01 Ağustos 2021

Göç öcüsü

Devletler, mülteci üreten çatışmaların çözümü konusunda anlaşamadıkları gibi mülteci yükünü paylaşmak yerine birbirinin üstüne yıkmayı tercih ediyorlar. Daha çok Suriye, Afganistan, Myanmar trajediledi yaşarız. İnsanlık henüz bu kadar! Yazık!

Uluslararası Göç Örgütünün (International Organisation for Migration – IOM) verilerine göre, 2020 yılında dünyadaki göçmen nüfusu 272 milyon olmuş. Bu da dünyanın toplam nüfusunun yüzde üç buçuğuna karşılıkmış. İnsanların yüzde doksan beşten fazlası yerinde oturuyor demek ki, ama bıraksan ne yaparlar bilemeyiz! 1980'de 2.3 imiş göçmen nüfus oranı. Zamanla yavaşça artıyor yani.

Göçmenlerin çoğunluğu düzenlice göç ettikleri, hem kaynak hem de alıcı ülke kurallarına göre yer değiştirdikleri için önemli sorun yaratmamışlar. Düzenli göçmen nüfusunun en yüksek olduğu ülke ABD, IOM'in yalancısıyım, nerdeyse 50 milyonmuş, hani şu göçmen düşmanı ABD!

Sorunlu olan göçmen nüfusu ülkesinden kaçanlar ya da ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalanlar. Başka ülkelere kaçanlara kabaca mülteci deniyor. Bunlar 2018'de 26 milyon kadarmış. Ülke içinde zorla yerlerinden edilenler de 42 milyon kadar. Bu sayılar yükselmiştir elbette. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) 2020 için 82.4 milyon rakamını veriyor, iki kategorinin toplamı olarak.

Uluslararası kamuoyunun dikkati mülteciler üzerinde yoğunlaşmıştır, yani 26 milyon üzerinde, 8 Milyar küsur insan arasında. Mültecilerin yüzde 86'sı gelişmekte olan ülkelerde konuk ediliyor. Mültecilerin yüzde 73'ü de komşu ülkelerde bulunuyor. Mülteci üreten başlıca ülkeler ise şöyle: Suriye 6.7 Milyon (yüzde 27), Venezuela 4 Milyon (yüzde 16), Afganistan 2,6 Milyon (yüzde 11), Diğer ülkeler 7,9 Milyon (yüzde 32), Myanmar 1,1 Milyon (yüzde 59), Güney Sudan 2, 2 Milyon (yüzde 9). Mültecilerin yüzde 68'i beş ülkeden geliyor, görüldüğü gibi. 

En çok mülteci barındıran ülkeler ise şöyle sıralanıyor: Türkiye (3.7 Milyon), Kolombiya (1,7 Milyon), Pakistan (1,4 Milyon), Uganda (1,4 Milyon), Almanya (1,2 Milyon).

Mültecilerin çoğunluğu uluslararası toplumun, özellikle BM Güvenlik Konseyi'nin çözüm bulamadığı sorunların ürünüdür.

Uluslararası hukuk açısından mültecilerle ilgili temel kural İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 14 / 1nci maddesidir: “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır”. Bu maddeye dayanarak 1951 Cenevre Sözleşmesi ortaya çıkarılmıştır. Bugün de mülteci hukukuyla ilgili temel sözleşme budur. Söz konusu sözleşmede mültecinin tanımı şöyle yapılır: 1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, ve oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahsa uygulanacaktır.

Bu sözleşme öncelikle Sovyet blokundan kaçıp Batıya sığınanlar için düşünülmüştü. Doğu Bloku ülkeleri sözleşmeye onyıllarca taraf olmadı. Türkiye'nin sadece Avrupa'dan gelenleri mülteci olarak kabul etme şeklindeki coğrafi sınırlamasının (Çekince değil. Çekince başka bir şeydir.) bir nedeni budur. Yıllar içinde mülteci olayları dünyanın her yerinde görülmeye başladı, yeni bir hukuki enstrüman geliştirilemediği için 1951 sözleşmesi evrensel nitelik kazandı.

1951 sözleşmesi mülteciyi bireysel düzeyde ele alır. Batı ülkeleri açısından bu nokta can alıcı önem taşır. Bir kişi mülteci olarak tanınmak üzere başvurduğu zaman onun verdiği bilgiler, belgeler iyice incelenir, mülakat ve araştırma yapılır, ondan sonra mülteci olup olmadığına karar verilir. Mülteci başvurusu yapana biz sığınmacı diyoruz. İngilizcesi asylum seeker'dir. Elbette, ilgininin kendisiyle ilgili kararı beğenmezse mahkeme yoluyla itiraz hakkı vardır, ancak çoğu kez ilk karar doğru çıkar. Kitleler halinde gelenlere tek tek inceleme yapmadan mülteci statüsü verilmesi Batı ülkelerinde pek görülmez. Gelişme yolundaki ülkelerde görülen bir uygulamadır bu. Genellikle yardım parası alabilmek için yapılır Afrika'da, Asya'da, Latin Amerika'da.

