05 Temmuz 2017

‘Sivil-asker boşlukları’ nasıl yönetilmeli?

Subayın kafasındaki işletim sisteminin nasıl çalıştığını bilemeyen her toplum yeni sürprizlerle karşılaşabilir

15 Temmuz’un üzerinden bir yıl geçti. “Sivil-asker ilişkilerinde neredeyiz?” sorusunu irdelemeye devam ediyoruz. Bugün amacım size sivil-asker ilişkileri literatüründe önemli bir yeri olan ‘sivil-asker boşlukları (civil-military gaps)’ kavramını tanıtmak. Zira bu kavram üzerine ileride çok ama çok tartışacağız.

Hatırlarsanız, 15 Temmuz şoku ile Türk sivil-asker ilişkilerinin; otonomu ve imtiyaz vererek ordunun profesyonelleşmesini, profesyonelleştikçe de siyasetten uzaklaşmasını esas alan, temel amacı asker ile sivil arasına mesafe koymak olan  Huntingtoncu paradigmadan, orduyu ‘sivil olana’ çapalamak amacı taşıyan ve temel hedefi ordu ile sivil arasındaki mesafeyi yok etmek olan Janowitzci paradigmaya geçiş yaptığını önceki yazılarımda vurgulamıştım.  Artık Janowitzci paradigmada öncelikle varlığı hakkında farkında olmamız sonra da yönetmemiz gereken en önemli kavram ‘sivil-asker boşlukları.’

Janowitzci paradigmada temel esas orduyu günün sonunda coğrafi, siyasal, kurumsal ve siyasa yapımı (policy making) boyutlarında içinden çıktığı toplumun bir küçük bir kopyası haline getirmek. Bunun için de  biraz orduyu sivilleştirmek, biraz sivili askerleştirmek ve günün sonunda bir ‘sivil-asker benzeşmesi’ yaratmak ana amaç. Sivil ile askerin birbirine coğrafi, siyasal, kurumsal ve siyasa yapımı (policy making) boyutlarında benzeşmesi ile Janowitzci paradigma ordu-toplum senkronizasyonunun sağlanacağını ve bu sayede de ordunun aslında zaten ‘bir parçası olduğu’ olan topluma ve sivil siyasete müdahalesinin önünün alınacağını savunur.

Toksik siyasetin Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile ilgili tartışmalarımızı zehirlediği için sivil-asker boşlukları kavramını da siyasi parametreler ışığında tartışıyoruz ve bunu ben çok zararlı buluyorum. Örneğin “TSK’nın subay kadrolarında AKP desteği yüzde 1 bile değil” argümanı veya “16 Nisan referandumunda TSK’da ‘hayır oyu yüzde 70’in üstünde” argümanı buna örnek.

Öncelikle bir prensip: Sivil-asker boşlukları bir bilimsel yöntem meselesi. Yani bu kavramı sürekli objektif ve bilimsel bir şekilde ölçmek gerek. Hem sivil toplumdan hem de ordudan bahsediyorsak ölçüm temsili örneklemlere uygulanacak anket gibi kantitatif (nicel) yöntemlere dayanmalı. Yoksa kendi gözlemlerimizi genelleyip bu konularda kafamızdan yüzdeler, oranlar sallamak hoş değil.

Benim elimde doktora çalışmamda yaptığım Mayıs-Ağustos 2015 döneminde TSK’da görev yapan 39.845 subayın rütbe ve kuvvet dağılımları açısından temsili örneklemini içeren ve subayların çeşitli konulardaki kanaat ve görüşlerini ölçmeyi hedefleyen bir  bilgi seti mevcut. Aslında ’15 Temmuz öncesi subayların genel kanaatlerinin bir resmini’ veren bu çalışma 15 Temmuz sonrasında da tekrarlansa elimizde birbiri ile farklılıklarını ve benzerliklerini kıyaslayacak, bu farklılık ve benzerliklerin niçin’lerine kafa yoracak iki farklı TSK resmi olur. Zaten bu konuda 2018 Şubat gibi çıkacak bir kitap çalışmam var.

Şimdi size sivil-asker boşluğu kavramını daha iyi anlamanız yaptığım çalışmadan için birer örnek.

