "halk"tan anladığı ile İyi Parti’nin "millet"ten anladığı şey arasında dağlar kadar fark var ve bu konuda ortada buluşma ihtimali veya doğrudan doğruya buraya dayalı bir siyasal hatta yürüme imkânı oldukça sınırlı. Dahası, bizzat siyasi partiler bile içlerinde barındırdıkları farklı kanatları istikrarlı şekilde bir arada tutabilecek sağlam çatılardan yoksun durumda. Özellikle İyi Parti ve CHP’de yaşanan iç yarılmalar, "parti içi demokrasi"nin doğal sonucu olarak görülüp, kolayca üstünden atlanabilecek türden "basit" yarılmalar değil. Parti içi demokrasi için asgari düzeyde de olsa tutarlı ve istikrarlı bir çatı söyleme ihtiyaç var. Oysa Türkiye’de parti içi çekişmeler, aslında tamamen farklı siyasal tahayyüllere dayanan farklı partiler arasındaki çekişmeler gibi cereyan ediyor. Kaldı ki MHP içindeki yarılmanın yeni bir parti doğurduğu, Muharrem İnce’ninse CHP’nin dışında bir hareket örmeye çalıştığını da unutmamak lazım.

Muhalefet liderlerinin de bu durumun fazlasıyla farkında olduğu kanaatindeyim; ancak yeni bir "halk" inşa etmenin, yeni bir tanım getirmenin ve buna göre siyaset yapmanın uygun araçlarının ortaya koyulamaması, hâlihazırdaki "yerli ve milli" tanımını kabul edip, buna uygun bir siyasetin peşinde koşmayı da meşru ya da en azından "işlevsel" kılmıyor. Yani popülist siyasete karşı çıkmak ya da bunun imkânlarının bulunmadığını tespit etmek başka, AKP’nin elindeki enstrümanı ele geçirmeye ve AKP’nin tanımladığı şekliyle "millet"i AKP’den daha iyi temsil etmeye çalışmak başka… İttifakın ortak bir tahayyülde buluşma imkânının zorluğu, muhalefeti yanlış bir şekilde, hâlihazırdaki "yerli ve milli" tanımına zorla sığma çabasına itiyor. Bu ise aslında çoğu zaman muhalefeti o tanımın bağımlı değişkeni haline getiriyor. Çünkü neyin "yerli ve milli" olduğunu esasen AKP belirliyor. Dahası ortada ampirik verilere dayalı bir "halk" ya da "yerli ve milli" olma tanımı da yok. Bu, Müller’in popülizm üzerine yazdığı kitapta da belirttiği gibi, "ampirik değil ahlaki" bir tanım. (3) Bu tanımın içi de sosyolojik verilerle değil, iktidarın muhayyilesi ile dolduruluyor ve aslında HDP’ye yönelen öfkenin bir sebebi de dayandığı taban ile beraber HDP’nin kaçınılmaz olarak bu muhayyilede büyük bir gedik olarak duruyor olması. Dolayısıyla, herhangi bir konuda "yerli ve milli" bir tutum almaya çalışmak, "millet"in neyi isteyip neyi reddedeceğini buraya bakarak anlamaya çalışmak, aslında AKP’nin muhayyilesine uygun bir tavır almaya çalışmak anlamına geliyor.

IV.

Peki, ne yapmak lazım? Türkiye’de muhalefet üzerine yapılan bütün yorumların gelip kilitlendiği yer burası. Bu sorunun kolay, kestirme bir cevabı yok. Bir tarafta, AKP’nin çökmesini bekleyenler var. Ki bu beklenti, aslında otoriterleşmeye dair maliyet hesabının siyasete bakkal hesabı olarak yansımasına dayanıyor. AKP-MHP bloğunun veya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, daha ileri gidilmesinin maliyetini göze alamayacağı varsayımı, "ihtiyatlı"/"temkinli" ve hatta zaman zaman önemli gelişmelere karşı "kayıtsız" bir muhalefetin de işlevsel olabileceği izlenimini uyandırıyor. Seçimlerin hâlâ yapılıyor olmasının, işlerin dönüp dolaşıp sandıkta bitmesinin yani sandıkların tamamen berhava edil(e)memesinin, otoriter iktidarların hem içeride hem de dışarıda bedel ödemekten çekinmesine dayandığı doğru; ancak otoriterleşmenin dozunun artmasının, radikal bir maliyet yaratmadığı ya da muhalefetin şu anda bunu maliyetli bir şeye, en azından olması gerektiği ölçüde maliyetli bir şeye, dönüştüremediği de doğru. Öte yandan, daha aktif muhalefet yapılmasını salık verenler de çoğu zaman partilerin iç dinamiklerinin ve manevra kapasitelerinin sınırlarını yeterince dikkate almıyor. Oysa bugünkü dağınıklık içinde, herhangi bir siyasal çıkış, farklı siyasi partiler bir kenara, aynı partide siyaset yapan ve farklı toplumsal tabanlara yaslanan farklı bölgelerin milletvekillerini bile karşı karşıya getirebiliyor, hatta parti içinde yarılmalara yol açabiliyor. Yani her şey bir kenara, siyasi partilerin kendi açmazları var. Dolayısıyla muhalefet partilerinin iki farklı çatıyı aynı anda kurmaya çalışması elzem. Bir ittifak çatısı bina ederken, eşzamanlı olarak siyasi partilerin de ittifak siyasetine uygun olacak şekilde kendi çatılarını, katılımcı bir şekilde inşa etmeleri gerekiyor. Muhalefet partilerinin kendi içlerinde ortak bir gelecek tahayyülü inşa etmeye matuf siyasi programlara sahip olmadan, ittifak siyasetini etkili bir muhalefet stratejisine tahvil etmeleri pek olanaklı değil.



1) Andığım makale şu adreste: https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-377-eylul-2020/10048/baskanci-rejim-populist-yarismaci-otoriterlik-mi-diktatorluk-mu/11902

2) Konuyla alakalı olarak şu kitaba bakılabilir: Özbudun, Ergun (2016). Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 115-153.

3) Müller, Jan-Werner (2016). Popülizm Nedir?, İstanbul: İletişim Yayınları.

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye’de göçmen karşıtı yeni bir partinin “başarılı” olma ihtimali

Türkiye’de böyle bir partinin ortaya çıkması durumunda, hatırı sayılır ölçüde bir seçmen tabanına ulaşması çok zor olmayabilir.

Cenevre görüşmeleri ve Kıbrıs sorunu: Ankara gerçekten müzakere etmek istiyor mu?

Akıncı döneminde müzakere masasını başarısızlığa uğratan Anastasiadis çözüm yanlısı; Crans-Montana görüşmelerine değin uzun bir süredir federal çözümü destekleyen ve yapıcı bir tutum içinde olan Türk tarafı ise çözümsüzlüğü isteyen taraf haline gelmiş bulunuyor

Cenevre'ye giderken Kıbrıs meselesi: Federasyon mu, iki devletli çözüm mü?

Kıbrıs Türk toplumunun üretip satabilmesinin; izolasyonlardan kurtulabilmesinin; kendi kararlarını bağımsız şekilde alabilmesinin; kimliğine sahip çıkarken içinde yaşadığı coğrafyada barışçıl bir gelecek inşa edebilmesinin "gerçekçi" yolu nedir?