Mültecilere yardım bütçesi büyük ölçüde Batılı ülkelerin sağladıkları katkılarla oluşur. Mültecilere komşu ya da mücavir ülkelerde sığınma sağlanması yönünde bir kural yoktur. Ancak Batılı ülkelerin genel politikası mültecilerin kaçtıkları ülkeye komşu ülkelerde tutulmasını masraflarına katkı yaparak sağlamaktır. Bu arada iyi eğitim görmüş ve işlerine yarayacak mültecileri seçerek kendi ülkelerine alırlar. Almanya'nın Suriyelilere kucak açması Batı standartlarına göre hayli cömertçe olmuştur, ama gördüğüm, mültecilerde gene debir eğitim düzeyi arandığıdır. Evet! Batılılar göçmenler gibi mültecileri de seçerek alır, zaman içinde onları kendi bünyesine katar. Buna karşılık düzensiz kitlesel mülteci akımlarını toplumsal dokuya ciddi tehdit olarak görür, bu tür göç hareketlerinden öcüden korkar gibi korkar Batı ülkeleri. Kitlesel göç hareketlerine set çekecek partönerler arar ve bulurlar.

Bu tablo içinde Türkiye'nin diğer Batı ülkeleriyle ilişkisi ilginçtir. Diğer Batı ülkelerinin mülteci konusunda Türkiye'ye yaklaşımı öteden beri aynı çizgidedir. Suriye krizinden önce de bizim 1951 Sözleşmesine getirdiğimiz coğrafi sınırlamayı kaldırmamız için ısrar ve bize parasal katkı teklif ederlerdi. Örneğin 1980'lerde de bu kısıtlamayı kaldırıp İranlıları mülteci olarak almamız için bastırırlardı. Türkiye'yi göçlere set çekecek ve mülteci deposu olacak bir ülke olarak görürlerdi. Buna karşılık biz de mülteci adaylarının nihai hedeflerinin gelişmiş Batı ülkeleri olduğunu söyler, sığınma (melce) ülkesi olarak tanımlanmayı reddeder, transit ülkesi olduğumuzu savunurduk. Ayrıca yük paylaşımının parasal katkıdan çok mültecileri paylaşmak olduğunda biz ısrar ederdik.

Diğer Batılı ülkelerin anlattığımız tutumu stratejik niteliktedir ve aynen sürmektedir. Nitekim, AB süreci başlayınca da bir an önce bir mülteci anlaşması yapılması için baskı kurmuşlardı. Genel Batı çizgisine uygun olarak, AB'nin stratejik amacı da Türkiye'yi düzensiz göçlere karşı bir tampon bölge ve mülteci toplama kampı olarak kullanmaktır. AB görevim sırasında ben böyle bir anlaşmaya kişisel düzeyde olumlu yaklaşmadım. AB tarafının yutturmaya çalışmasının tersine böyle bir anlaşmanın müzakerelerin ilerlemesini veya AB ile yakınlaşmamıza özlü katkı yapmayacağını biliyordum. Bence, böyle bir anlaşma müzakerelerin son aşamasında, yani bizim AB ile bütünleşeceğimizin kesinleşeceği aşamada yapılabilirdi. Müzakerelerin amacı Türkiye'yi AB üyesi yapmaksa hazırlık Türkiye'nin sınırlarını AB'nin dış sınırları olarak düzenlemeye çalışmak olmalıydı. Bunun için entegre sınır yönetimi ve Türkiye'nin FRONTEX'e (AB'nın sınır ajansı) üyeliği konularına öncelik verdim. Daha sonra anlaşma yapıldı. Ne oldu? Müzakerelere katkısı oldu mu? Üstüne üstlük, müzakereler ve adaylığımız unutuldu, mülteci anlaşması en önemli konu ve bağ haline getirildi. AB ile mülteci konusunda çalışmak bizim göç mevzuatımızın ve bürokrasimizin görece geliştirilmesi bakımından iyi oldu, ama o kadar...

