28 Haziran 2020

Kelime Oyunu ya da beyaz yakalıların kesif cehaleti

Bu şovu pek seviyorum ama sadece içeriğinden değil, aynı zamanda sunduğu sosyolojik "malzeme" nedeniyle de. Baştan sonra hurafelerle örülü bir söylem ve gelişkin bir "cehalet terapisi" ile her akşam müşerref oluyoruz

İtiraf ediyorum, TV'lerdeki inanılmaz seviye kaybına rağmen, yıllardır izlemekten sıkılmadığım tek bir şov var: Kelime Oyunu. Aslında mütevazı bir "bilgi yarışması" görünümlü bir şov bu: Doğru, ismini tırnak içinde yazdım, yıllar içinde kelime esaslı bir tür bilgi yarışması niteliğini git gide yitirmiş, bir realite şovuna dönüşmüş bir "malûmatfuruşluk" (anlamını bilmeyenler biraz sözlük karıştırsınlar) gösterisi demek daha doğru olabilir. Bu arada, kendimce "realite şovu" denen global TV formatını "hakikat gösterisi" olarak kullanmayı tercih ettiğimi de daha baştan söylemem lazım. Farkındayım, konuya hâkim olmayanların kafasını karıştıracak bir sürü kavramı art arda yazıp duruyorum. Hemen "tekaüt hoca" modundan eski güzel günlere, düz hocalığın açıklayıcı diline dönersem meseleyi biraz daha anlaşılır bir hâle getirebilirim.

"Realite" denen format son yıllarda ana akım TV kanallarında da çok daha fazla görmeye başladığımız bir şov türü. En bilineni Survivor mesela- merak etmeyin, onunla da ilgili kısa bir süre sonra bir şeyler yazacağım. Bu tip şovlar daha önceleri tematik denen kanallarda sıkça karşımıza çıkardı, yani bu tip şovlardan başka bir şey göstermeyen, örneğin haber programları falan olmayan kanallarda. Türkiye'de ise ana akım ile tematik kanallar yıllardır bir arada olmaya çalışıyor. TV8 gibi ana akım reytinglerine erişen, ama özünde realite şovlarını temel alan bir kanal bile aynı zamanda dizilerde de şansını deniyor. Ya da tam tersi, birçok ana akım kanalda birçok realite (gelinli kaynanalı, yemekli-pespaye muhabbetli, neredeyse polisiye ve hatta cinayet çözmeceli gibi) özellikle gündüz kuşağında boy gösteriyor. Üretim maliyetleri bakımından ucuz şovlar, katılımcılar kendi ayaklarıyla geliyorlar, hele bir de tuttu mu, iyi de reyting alıyorlar. Peki neden izleniyor bu şovlar, çünkü sıradan insanların içlerinde bulundurdukları realiteler (hakikatler) hiç de zorlamadan ortalara saçılıyor ve onları izleyen evlerdeki "hakikatlerle" bir tür diyaloğa girerek, hadi biraz fizik bilimine yaslanalım, rezonansa geliyor! Bu nedenle, "hakikat gösterisi" demeyi tercih ediyorum bu tip şovlar için. Pleblerin hakikatı! Tabii ki "ironi" yapıyorum. Çünkü "kibarların" (eskiler hatırlar, 1960'lı yıllardaki magazin terminolojisinde "kibarlar" kültür elitlerinin bir diğer ismiydi) hakikati de pek parlak değil. Nereden mi biliyorum? Kelime Oyunu'ndan.