- Anketimin ilk bölümü subayların yetiştikleri çevrelerin bir resmini çekebilmek için memleketleri, anne-babalarının gelir ve eğitim durumları ile ‘subaylık tercihlerine’ ailelerin etkilerini inceliyordu.

Anket bulgularıma göre söyleyebilirim ki ‘coğrafi’ ve ‘sosyo-ekonomik arka plan’ açısından TSK’daki subaylar tam bir Türkiye profili. Yani subayların memleketlerinin coğrafi dağılımı ve ebeveynlerinin eğitim/gelir grupları açısından Türk sivil-asker ilişkilerinde bir ‘sivil-asker boşluğu’ yok. Ama iş kuvvetlere geldiğinde ise Deniz Kuvvetleri’nde subayların memleketlerinin coğrafi dağılımı açısından bir ‘sivil-asker boşluğu’ var çünkü Deniz Kuvvetleri’ndeki subayların çoğunun memleketi İstanbul, Kocaeli, İzmir, Bursa, Antalya, Mersin gibi denize kıyısı olan şehirlere yığılmış. Bu Deniz Kuvvetleri’nin sadece bu şehirlerde birlikleri olması ile açıklanabilir ama neticede Deniz Kuvvetleri’ndeki subay kadrolarının coğrafi dağılımı açısından bir ‘sivil-asker boşluğu’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Şimdi kritik soru şu: Sivil karar alıcı askeri etkinlik açısından bu boşluğun varlığına yani Deniz Kuvvetleri’nin subay kadrolarında kıyı illerinin coğrafi ağırlığına göz mü yummalıyız, yoksa sivil-demokratik kontrol açısından bu boşluğu yok etmeye mi çalışmalı?

Size ilginç bir örnek ABD’den. ABD Senatosunda 50 eyaleti temsilen her eyaletten 2 üye, toplamda ise 100 senatör bulunur. Her senatörün her yıl ABD Kara Harp Okulu (West Point), Deniz Harp Okulu (Annapolis) ve Hava Harp Okulu’na (Colorado) 2’şer öğrenci adayı teklif etme kontenjan hakkı vardır. Bu harp okulları senatörlerin teklif ettiği bu harp okulu öğrenci adaylarının kayıt/kabul işlemlerinde sorun çıkmazsa almaya mecburdur. ABD hükümeti bu sayede coğrafi anlamda subay kadrolarındaki ‘sivil-asker boşluğunu’ azaltmaya ve subay adaylarının memleketlerini tüm eyaletlere eşit oranda yaymaya çalışır.

‘Coğrafi dağılım ve subay anne-babalarının sosyo-ekonomik durumu’ deyince şimdi gelelim netameli konulara. Peki subaylarımızın etnik köken, dini köken veya mezhepsel durumları açısından da bir Türkiye profili yansıtmasını mı istiyoruz? Mesela şu anda Türkiye’de yüzbinlerce Ermeni yaşamasına rağmen TSK’da görev yapan Ermeni kökenli subay yok. Yani ortada Türkiye’deki Ermeni nüfusun TSK’da temsiliyeti açısından muazzam bir sivil-asker boşluğu var. Acaba TSK’nın üzerine oturduğu moral-manevi değerler açısından bu boşluğa göz mü yummalıyız, yoksa ‘sivil-asker benzeşmesi’ prensibi gereği Türkiye’deki Ermeni nüfusun topluma nüfusa oranı kadar oranda TSK’da Ermeni subay mı istihdam etmeliyiz? Kürt ve Alevi kökenli subay istihdamı konusunda da sorum aynı: TSK’nın moral-manevi değerleri açısından boşluk kalsın mı yoksa ‘sivil-asker benzeşmesi’ prensibi gereği bu boşluğu yok mu etmeliyiz? Bu konuda bir önemli sorun da şeffaflık. Acaba 15 Temmuz’un acısını sokakta yaşayan ve en büyük bedeli ödeyen biz ‘sivil toplum’ TSK’daki Kürt kökenli, Alevi veya Ermeni subay sayısını bilmeliyiz mi, yoksa bu konudaki karar alma yetkisini kapalı kapılar arkasında karar alıcılara mı bırakmalıyız?