AB sürecinin ilk aşamasında bile Suriye'de böyle gelişmeler olacağı kimsenin aklından geçmiyordu. Şimdi dünyanın en çok mülteci alan ülkesi olduğumuzu söyleniyor. Coğrafi sınırlamayı askıya alınarak Suriyelilere geçici mülteci statüsü verilmesine itirazım yok. Çünkü coğrafi sınırlama insani açıdan ayırımcılığa yol açabilir. Kapınıza biri Avrupalı, diğeri Asyalı iki mülteci adayı geliyor, siz Avrupalıyı alıp Asyalıyı kovalıyorsunuz. Olacak iş değil elbette. Ancak Suriyeliler kitleler halinde alındı, hepsi gerçekten mülteci mi? Araştırmak gerekir. Bayramlarda Suriye'ye gidip gelenler mülteci olamaz. Gerçek mültecilere ayrılması gereken kaynaklardan düzmece mülteciler yararlanıyorsa gerçek mültecilere haksızlıktır bu. Suriyeli nüfusunun mülteci hukuku açısından ciddi bir incelemeye tabi tutulması gereklidir. Gerçek mültecilere saygı da bu işlemi gerektirmektedir. Bunun dışında kimseyi zorla gönderemeyeceğimize göre, gerçek mültecilerin bir yandan insan haklarına saygı gösterirken, öbür yandan Suriye'ye güvenli dönüş koşullarının hazırlanması için çalışmak gerekiyor. Mülteci hukukunda öngörülen en iyi çözüm mültecilerin geldikleri yerlere güven içinde dönmelerinin sağlanmasıdır. Bu amaçla Suriye yönetimi ve diğer aktörlerle dolaylı ya dolaysız görüşmek, Suriye sorununun çözümü için çabaları arttırmak gerekiyor. Yoksa, durum değişmezse, sorunlu bir gelecek hızla gelecektir. 3- 4 milyon Suriyeli Türkiye'de on onbeş yıl sonra çok geniş bir etnik grup oluşturacak. Birçok kentte gördüğümüz Suriyeli mahalleleri gittikçe büyüyecek, toplumsal uyumu sağlamak kolay olmayacak. Durum parlak değildir.

Başımızda Suriyeliler sorunu varken, bir de Afganlılar sorunu çıktı. Bu gelenler pek mülteciye benzemiyor. Başka ülkelerde kendilerine gelecek arayan işsiz vasıfsız genç erkek gürühları. Sanmıyorum almak zorunda olduğumuzu. Uygurları görmezlikten gelirken genç Afgan erkeklerini buyur etmek hangi insani kriter icabıdır, anlamıyorum. Ne yazık ki, ülkemizde yönetimin saydamlığı pek güçlü olmadığı için bizimkiler neden Afganlıları da alıyor, kafalarında neler var, bilmiyoruz.

Avrupalıların Afganlar için de “parasını verelim, siz bakın” demeleri de bir sürpriz değil, bilinen stratejilerinin devamı. Aslında biz parasını versek de topuna onlar baksa! Yineleyelim: Mültecileri komşu ya da mücavir ülkeler kabul eder diye bir kural yoktur mülteci hukukunda. Mültecileri korumak bütün uluslararası toplumun ortak sorumluluğudur. Önemli olan yük paylaşımı (burden sharing) ilkesini hakça uygulayabilmektir. Batılılar bir zamanlar bu ilkeyi daha fazla mülteci almalarına yol açabilir diye işitmek bile istemezlerdi. Israr etmek gerekir. Her olayda değişik şekilde olabilir yük paylaşımı, ama enayi yerine konulmamak önemlidir. Elbette, Suriyeli mültecileri tuttuğumuz için AB bize aferin üstüne aferin çekiyor. Acaba Afgan mültecileriyle ilgili olarak da benzer bir beklenti içinde miyiz? Batının bizi başka alanlarda eleştirmesini önlemek ve gerekirse bir koz olarak kullanmak için mültecilerin Batıya gidişlerini önlemek politikası uygulamadığımız söylenemez.

Mültecilerin korunması konusunu işliyoruz ama mültecilerden daha kötü durumda olanlar var: ülke içinde yerlerinden edilenler, ülke dışına kaçamayanlar. Yineleyelim: mülteci nüfusu 26 milyon iken, bu kategoride 42 milyon insan sayılıyor. Uluslararası hukukta bunlarla ilgili ciddi bir düzenleme, bir sözleşme yok. Devletler istemiyor. Dolayısıyla bu kategoridekiler ilgili devletlerin insafına kalıyor. Yerlerinden edilen kişiler için ülke içinde BM denetiminde, hatta yönetiminde güvenlikli bölgeler yaratmak gerekir. Suriye'de de bunu yapmak gerekiyordu. Suriye dışına mülteci akımını da azaltırdı güvenlikli bölgeler kurulması. Bizimkiler de önerdiler bu çözüm yolunu. Gel gör ki, Suriye'de güvenlikli bölgeler kurulması yönünde BM'in karar almasını Rusya engelledi. Böyle bir çözümün Suriye'nin egemenlik haklarına halel getireceğini savundu. Bu böyledir işte: önce devletin egemenlik hakkı, sonra insan hakkı...