Başa dönüyorum: Evet, bu şovu pek seviyorum ama sadece içeriğinden değil, aynı zamanda sunduğu sosyolojik "malzeme" nedeniyle de. Bu aşamada, meseleyi biraz daha açmak, hatta "deşmek" gerekiyor. Bir kere, ana akım bir kanalda değil çok daha küçük, daha çok eski dizileri yayınlayan bir kanalda ama mütevazı izlenme oranları olan bu kanalın, reyting bakımından, "yıldız" programı olarak öne çıkıyor. Sunucusundan katılımcısına tipik bir "beyaz yakalı" şovu ki bu bağlamda, örneğin Kim Milyoner Olmak İster ile iyice ayrışıyor; çünkü o şovda, pazarcı esnafından çok az eğitim almışına  çok daha farklı bir profil katılımcı olarak yer alabiliyor. Elimizdeki şovda ise durum hiç de öyle değil, bazıları henüz üniversite öğrencisi olsa da katılımcıların çoğu üniversite mezunu, meslek sahibi, henüz emekli olmuş ama hayatının bundan sonrasını hobilerine ayırmaya karar vermiş, iyi kötü kendilerine güveni yüksek, sosyolojik terminolojiyle, orta ya da üst-orta sınıflara mensup, velhâsıl silme "beyaz yakalı" bir topluluk. Üstelik, katılanların çoğu kadın, bu bağlamda da ayrışıyor. Sunucumuz Ali İhsan Varol burada olsaydı, "Türkiye'nin apaydınlık, batılı yüzü" gibi cümleleri bir çırpıda söylerdi. Sunucu çok önemli bu şovda, lamı cimi yok, şovun kurucu öznesi o. "Ekranların en naif şovu" diye her programa başlıyor ama sakın ola ki yanılmayın, kendi janrının en profesyonel şovuyla baş başayız.

Ali İhsan Varol, şovdaki performansıyla Türkiye'nin en iyi şovmeni olarak bile nitelendirilebilir. Profesyonel bir tiyatrocu olmamanın ona sağladığı "naif" görünümü yıllar içinde geliştirdiği "empati" tecrübesiyle akıllı bir şekilde harmanlayarak şovun taşıyıcı ve kurucu öznesi olmayı başarıyor. Bir "oyun parkı" havası yaratarak, katılımcılara olmadık "övgülere boğarak" şovu bir bilgi yarışmasından bambaşka bir şova devşiriyor. Tamam, BBC işi ağır bir bilgi yarışmasında değiliz ama nedir bu "şans, talih, kader, kısmet" tadındaki yaklaşım? Karşınızdaki bilmiyorsa bilmiyordur, evet herkes her konuya hâkim olmayabilir ama bazı katılımcıların orada olmasının baştan sona bir "hata" olduğu gerçeğini kim değiştirebilir? Tabii ki, Ali İhsan Bey hakikatı! Başta kurduğum "hakikat gösterisi" terminolojisine dönersek bu şovda sunucunun bize sunduğu hakikat gösterisini farketmek durumundayız. Çünkü, karşısında tel tel dökülen katılımcılara yaptığı tahammülfersâ övgüler, hiç bir mana ifade etmeyen ego okşamalarının tek bir açıklaması olabilir; şova yeni katılımcıların gelmeme endişesi. Benim asıl odaklandığım ve bu şova dair sosyolojik çıkarım yaptığım nokta tam da burası. Ali İhsan Varol da bal gibi işin farkında: Kesif bir eğitimli cehaletiyle karşı karşıyayız!

