14 Eylül 2019

“Eylül’de gel…”me! (2)

Geçen yıl bu günlerde, bu başlıkla yazdığım yazının devamı… Eylül’de adeta patlayan etkinliklerin “hedef kitle”lerde yarattığı bunaltı ve Eylül’ü hâlâ sonbahar ayı sananların yanılgısı…

Elimde “baklava dilimi” desenli kristal bir kadeh, içinde de en sevdiğim viskilerden 18 yıllık Chivas var. Kesme kadehin girinti-çıkıntıları viskinin kızıl rengini iyice parlatıyor, kadehte ışıldayan viski gözü de okşuyor. Ne var ki, meşe fıçılarda geçen 18 yıllık güzellik uykusunun ağır ağır oluşturduğu rayihaları gölgelemesin, damağımda da fazla seyreltmesin diye tek bir buz koydurduğum viski, bana her zamanki kadar haz vermiyor. Zira bu tür iddialı viskileri daha çok serin aylarda içiyorum, yaz aylarında kadehe yarım kürek buz koydurabileceğim, bol buzla tadının geri planda kalmasına üzülmeyeceğim daha gündelik viskiler içiyorum. Ve bu sahneyi yaşadığım eylül, artık okul kitaplarındaki gibi bir sonbahar değil, yaz ayı… Yaz da, sofistike viskiler yudumlamak için en iyi mevsim değil doğrusu!


Bir yaz günü sergileri bir viski kulübünün konukseverliğiyle izlemek bile insanı bunalmaktan kurtarmıyor... 

11 Eylül günü koleksiyonerlere açılışı yapılan Contemporary İstanbul sanat fuarında, viskiseverleri bünyesinde toplayan Brothers1801 kulübünün VIP salonundayım ve bunları düşünüyorum… Saatlerce yürümeyi, ayakta durmayı, stanttan standa adeta koşturmayı gerektiren dev bir sanat fuarının niye bir yaz ayında açıldığına kafa yoruyorum. Bu fuarın, Koç Vakfı’nın dev sanat merkezi Arter’in, İstanbul Bienali’nin, İstanbul Modern Müzesi ve diğer birçok sanat galerisindeki etkinliklerin adeta bir sanat patlaması yaratan açılışları hep aynı günlerde. Ve buralara yetişmeye çalışan sanatseverler, onlarla buluşan sanatçılar, galericiler, hizmetliler sıcaktan, nemden perişan halde… Üstelik bu etkinliklerde alışveriş yapacağı umulan gelir ve kültür düzeyi yüksek “hedef kitle”nin büyük bölümü ortalarda yok, yatlarında, villalarında, tatil yörelerinde.

Bu durumda, geçen yıl tam da bu günlerde kaleme aldığım “Eylül’de Gel…me!” başlıklı yazımı hatırlıyorum:

“Sıcak ve bunaltıcı Eylül insanın üzerine ağır bir değirmen taşı gibi çöküyor, ne nefes aldırıyor, ne de hayat kavgası için enerji bırakıyor. İnsan Meksikalılar gibi bir gölge bulup bir hasır şapka altında büzülerek uyuşmak ya da serin bir parkta banka oturup yeşilliklere dalarak tembellik yapmak istiyor. Zaten çoğu İstanbullu tatilden döndüğü halde şorttan ve şıpıdık terlikten vazgeçmiyor, yazlıktaki havasını sürdürüyor.

Ünlü İngiliz şair T.S. Eliot, tüm dünyanın ezberlediği bir dizesinde ‘Nisan ayların en zalimidir’ diyordu. Oysa bu yıl, ayların en zalimi Eylül oldu. Zira trilyonlar harcanan nice etkinlik, neredeyse boşa gitti. (…)

Hem aynı hedef kitleye seslenen etkinliklerin aynı günlerde olması izleyici kitleyi böldü, hem de sıcaklar dolayısıyla insanların oradan oraya koşturacak mecali yoktu. Her yeri inşaat olan İstanbul’un kangrenleşen trafiği, arada birden çıkan fırtına ve yağmur derken, Eylül ayı lezzet etkinlikleri açısından tam anlamıyla güme gitti…

Adını koyalım: Eylül artık yaza dahil…

Eylül etkinliklerinde yaşanan hezimetin sebebini ararken, faturayı küresel ısınmaya kesmiş ve ‘Galiba artık Eylül’ü bir yaz ayı olarak kabul etmeliyiz’ diye düşünmüştüm. Yine de uzmanı olmadığım bir konuda baltayı taşa vurmak istemedim, Meteoroloji Mühendisleri Odası Başkanı değerli arkadaşım Ahmet Köse’yi aradım. Köse küresel ısınma deyimini ‘küresel iklim değişikliği demek daha doğru olacak’ diye düzelttikten sonra, düşüncemi doğruladı:

“Artık eski mevsimler yok. Son 15 yıllık verilere göre sonbahar ve ilkbahar mevsimleri 20-25 gün kadar kısaldı, yaz ve kışlar uzadı. Eskiden Ağustos’un yarısı yaz, yarısı kış denilirdi. Artık Eylül’ün yarısı yaz, yarısı kış demek gerekiyor. Kitlesel etkinliklerle ilgili planlamalar da buna göre yapılmalı…”

Öte yandan kibar ifadesiyle ‘küresel iklim değişikliği’ Temmuz ve Ağustos’u eskisinden de sıcak kıldığından, daha ılıman Eylül’ün değeri de gitgide artıyor. Çocuklarının okul derdiyle uğraşmayacak yaşlara gelmiş, işyerlerinde de patron ya da üst yönetici olduğu için tatillerini istediği gibi düzenleyebilen reklamcı jargonuyla ‘A +’ kesim, tatil için özellikle bu ayları seçiyor. Orta sınıflar yazlıklardan kentlere akarken onlar tersine davranıyor, uçaklara, yatlara atlayıp Ege’nin, Akdeniz’in dantel gibi koylarında limonata gibi bir havanın tadını çıkarıyorlar. Onlar için düzenlenen etkinlikler de boş yere ilgi bekliyor.

Tüm bu saptamalardan sonra, galiba Alpay’ın o ünlü şarkısını biraz değiştirmek gerekiyor:

‘Eylül’de gel’me…”

*  *  *

Bu yıl aynı şeyleri yaşadıktan sonra, bir kez daha aynı başlığı atıyor, bundan böyle kapalı alanlarda yapılacak etkinlik sezonunun Ekim’de başlamasını umuyorum. En değerli şey olan zamanı ve ekonomik potansiyeli doğru kullanmak istiyorsak tabii…

Yazarın Diğer Yazıları

Fındıkağacı malikânesi

İskoçya'nın bir numaralı malt viski üreticisinin miras bıraktığı paha biçilmez fıçılar şişelendi, Türkiye'ye kadar geldi…

İçki dünyasından bir Levent Kömür geçti

İçki dünyamızın en büyük şirketi Mey Diageo’yu 7 yıl boyunca yöneten, görevini soranlara “Yeni Rakı’nın genel müdürüyüm” diyen sıradışı bir insanın serüveni…

“Ramazan'ın gülü” giderek soluyor…

Güllaçlarda gül tadının “eser miktarlara” indiği, gül reçelinin hepten unutulduğu, gül likörünün anılarda kaldığı günlerde, sitemli bir Ramazan yazısı…