18 Ekim 2019

Kinin bulaşmasın!

Hepimiz kendimizi lotus çiçeği sanıyoruz. Sanıyoruz ki kir bize bulaşmıyor...

Bazen şarkılar birini söyler, biz o söyleneni severiz, onun divanesiyizdir. Lakin o ‘divanelik’ bittiğinde şarkının da hükmü biter. Bizim için herhangi bir şarkı olur. Bazen de şarkılar bir şey söyler. Ve o bir şeyler huzursuz eder. Bajar’ın üçüncü albümü Altüst/Ser û bin’de yer alan “İstanbul” da huzursuz eden şarkılardan.

Huzursuz ediyor çünkü; kendi küçük dünyamızda mutlu mesut ‘çekirdek aile’ yaşayıp giderken görmezden geldiğimiz hayatlara söz tutuyor.

İstanbul’da sonbahar güzelliklerini düşünürken,  bir günlüğüne Adalar’a kaçma planları yaparken, Balat’ın sokaklarıyla Kuzguncuk evlerini karşılaştırırken…

Vapur sefasını, İstiklal tramvayını düşünürken…

Moda’dan Bahariye’ye doğru şöyle bir salınıp yürümek varken…

 Emirgan’da kahvaltıyı Kanlıca’da yoğurt yemeği planlarken…

Cuma namazını Çamlıca’da ‘büyük cemaatle’  kılıp koca güneş gözlükleriyle Teşvikiye camiine taziye gidecekken…

Cümle medya yayın organlarına Dolmabahçe Sarayı’ndan yaratılanı yaratandan ötürü sevdiğini söyleyip Sultanahmet’te Kürtçe dil kursunun vatana ihanet olduğunu ilan ediyorken…

Madende göçüğe ‘fıtrat’ tren kazasına ‘mukadderat’, depreme ‘kader’ deyip yüksek güvenlikli evlerde yaşamaya devam ederken…

Milyonların yaşadığı şehre dibinden bakmış Bajar. Vedat Yıldırım bunu arka sokaklara bakan bir grup olmalarına bağlıyor. İstanbul’un ışıklı sokakları yerine dibini anlatıyor. Soğan kokan elleri… Üç metrekarede uykusuz mesaide geçen hayatları, vitrinleri parlatanları, masaları silenleri, yerleri süpürenleri…

“Niye İstanbul’un dibine baktınız?” diye sorunca “Çünkü İstanbul’un dibi var” diyor Vedat Yıldırım. İstanbul’da katmanlı paralel hayatları anlatıyor.  Biz güzel bir akşam yemeği yerken mutfakta uykusuz mesaide çalışan işçilerden hiç haberimiz yokmuş gibi, sanki her şey kendiliğinden oluyormuş gibi davranma alışkanlığımızı.

“O şarkı kendi içinde bir yabancılaşmayı barındırıyor. Sanat aslında çelişkidir. O çelişkiler bize söz söyletir. Kinaye, mecaz da çelişkiden doğar. Süt liman bir hayatta herhalde daha farklı bir sanat yapılır. Fakat bizim süt liman bir hayatımız yok. Hayatı nasıl anlatacağız? Nereden başlayacağız? Biraz da böyle cümleler kurmak gerekiyor.”

Oysa biz kapıları sıkıca kapatıyoruz.

Kir bulaşmasın istiyor, kin bulaştırıyoruz.

Hiç ölmeyecekmiş gibi hırslanıyor, hiç kaybetmeyecekmiş gibi zulme yaslanıyoruz.

Hiç sevmemiş gibi nefret ediyor, çok seviyormuş gibi küçümsüyoruz.

Aslında ne söylüyorsak ve neden şikâyet ediyorsak hepsi biziz. Soğan doğrayan çocuğu görmek istemeyen, mülteciler için “gitsin” diyen, el açan birini gördüğünde yüzünü buruşturan… ‘Her yer beton’ diye deyip evini ‘iyi bir payla müteahhide vermek için pazarlık’ eden…

Korna sesinden nefret edip önümüzdeki araç hemen yola koyulmadığında sinirlenen biziz çünkü.

Bağır çağır konuşulan masalara, insanlara kızıp birkaç kişi olduk mu sesimizin ayarını bilmeyen biziz.

Sokak hayvanları için koyulan su kaplarına izmarit atan, metrobüste birbirini itekleyen…

Acelesi olan biziz, sakinlik isteyen yine biz…

Emekten bahsettiğimiz masalarda servis biraz geciktiği zaman garsonu azarlayan biziz.

Haftanın altı günü çalışmaktan yakınıp günde 12 saat ayakta kalan tezgahtar güler yüz göstermiyor diye sinirlenen biz.

Ellerini göğe açıp dua eden, şükür eden biziz. Dillere, milliyetlere beddua eden yine biz…

Şehirde yaşayan medeniyetlerle gururlanıp onları yok sayan biz...

Yaptığı yüz yıllık evde oturup Ermeni’ye küfreden biziz. Çaldığı saza aşık olup Çingene’ye aşağılayan biz… Alevinin kapısını işaretleyip, Rumları bir gecede ‘silen’…

Varsa bir zalimlik sırtını sıvazladığımız için güçleniyor. Herkes kendi bildiğince katılıyor devrana kimi meyhanede kimi camide. Biri zekat veriyor öteki uyarsa bahşiş.

Hepimiz kendimizi lotus çiçeği sanıyoruz. Sanıyoruz ki kir bize bulaşmıyor. “Öyle bir şey yok” diyor Vedat “Hiçbir şeye bulaşmadan yaşayabileceğimiz bir hayat yok. Onu Nilüfer çiçeğinden başka yapabilen yok. Bataklıkta sadece Nilüfer çiçeği açar. Bunun için sistemlerin konuşulması lazım.”

Konuşmak için biraz huzurumuzun kaçması lazım. Biraz arka sokaklara, biraz kendimize bakmak. Aynada gördüğümüz suretle tekrar tanışıp konuşmak… Belki biraz altüst olmak ama yeniden yola koyulmak… “Yollarımızı buluruz yeter ki gönlümüz açık olsun.”

İyi ki…  İyi ki ‘tuzu kuru’ olabilecekken gamsız ‘bir huzuru’ olmayanlar var. Lotus çiçeği olmadığımızı onlar sayesinde hatırlıyor, hayat ‘yeniden’ diyebilme ve altüst olma cesaretini onlardan alıyoruz. …

 

***

Sanırım 2011 yılıydı. Kardeş Türküler’in Açıkhava’da konserinde Sırrı Süreyya Önder ve Dilber Ay’da sahne almıştı. Dilber Ay bembeyaz elbisesi içinde arkasında saz çalan kadim dostu Sırrı Süreyya’ya “Ölmeyesin Sırrı ölmeyesin” diye seslenmiş, Sırrı Süreyya da Dilber Ay’a “sen de ölme Dilber kimse ölmesin” demişti…

Ölmeyesin Vedat kimse ölmesin…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Makul isyandan makus tarih çıkar

Ülkenin batısında bir yerlerde bir yıkım, yangın adaletsizlik olduğunda avazı kadar çıkan sesimiz doğusunda yaşandığında içimize kaçıyorsa hak ve adalet meselesi ile ilgili derin çelişkimiz var demektir...

Sokak güzeldir

Kayboluyoruz… Küçük hesaplarımızla didişirken o büyük bir denizin ortasında kayboluyoruz. Ve bunun için bir fırtına olması da gerekmiyor. Çünkü hayat insanı fırtınadan daha şiddetli savuran bir şey

Neyi seçeceğiz?

Biz 14 Mayıs'ta kimin şampanya patlatıp, kimin namaz kılacağını seçmeyeceğiz; isteyenin şampanya patlatıp, isteyenin dua edeceği, inancı, dili, dini nedeniyle kimsenin ötekileştirilmediği bir ülkede yaşama arzusunu seçeceğiz