Anketimin ikinci bölümü ‘bir güvenlik aktörü olarak TSK’ başlığı ile TSK’nın güvenlik kurumu olarak görev ve fonksiyonlarını irdeliyordu. Bakın anketten size gene çarpıcı bir ‘sivil-asker boşluğu’ örneği. Mayıs-Ağustos 2015’de yaptığım ankette subayların yüzde 70’i TSK’nın muharebe gücüne, stratejik kültürüne ve iş tutuş tarzlarına olumlu katkısı nedeniyle NATO hakkında olumlu kanaate sahip. 15 Temmuz’dan sonra bu olumlu kanaat eminim düşmüştür ama ben yüzde 50’nin altına da düşmediğine eminim. Peki ya Türkiye toplumundaki NATO algısı? 2012’de yazılmış bir akademik makaleye göre[1] Türkiye’de NATO hakkındaki olumlu algı her yıl düzenli olarak düşüşte. 2010’da yüzde 41’ ler düzeyinde olan olumlu algı, şu anda çok daha düşük. Daha da önemlisi Türkiye toplumu NATO’nun meşruiyetini sorgular hale geliyor. Şimdi size teknik bir ‘sivil-asker boşluğu’ sorusu: Acaba TSK’daki olumlu NATO algısı ile sivil toplumdaki olumlu NATO algısının benzeşmesi için;

  1. TSK’daki yüksek orandaki NATO algısı mı törpülenmeli?
     
  2. yoksa uygun kamu diplomasisi çabaları ile toplumdaki olumlu NATO algısı oranı mı yükseltilmeye çalışılmalı?
     
  3. Veya acaba TSK’daki olumlu NATO algısı ile sivil toplumdaki olumlu NATO algısını eşitleyebilecek bir ALTIN ORAN’ımız var mı? Varsa yüzde kaç?
     

Gelelim netameli siyasal alana. Anketimdeki subayların yüzde 45’i kendilerini ‘milliyetçi’, yüzde 43’ü ‘Çok Milliyetçi’, yüzde 4’ü ‘milliyetçi değilim’ diye tanımlarken, yüzde 8 subay bu soruya çekindiği için cevap vermemiş. En milliyetçi kuvvet Deniz Kuvvetleri, onu Hava Kuvvetleri onu da Kara Kuvvetleri takip ediyor.

Subayların yüzde 36’sı kendini siyasi görüş açısından ‘merkez’ olarak tanımlarken, yüzde 21’si ‘merkez sol’, yüzde 21’i ‘merkez sağ’ olarak tanımlıyor. Rütbe düştükçe ordu sağa çekiyor. Kara Kuvvetleri’nde ‘sağ görüş’, Deniz Kuvvetlerinde ise ‘sol görüş’ ağır basıyor. İlginç şekilde Mayıs-Ağustos 2015 itibarı ile subayların yüzde 50’si ‘laiklik’in tehdit altında olduğunu düşünmezken’ yüzde 83’ü ‘üniter devlet yapısının’ tehdit altında olduğu düşüncesinde.

Anketimde subayların dindarlık seviyesini dört soru ile ölçmeye çalıştım. Oruç tutma tercihleri, ahirete olan inançları, din-bilim algıları ve faizi tasvip edip etmedikleri. Subayların 30yüzde ’si ‘oruçlarımın bir bölümünü tutarım’ derken, yüzde 24’ü hiç oruç tutmadıklarını, yüzde 22’si ise oruçlarının tamamını kaçırmadan tuttuklarını, yüzde 10’u ise sağlık nedenleri ile tutamadığını söylerken yüzde 14’ü bu soruya cevap vermekten kaçınmış. Oruç konusunda en duyarlı kuvvet Kara Kuvvetleri iken oruç duyarlılığı en zayıf kuvvet Deniz Kuvvetleri. Yine ilginç şekilde rütbe küçüldükçe oruç tutma tercihi güçleniyor. 