Bir Suriye örneği bile gösteriyor ki mülteci ve yerinden edilen kişiler sorunlarına çözüm bulmak bakımından uluslararası hukuk da, uluslararası toplumun işbirliği düzeyi de yetersiz kalıyor. Uuslararası toplum mülteciler konusunda yük paylaşımı yerine yükü birbirine atma yarışı içindedir. Devletlerin siyasal kaygıları insancıl yaklaşımlardan daha önemli olmaktadır. Ancak, uluslararası düzeydeki bu yetersizlikleri gidermek için çaba gösterilmediğini söylemek yanlış olur. BM çerçevesinde son yıllarda iki önemli belge devletler arasında müzakereler yoluyla ortaya çıkarılmıştır. Bunların birincisi 2016 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilmiş olan Mülteciler ve Göçmenler İçin New York Bildirgesi'dir. Belgenin amacı dünyanın her yerinde gittikçe artan geniş mülteci ve göçmen hareketlerine uluslararası toplumun en iyi yanıtı nasıl vereceğini saptamak olarak sunulmuştur. Meraklısına bu belgeyi okumayı salık veririz. Sorunlar açıkça anlatılmıştır. Ayrıca belgenin çok önemli bir siyasi taahhütler bölümü vardır. Başka bir deyişle, BM üyesi devletler mülteci ve göçmen sorunlarının çözüm yollarında anlaşmışlar ve hepsi üstüne düşeni yapmaya söz vermiştir. Gözleriniz yaşarız. Sanki devletler melek olmuş da yazmışlar bu belgeyi!

İkinci önemli belge gene BM'de müzakere edilmiş ve 2018'de Fas'taki bir konferansta kabul edilen Güvenli, düzenli ve sistemli Göç İçin Küresel Mutabakat'dır. New York Bildirgesini tamamlayan bu belgede de devletler göz yaşartıcı işbirliği ve çözüm sözleri verirler. Uluslararası sınır yönetim işbirliği bile öngörülür belgede. Ancak bu ikinci belge bazı Batı ülkelerinde iç siyasal tartışmalara yol açmıştır. Trump yönetimi göcü teşvik ettiğini öne sürerek belgeyi reddetmiştir. Batılılar göçmenleri öcü gibi gördüğü, Rusya, Çin gibi Batı dışındaki büyük ülkeler de “nasıl olsa mülteciler bize gelmiyor” deyip arkalarını döndükleri sürece sözünü ettiğimiz sorunlara çözüm bulmak çok güçtür.

Uluslararası toplumun mülteci ve göçmen sorunlarına çözüm öngören bu iki önemli belgenin hukuki bağlayıcılığı olmaması etkilerini ve uygulanabilirliğini zayıflatmaktadır. Bunun yanısıra bazı Batılı ülkelerin ikincisini açıkça reddetmesi de belgelerin içerdiği siyasi taahhütlerin uygulanması konusunda umutları iyice kırmıştır. Oysa bu belgelere dayanarak yeni bir hukuki bağlayıcılığı olan bir sözleşme ortaya çıkarılması beklenirdi. Belli ki, uluslararası toplum henüz mülteci ve göç konularında ciddi işbirliği mekanizmalar oluşturcak olgunluğa henüz ermemiştir. Devletler, mülteci üreten çatışmaların çözümü konusunda anlaşamadıkları gibi mülteci yükünü paylaşmak yerine birbirinin üstüne yıkmayı tercih ediyorlar. Daha çok Suriye, Afganistan, Myanmar trajediledi yaşarız. İnsanlık henüz bu kadar! Yazık!

Yazarın Diğer Yazıları

Ölüm ana

Yaşamamıza izin veren Ölüm Ana olduğunu düşünüyorlar. Ondan medet umuyorlar. Ölümün yaşamdan güçlü olduğunu görüyorlar. Yılda yirmi, otuz bin cinayetin işlendiği bir ülkede ölüme "insaf et, bizi yaşat" diyorlar. Hayat o kadar ucuz olunca ölüme yakıştırılan güç artıyor. Ölümde ana rahminin, kucağının sıcaklığı aranıyor

Meksika'daki kadın

İnanılır gibi değil ama gerçek! Meksika'nın dini Guadalupe Bakiresi dinidir. Başka bir deyişle, bizim açımızdan önemli olan, Meksika'nın kendine özgü bir hristiyanlık, nerdeyse yeni bir din benimsemesidir. Başat figürü de bir kadındır. İşte maço Meksika! Ey Kibele! Sen nelere kadirsin!

Okuyan kadın

Kadını kitaptan ayıramazsın, yoksa elma boğazına takılır