29 Mayıs 2019

Bu da başka bir 27 Mayıs

Bütün politikacılara İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ezbere bilme zorunluluğu getirilse bilmem yararı olur mu?

12 Eylül iki olayın yıl dönümüdür. Biri darbenin, diğeri de Türkiye ile AET (AB) arasında Ankara anlaşmasının imzalanmasının. Genellikle ikinci anımsanmaz.

27 Mayıs da iki olayın yıl dönümüdür. Biri gene darbe yıl dönümü. Diğerini İbrahim Kaboğlu ve Aydın Sezgin Parlamentoda gündem dışı konuşmalarıyla anımsattılar: BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin resmi gazetede yayınlanmasının, yani ulusal mevzuatımıza resmen katılmasının yıl dönümü.

Bakanlar Kurulu’nun söz konusu bildirgenin resmi gazetede yayınlaması kararı çok hoş: “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin Resmi Gazete ile yayınlanması, yayımdan sonra okullarda sonra okullarda ve diğer eğitim müesseselerinde okutulması ve yorumlanması ve bu beyanname hakkında radyo ve gazetelerde münasip neşriyatta bulunulması...”. Evet, ‘Aradan yetmiş yıl geçti, ama olsun, hiç bir zaman asla çok geç değildir, bu kararın lâfta kalmamasını ve uygulanmasını bekliyoruz, diyebiliriz’, şaka yollu...

İnsanlık tarihinde çok önemli bir manevi aşamadır bu bildirgenin uluslarası camia tarafından kabul edilmesi. Hele şu “evrensel” sıfatı ne kadar önemli! İnsan hakları genel olarak bireyin ya da bireylerden oluşan toplulukların haklarının devletin olabilecek keyfi, haksız, adalete ilkesine aykırı davranışlarına, edimlerine karşı korunması demektir. Haklar evrenseldir, yani her yerde her an geçerlidir. Korunması da evrenseldir. İçişlerine karışmama ilkesi insan hakları bakımından işlemez. Devletler hem kendi vatandaşlarının hem de dünyadaki herkesin insan haklarından tam olarak yararlanmayı sağlayacak düzenlemeler, uygulamalar yapmak zorundadır. Daha da irdeleyelim evrensel insan hakları anlayışını: dünyanın herhangi bir yerinde bir bireyin insan hakları ihlâl edildiğinde uluslararası toplumun tümü onu korumakla yükümlüdür.

Elbette, bunlar ideal, daha doğrusu insanlığın varması gerektiği düşünülmüş en ileri aşama. Gene de 1949’dan bu yana önemli mesafe alındı. Geniş ve ayrıntılı bir uluslararası insan hakları hukuku oluşturuldu. İnsancıl hukuk gelişti. Avrupa konseyi, AB, Amerikan Devletleri Örgütü. Afrika Birliği gibi bölgesel örgütler de gidişe değişik ölçülerde katkı yaptılar.  Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurulması bence ileriye doğru dev bir adım oldu. Bütün sorunlara karşın, dünyadaki, özellikle Batı’daki insan haklarını koruma düzeyinin örneğin 19ncu yüzyıla ya da İkinci dünya savaşı öncesine göre daha yukarıda olduğunu söyleyebiliriz.

İlerleme her zaman düz çizgi halinde olmuyor. Bazen geriye dönüşler, sapmalar, yönünü şaşırmalar da görülüyor. Ne yazık ki, şimdi öyle bir dönemden geçiyoruz. Popülist yönetimlerin insan hakları pek umrunda değil. Birçok Batı ülkesinde ekonomik sıkıntılar ve göçmen korkusu ön planda. Yükselen küresel güç Çin’in de insan hakları performansı meydanda: kötü örnek oluyor.

Bu dönem ne kadar sürer belli değil. Ancak, insan hakları kurumlarının, sivil  toplumun, insan haklarına bağlı siyasi hareketlerin varlıkları olumsuz gelişmelere karşı bir gene de bir set oluşturuyor. Elbette, insan haklarının korunması için her şeyden önce bir hukuk devleti sistemi gereklidir. Dolayısıyla, olumsuz gelişmelerin, eğilimlerin birinci hedefi hukuk devletini zayıflatmak, erkler ayrılığını ortadan kaldırarak yargıyı siyasal iktidara bağımlı hale getirmek. Hele ülkede zaten güçlü bir insan hakları alt yapısı oluşmamışsa siyasal iktidarın insan haklarına zarar verme olanağı daha güçlü oluyor.

Türkiye zaman zaman insan hakları alanında atılımlar yapar, sonra bunları geri alır. Örneğin 1961 anayasasının olumlu yönleri ülkemiz için lüks bulunarak kırpılmıştır. 1987’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkının kabul edilmesi, AB’ye üyelik başvurusu insan hakları bakımından olumlu zemin yaratmıştır. AB süreci içinde özellikle 1999’dan aşağı yukarı 2006’ya kadar da insan hakları ve hukuk devleti bakımından önemli reformlar yapılmıştır.

Şimdi geldiğimiz noktada, “bu ilerlemelerden kaçı kaldı?” diye sormak vatandaş olarak hakkımız. Yanıtı hepimiz biliyoruz. Yargının bağımsızlığı, ifade özgürlüğü konularındaki görüntümüz, hayrettir, iktidarı rahatsız etmiyor galiba... Son zamanlarda işkence iddialarının yeniden artması insan hakları alanındaki geriye gidişin diğer bir göstergesi, vahim.

Sabah akşam maneviyattan söz ediliyor, ama esas manevi kalkınma insan haklarına saygı göstermekle olur. Bakalım nasıl çıkacağız bu tünelden...

Bütün politikacılara İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ezbere bilme zorunluluğu getirilse bilmem yararı olur mu?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Washington ve Ramallah

Özgür Özel’in Ramallah’a gitmesi “özel” bir anlam, önem taşıyacaktır. Ramallah’a, yerel seçimleri kazanmış, ülkesinin birinci partisi haline gelmiş bir siyasal hareketin lideri olarak gidecektir. CHP’nin sadece Filistin değil, Orta Doğu’ya ilişkin vizyonunu ortaya koyması, Ramallah’dan uluslarararası topluma Türkiye’nin yeni sesi olarak seslenebilmesi önemlidir

Ölüm ana

Yaşamamıza izin veren Ölüm Ana olduğunu düşünüyorlar. Ondan medet umuyorlar. Ölümün yaşamdan güçlü olduğunu görüyorlar. Yılda yirmi, otuz bin cinayetin işlendiği bir ülkede ölüme "insaf et, bizi yaşat" diyorlar. Hayat o kadar ucuz olunca ölüme yakıştırılan güç artıyor. Ölümde ana rahminin, kucağının sıcaklığı aranıyor

Meksika'daki kadın

İnanılır gibi değil ama gerçek! Meksika'nın dini Guadalupe Bakiresi dinidir. Başka bir deyişle, bizim açımızdan önemli olan, Meksika'nın kendine özgü bir hristiyanlık, nerdeyse yeni bir din benimsemesidir. Başat figürü de bir kadındır. İşte maço Meksika! Ey Kibele! Sen nelere kadirsin!