Ankete göre subayların yüzde 99’u din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması fikrinde. Subayların yüzde 62’si ‘Ahiret gününe inanırken’ yüzde 24’ü ise inanmıyor. Ahiret inancı konusunda yüzde 14 gibi bir orandan cevap yok. Demek ki ordu içinde din konusunda tercihlerini açıklamak hala tabu demek mümkün. Yine rütbe küçüldükçe ahiret gününe olan inanç yüzde 50’lerden yüzde 80’lere çıkıyor. Çalışmamdaki önemli bulgulardan biri de sivil üniversite mezunu ‘Sözleşmeli Subayların’ Harp Okulu mezunu subaylardan daha muhafazakar ve daha merkez sağda olması. Özellikle Kara ve Hava Kuvvetlerinde genç rütbelerde sözleşmeli subay oranının fazla oluşu bu subayların kanaatleri kuvvet çapındaki subay profilini etkiliyor. Diğer yandan subayların yüzde 92'si din ve bilim çeliştiğinde bilimin rehberliğini esas aldığını belirtiyor. Yine, subayların yüzde 74'ü faiz konusunda bir hassiyet taşımıyor.  Bu oranlardan anlaşılabileceği gibi subayların laiklik anlayışı dışarıya çok da görünür olmayan, bilimi önceliklendiren ama bunun yanında muhafazkar değerleri de dikkate alan bir karakteristik taşıyor.

Şimdi kritik soru şu: Acaba subayımızın biz ne kadar dindar olmasını istiyoruz?

  1. Sivil-asker boşluğu olmaması için toplum kadar dindar,
     
  2. Toplumun genelinden daha dindar,
     
  3. Toplumun genelinden daha az dindar? İşte dindarlık açısından sivil-asker boşluğu olmalı mı olmamalı, olacaksa ne kadar ileride en önemli tartışma alanlarımızdan olacak. Ama bunu da teknik boyutta tartışabilmek için elimizde hem ordu içinde hem de sivil toplumda temsili örneklemlere aynı bilimsel yöntemle sorulmuş aynı anket sorularına ihtiyacımız var. Bu sayede yeni data setleri oluşturabiliriz.
     

Anketimde subayların Kürtçe konusundaki katı tutumu beni şaşırtmıştı. Ben Çözüm Süreci (2013-2015) ile bu tutumun biraz yumuşadığını düşünüyordum. Subayların yüzde 87’si Kürtçe’yi hala siyasal açıdan okuyor ve kesinlikle Kürtçe’nin kamuda (özellikle eğitimde) görünür olmasını istemiyor. Gene bu konu güzel bir ‘sivil-asker boşluğu’ sorusu. Konda’nın Vatandaşlık Araştırması (Mart 2016)[2] çalışmasına göre Türkiye toplumunun sadece yüzde 24’ü Kürtçe anadilde eğitimine ‘kesinlikle’ her hal ve şartta karşı. Şimdi sorunumuz;

  1. Acaba TSK subay kadrolarının yüzde 87’sinin Kürtçe konusundaki dirençleri mi törpülenerek düşürülmeli mi?
     
  2. Yoksa Türkiye toplumunun Kürtçe konusundaki hassasiyeti mi arttırılmalı? Peki sizce Kürtçe hassasiyeti konusunda TSK’nın oranı ile toplumun genelinin oranını eşitleyecek bir Altın Oran var mı? Varsa yüzde kaç?
     

Subayların ‘zorunlu askerlik’ konusundaki kafası karışık. Bir yandan ordunun mevcutlarının düşürülmesi ve daha çok profesyonelleşmeye vurgu yaparlarken diğer yandan zorunlu askerliğin kalkmasını pek de istemiyorlar. Subayların büyük çoğunluğu demokrasiyi varılacak son nokta ve mutlaka korunması gereken bir ‘değer’ olduğu şeklinde ‘idealize edilmiş’  şekilde kavramsallaştırıyor ki bu bana göre büyük sorun. Subaylar arasında siyasete müdahale motivasyonunda bu demokrasinin aslında günlük siyasi pratiklerin oluşmasına imkan veren araçsal/işlevsel karakteri yerine mutlaka korunması gereken ‘idealize’ karakterinin ağır basması bana göre en temel sivil-asker boşluklarından. Bu nedenle ne yapar eder Harp Okullarının müfredatına ‘Siyaset Teorisi’ dersi koyar ve Harbiyelilerin demokrasi, devlet, milliyetçilik, adalet, özgürlük vb. temel kavramları tanımalarına izin verirdim.

Ankette çıkan bir önemli sonuç da subayların büyük çoğunluğunun sivil-asker ilişkilerinde Meclis’in ve komisyonlarının daha çok rol oynaması konusundaki beklentileri. Şimdi imkanım olsa subayların ne kadarının meclisi, ne kadarının Cumhurbaşkanlığını (Külliyeyi) ‘sivil patron’ olarak gördüğünü öğrenmek çok isterdim.

Anketimde ne yazık ki subayların hangi partiye oy verdikleri, siyasi tercihleri, AKP hakkındaki görüşleri, dindarlık seviyeler vb. konularda doğrudan soru soramadım. Bu nedenle bu konularda elimde veri yok.

Ama sonuç olarak artık bir ‘sivil-asker benzeşmesini’ esas alan ve orduyu topluma çapalamayı amaç edinen Janowitzci paradigmaya geçtiysek önümüzdeki dönemde sivil-asker ilişkilerindeki en büyük sorunsalımız ‘sivil-asker boşluklarını’ yönetmek olacak. Onları yönetirken de hep;

  • Ordudaki algı ve kanaatleri değiştirerek onu sivil toplumdakilere yaklaştırmak,
     
  • Sivil toplumdaki algı ve kanaatleri ordununkilere yaklaştırmak,
     
  • Boşluğu bir ‘ALTIN ORAN’da eşitlemek olarak özetlenebilecek üç temel hareket tarzımız olacak.

Diğer yandan ‘sivil-asker boşluklarını’ çalışırken hep ‘sivil-asker benzeşmesi’ ile;

  • Ordunun etkinliği (muharebe gücü) ve verimliliği ( en az girdi ile en çok çıktı),
     
  • Ordunun artık gelenekselleşmiş moral-manevi değerleri,
     
  • Ordunun ne pahasına olursa olsun Laik kalması gereken karakteri,
     
  • Demokrasi/İnsan hakları gibi prensipler hep çatışacak. Ve ‘sivil-asker benzeşmesi’ uğruna bu prensiplerden fedakarlıkta bulunmamız gereken durumlar karşımıza çıkacak.

Örneğin ‘cuma namazını kılma’ tercihinin sivil toplumdaki oranı ile ordu içindeki oranını ‘sivil-asker benzeşmesi’ uğruna eşitlemeye çalışırken ‘Ordunun Laik karakteri’ prensibi ile bir çatışma kaçınılmaz. Veya Harp Okulları’na öğrenci alırken öğrenci ailelerinin etnik/mezhepsel kökenlerine dikkat eden bir ‘sivil-asker benzeşmesi’ ile ‘ordunun geleneksel moral-manevi değerleri’ çakışabilir. Veya illa eğitim düzeyi açısından sivile benzesin diye subaylara tamamen sivil üniversite eğitimi verirsek bu askeri etkinliği olumsuz etkileyebilir.

Ne dersiniz? Acaba 15 Temmuz sonrasında TSK sivil toplum kadar mı dindar, demokratik, milliyetçi, laik, NATO’cu, Avrupa Birliği’ni destekler olmalı? Yoksa bu kategorilerde TSK’ya (özellikle subay kadrolarına) özel oranlar mı hedeflemeliyiz? Şayet özel oranlar hedefleyeceksek yüzde kaç ve niçin?

Sonuç olarak; sivil-asker boşluklarını yeni dönemde çok konuşacağız. Ama bu boşluklar hakkında konuşabilmek için temsili örneklerle gerek ordu içinde gerekse sivil toplumda aynı bilimsel yöntemler kullanılarak sorulmuş aynı tip sorulara yer veren bilimsel çalışmalara ve bu çalışmalar sonucunda elde edeceğimiz data setlerine ihtiyaç var. Sivil-asker boşluklarını anlamanın ve çalışmanın ilk şartı ordunun şeffaflaşması ve üzerinde çalışılmasına izin vermesi. Akademisyenlere bilimsel literatüre katkı için şayet bu imkan sağlanmazsa gene ‘gazeteci düzeyindeki’ bilgiler ve entelektüel seviye ile meseleyi anlamaya çalışmaya devam ederiz. Günün sonunda toksik siyasetten hepimiz zehirleniriz. Bir de gözlemim sivil-asker ilişkilerinde tartışmayı ne kadar sayısallaştırır, kantitatif (nicel) yöntemlerle oluşturulmuş data setleri ile elde edilmiş bulgularla konuşabilirsek o kadar da toksik siyasetten arındırmış oluyoruz. Bu nedenle literatürün sayısallaştırılması acil ihtiyaç. Bunun için de askerin kafa yapısını değiştirip bu alandaki akademik çalışmalara imkan vermesi gerekiyor. Sivil toplum ve akademi subay kadrolarının algı ve kanaatlerini ne kadar yakından bilirse subay kadrolarına FETÖ ve benzeri yapıların sızması engellenir ve yeni 15 Temmuz’lar yaşanmaz. Unutmayın subayının kafasındaki işletim sisteminin nasıl çalıştığını bilemeyen her toplum sivil-asker ilişkilerinde yeni sürprizlerle karşılaşabilir.

Bir son not da siyasi karar alıcılara gelsin: Ben güvenlik sektöründeki Sn. Cumhurbaşkanı ve Sn. Milli Savunma Bakanı gibi sivil elitleri ve söylemlerini çok yakından takip ediyorum; ‘Askeri teknoloji ve savunma sanayisi’ merkezli ve çok teknik bir bakış açısı ile bir dönüşüm bakış açısındalar. Unutmayın Türkiye’de pek üstüne düşmediğimiz sivil-asker ilişkilerinde siyasa yapımı (policy making) ‘milli gemi’, ‘yerli uçak’ yüzde 100 Türk malı silahlı İHA’ yapmak kadar, hatta onlardan bile daha önemli. Sivil-asker ilişkilerinde, özellikle askeri eğitim sisteminde, rütbe tayin ve terfilerde, karar alma süreçlerinde asker-sivil entegrasyonunu öngören alanlarda Siyasa (policy) yapımı ve kurumsallaşma olmazsa olmaz. Salt askeri teknoloji ve savunma sanayisindeki gelişmeler ve ‘yeni nesil yerli ve milli’ silah sistemleri ve platformlarla kurumsal dönüşüm tartışamazsınız. Tekrar hatırlatayım: 15 Temmuz ile TSK’nın kurumsal dönüşüm konusundaki iştahı kaçtı ve ordu ‘Sanki 15 Temmuz olmamış gibi’ davranma refleksine girdi. Şimdi top sivil bürokraside. Acaba ne zaman sivil-asker ilişkilerinde siyasa yapımı (policy making) konuşmaya başlayacağız? Anlaşılan asker kendi kendini dönüştüremeyecek, bu konuda sivilin elinde de kayda değer bir şey yoksa yandı gülüm keten helva....


[1] Ebru Ş. Canan-Sokullu, “Türk Kamuoyunda NATO Algısı”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 34 (Yaz 2012), s. 151-182.

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye politikasızlığımızın artan maliyeti: Peki çözüm ne?

Peki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mevcut askeri yığınaklanması ve operasyonel gücü sayesinde Rusya hava sahasını da açarsa Tel Rıfat’ı almasına alır da bu bölgenin alınması Türkiye’nin Suriye politikasının siyasi hedefine hizmet eder mi?

Fırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var?

Soçi’deki zirvede ne tür bir alışveriş oldu bilemiyoruz ama mevcut durumda Putin bir şey almadan Tel Rifat’ı bize vermez. Bölgede, yani Fırat batısında ABD’nin ne hava sahasında ne de karada etkisi var; muhatabımız Moskova

Suriye, İdlib, TSK'dan istifalar ve tarihe bir not

İki jeopolitik gerçeklik ve iki operasyonel gerçeklik ışığında İdlib’de sahadaki durum değişti. Peki ne yapmalı?