Türkiye'nin eğitimli, aydınlık yüzü hiç de anlatıldığı gibi değil. Klasik lise eğitimi çoktan rafa kalkmış, ucube bir eğitimle üniversite sınavlarının sorularından başka hiç bir şey öğretilmiyor, eskilerin "genel kültür" dediği bilgiler hayatımızdan uçup gitmiş. Berbat bir tıntıntılık hâli. Öncelikle, dillerinden bîhaberdarlar, Arapça kökenli diyorsun, sözcüklerdeki harflerin yerlerini değiştiremiyorlar; Farsça kökenli diyorsun, eklerden haberdar değiller, öztürkçe diyorsun, neyin hangi sözcükten türediğini hiç düşünmemişler. Din bahsini açmıyorum bile, örneğin rahman sözcüğü ile rahmet ilişkisini, oradan da giderek uhrevî gibi mantıksal bir bağ kurmayı bir an olsun akla getirmemişler. Sığ, basit bir dil dünyaları var, kelimeleri biliyorlar ama onlarla kavramsal bir ilişki asla kuramıyorlar. Sadece evde büyüklerden edinilen bir kulak dolgunluğu ya da bulmaca çözerek edinilen ezber-sözcükler dışında, "kelime oyunu"nun esasını oluşturan dolaylı anlamlarla bir ilişki kuramıyorlar. Bu işin bir çözümü olabiliyor mu? Evet. Ali İhsan Varol müdahelesi! Format izin vermese de "kaş göz işaretleri" ile başlayan, "basarken bir harf mi söylemiştiniz?" ile devam eden, hatta bazen doğrudan sözel yardımlarla şekil bulan bir "ihsan etme" ritüeli ile karşı karşıyayız. Sunucunun "ilahlaştığı", sevdiğine, üzüldüğüne cevap ihsan eylediği, sevmediğine ise cezayı kestiği bir "ilah-sunucu" şovu.

Eleştirmek için yazmıyorum, hatta şovun esas eğlencesinin bu olduğunun da farkındayım ama, teorik bir gözlemi de es geçememem. Kelime Oyunu, sıradan bir bilgi yarışmasının nasıl bir realite şova dönüştürüldüğünün güzel bir örneği. Soru sorup susulması gereken bir formattan tam tersine dönüşen, çalçene bir sunucunun baştan sona işin içinde olduğu, hatta bazen ayarın iyice kaçıp taraf bile tuttuğu bir hakikat gösterisi. Peki, neden seviliyor? Çünkü biz, Ali İhsan Bey hakikatını seviyoruz, pek kadirşinas, çok neşeli ve yardımsever buluyoruz, katılımcıların bazıları fark ediyor, hâllerine acıyoruz. Ara sıra da, aslında böyle bir yarışmaya katılacak birinde olması gereken bir bilgi donanıma sahip bir yarışmacı ile karşılaşınca pek seviniyoruz.

Peki, Ali İhsan Bey ne yapıyor da altyapısı bu denli zayıf yarışmacıları koşa oynaya şova getirebiliyor. Müthiş bir hokus pokus yeteneği var, kabul etmeliyim. Onlara bir "hurafeler âlemi" sunuyor hemen işin başında. Birisi bir soruyu mu bilemedi, mutlaka birinin nazarı değmiştir, hatta kendisini de işin içine katıyor, "benim nazarım değmez" diyor. Değdiğine inanılıyor olmalı ki, bazı yarışmacılar, yarışmanın ortasına iyi bir puanla gelmişlerse, "aman hakkımda iyi konuşmayın diye bizzat rica ediyorlar! Her ne hikmetse, "basiret" sık sık bağlanıyor. Bazı sorular çok "şanssız" (ne demekse?), çünkü onu bilemeyeceklere yöneliyor! Sahiden cahil yarışmacılara (ne yazık ki, mebzul miktarda var) ise, bugün gününüzde değilmişsiniz deniliyor! Velhasıl, baştan sonra hurafelerle örülü bir söylem ve gelişkin bir "cehalet terapisi" ile her akşam müşerref oluyoruz.

Tabii ki akla şu soru gelmeden edemiyor. Bal gibi rezil olacağını bile bile neden koşa koşa geliyor bu katılımcılar? İşte günün sorusu ve ne yazık ki acıklı cevabı: Onlar rezil olduklarını düşünmüyorlar ki! Güzel bir tecrübe kazanıyorlar, ilerde anlatacak hikayeleri oluyor, Ali İhsan Bey ile tanışmış oluyorlar. Ya puan? O da neymiş? Cevap veriyorum: Türkiye'nin "apaydınlık, pek bir batılı, müthiş bilgilerle" donatılmış geleceğiymiş! Hurafe mi istiyordunuz?

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor