05 Aralık 2021

Roman adı olmaktan çıkıp yaşam biçimine dönüşen sözcük: Körleşme

İçeriği her geçen gün boşaltılan dünyanın körleşme süreci, bunca 'bilgi' çokluğuna karşın doğal akışını sürdürüyor. Yakınımızdan, dünyanın algılayabildiğimiz en uzağına baktıkça yaşadığımız gerçek budur, farkında olmadan her birimizin körleştiğinin de gerçeğidir bu

Elias Canetti'nin, dünya edebiyatının başyapıtlarından biri Körleşme romanı hakkındaki yazım yayımlandığında (Dergâh, Kasım 2011; Kurmaca ve Gerçeklik 2014, içinde) romanın yazılışının sekseninci yılıydı. 1905 doğumlu Canetti, bu kült romanını 1931'de yazdığında henüz yirmi altı yaşındaydı. Romanın yazılışından elli yıl sonra,1981'de Canetti 'Nobel Edebiyat Ödülü' aldığında aynı yıl romanın Türkçe çevirisi de yayımlandı. Benim okuduğum ve hakkında yazdığım Körleşme, romanın Mart 2011'deki yedinci baskısıydı. Yazılışının doksanıncı yılındayız ve Körleşme, yayımcı değiştirerek de olsa on birinci baskısına (Ağustos 2021) ulaştı. İçinde doğduğu Almanya ile sınırlı bakıldığında ayak sesleri duyulan Nazizmin ön bilgisi/haberi sayılabilecek roman, dikkatli bir gözle okunduğunda ise dünyanın körlüğüne ironik bir vurgudur.


On beş yaşına gelmemişken "dünyada mevcut kitapların yeterli olup olamayacağı" düşüncesiyle "Ya hepsini okuyup bitirirsem ne olurdu?" (Kurtarılmış Dil, 2004) kaygısıyla on yedi yaşındayken de okuduğu Gılgamış Destanı'ndan oldukça etkilenen Canetti'nin, "her şeyi öğrenmek ve dünyada bilmeye değer her şeyi bilmek isteyen" (Gözlerin Oyunu, 2000) birisi olduğu, Körleşme romanının yazarından bağımsız okunamayacağını gösteriyor.

Fildişi kulesindeki dünyası, yalnızca kafasının içindekilerle sınırlı Sinoloji uzmanı Kien'in hikâyesi Körleşme romanını okuyuşum, romanın kendisi değil de roman hakkındaki bir yazı sebebiyledir, neyse ki 'yazı' da romancının yazısıdır. "İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerinde yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur" cümlesiyle Canetti'nin felsefesini özetleyen Sözcüklerin Bilinci (2001) adlı kitabındaki "İlk Kitap: Körleşme" (1973) başlıklı yazı, benden başkalarına da bu büyük romanı okutmuştur diyebilirim. Andığım yazı her halükarda okunmalıdır; romanı yazıdan önce okuyanlar, romanı anlamak için yazıya kesinkes döneceklerdir. Adını verdiğim kitapta, 'Nobel Edebiyat Ödülü' almış kimyager bir romancının, yazarlık sürecini aydınlatan önemli yazılar var ancak "Yazarın Uğraşı" (1976) başlıklı olanı, olmazsa olmazlara ekleyeyim.

Altı yıl yaşanılan tek kişilik bir odanın, "deliler kenti Steinhof'u görebilen" odanın ürünü Körleşme romanını okuduğumdaki şaşkınlığımı saklayamam. Okumayı bitirince iki sözcüğü imdadıma çağırmış gibiydim: kıskançlık ve hayret. Dünya edebiyatının başyapıtlarından Körleşme romanını yirmi altı yaşındaki genç Canetti yazmıştı ve bu kült romanın Türkçe çevirisi yayımlandığında Ahmet Cemal kırklarındaydı. Her iki adı da kıskanamazdım çünkü ne romancıydım ne de çevirmen. Osmanlı vatandaşı doğmuş Canetti, Türkçe biliyor idiyse Ahmet Cemal'e, "romanımın Almancasını nasıl buldun" türünden sözler söylemiştir gibi geliyor bana. Belki asıl şaşılacak olan, Canetti'nin, çeyrek yüzyıl bile yaşamamış Georg Büchner (1813-1837)'in, yirmi iki yaşındayken yayımlanan Lenz (1835) kitabını okuyunca "yazmış olmakla o denli gurur duyduğum Körleşme gözümde korkunç biçimde küçülüverdi" demesidir. Benim payıma düşen, hayret etmekten başka ne olabilir ki…

Denemelerini de okuduğum Canetti'nin, çeyrek yüzyıllık deneyimleriyle yazdığı ve 1960'ta yayımlanınca çeyrek yüzyıl önce yayımlanıp kalmış romanı yeniden gündeme taşıyan Kitle ve İktidar kitabını kendime söz vermeme karşın henüz okuyamadım ne yazık ki… İki roman daha vardı beni Körleşme ayarında etkileyen ve benim yazarak anlatmaya çalıştığım: Malina (İngeborg Bachmann) ve bir de Vergilius'un Ölümü (Hermann Broch). Baktım ki her iki romanı da Canetti'nin İnsanın Taşrası ve Sözcüklerin Bilinci kitaplarını çeviren Ahmet Cemal çevirmiş bizim için. Akşit Göktürk'ün, "Çeviren için her zaman iki anlamlar dünyası vardır: çevrilecek metnin dünyası, amaç dilin okurunun dünyası." (Sözün Özü, 2012) cümlesini anımsayarak iki ayrı dünyayı hemhâl eden kişi dedim Ahmet Cemal için.

Yazılışından dört yıl sonra 1935'te yayımlanabilen Körleşme, üç ana başlıkla sunulur okura: Dünyasız Bir Kafa, Kafasız Bir Dünya ve Kafadaki Dünya. Kendisine 1931'de ulaşan ilk dosyayı okumadan yazarına iade eden Thomas Mann'ın, yayımlandıktan sonra övgüyle tanıttığı romanın bölümlerinin alt başlıkları, romanın çok daha başkalarını temsil eden üç ana karakterinin ilişkileriyle örülür. Yirmi beş bin kitabı barındıran kütüphanesinde, dünyada olup biteni umursamadan okuyan Profesör Kien, "dünyasız bir kafa"nın insanıdır denilebilir. Dünyanın satranç ustası olduğunda kuşkusu olmayan cüce Fischerle, onurunu kurtarmak peşindedir. Bakımsız, yaşlı ve yoksul Therese, evinde hizmetçisi olduğu Kien'den on altı yaş büyük olmasına karşın onunla evlenerek yalnızca para kazanmayı düşünür. Üçünün dışında, romanın başka kişileri de var elbette ancak "kafasının boşluğunu bir sürü adale" ile doldurmuş "budala" kapıcı Pfaff da sözü edilmesi gerekenlerdendir romanın körleşme serüveninde.

Yıldız Ecevit'in, romanın ana karakterlerini değerlendirişi önemlidir: "Elias Canetti'nin bu romanda çizdiği dört figür de, maddenin egemen olduğu çağdaş toplumların bireylerindeki yanlış kişilik biçimlenmelerini grotesk boyutta gözler önüne serer. İnsan karikatürü görünümündeki bu figürler, birbirlerinin karşıtı özellikleriyle garip çiftler oluştururlar: şan, şöhret ve zenginlik düşkünü Yahudi cüce Fischerle, para sözünü kullanmanın bile kendini aşağıladığını düşünen, soyut bir yaşam insanı Kien, modern dünyanın uyumsuz Don Kişot'u ve Sanço Pansa'sıdır. Yaşlı, çirkin, tüketim düşkünü Therese okuma yazma bilmez ama Kien'le evlidir; aşkı, sevgiyi özler ama romanda kaba kuvvetin simgesi olan Pfaff'la ilişki kurar." (Kurmaca Bir Dünyadan, 1992)

Romanın ana karakterleri, birer kişiden çok her biri bir 'persona' olan, yani yüzünü maskeyle örterek saklanmış kimliksizlerdir. Yalnızca kendilerinin yaptıkları işleri bilirler, dünyayı göremez onların hiçbiri. Romanın adı da bu yönüyle önemli bir seçimdir. Yazılışında, yazarının Viyana Adliye Sarayı'nın yanışını çıplak gözle seyretmesinin önemli payı olduğu bizdeki Körleşme, yayımlanıncaya dek "Kant Yanıyor" adıyla bekler ve sonunda "kamaşma" karşılığı olarak Die Blendung adıyla Almanca yayımlanır. Herman Broch'un, yazarının karakteri Kant adını Kien (çıra) olarak değiştirdiği romanın İngilizce baskısı, engizisyonun inançsız kişilere uygun gördüğü yakılarak öldürme cezasını anımsatan Auto da fe adıyladır.

Aile mirasıyla evinden çıkmadan rahatlıkla geçinen Peter Kien, ihtiyaçlarını karşılamak ve kitaplarına bakmak için evine aldığı hizmetçi Therese ile bir süre sonra evlenir. Ne var ki ayrı dünyaların insanı ikili arasındaki iletişimsizlik, Therese Krumbholz'u şiddete; Kien'i de "körleşme" ve ardından "taşlaşma"ya yöneltir. Therese'yi, evini ve kütüphanesini bırakarak kaçan Kien, evinin dışındaki hayatın gerçeğiyle yüzleşince küçümsediği insanların elinde oyuncak olarak bulur kendini. Evlenmekle içinde yaşadığı cam fanusu kırmış olsa da Kien, fildişi kulesinden baş aşağı düşmüş gibidir, okuduğu onca kitap varken karşılaştıklarına anlam verecek bir yaşam becerisi yoktur. Neyse ki psikiyatrist kardeşi gelir, mitler aracılığıyla yardımcı olur ona olup biteni anlamada. Dünyaya yönelik algıları işlevsizleşerek yaşamış Kien, günlük yaşamın sıradanlıklarıyla yüzleştiği yeni ve gerçek ortama uyum sağlamakta zorlanınca onun için "kafasız dünya" dönemi başlamıştır. Fildişi kulesinde yaşarken küçümsediği ancak aralarında yaşamak zorunda kaldığı duyarsızlardan intikam almak düşüncesiyle kütüphanesini ateşe verir, kütüphanedeki merdivenin altıncı basamağında ateşi seyrederken alevler kendisine ulaştığındaysa hayatının en büyük kahkahasını atar.

Kien'in anladığıyla "görmezlikten gelme sanatı" olan bilimin görmediği, eşya karşısında/arasında nesneleştirilen "insan"dır ve bu nedenle "insanlık, bilimsel olmanın acısını çekiyor" olmalıdır. Peter Kien, bilimsel bir dille "kendisini başkalarından ayrı ve yalıtılmış hissettiği" için yalnızdır; "içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı bir yakınlık hissi olmadığı" için yabancıdır. Sonuçta o, "öteki insanlardan uzaklaştığı oranda hakikate yaklaşma" düşüncesiyle yalnızdır, yabancıdır ve iletişimsizdir. Güvercinlerin sesini bile duyamayacak derecede körleşen Sinoloji uzmanı Kien, uzak doğu kültürünün de esiniyle "Kadınlar felakettir, insanlığın ruhuna kurşun gibi çökmüş bir ağırlıktır yalnızca." diyebilir.

Romanda körleşen yalnızca Kien değildir. Gözünü paranın kararttığı Therese de körleşmiştir aslında. Çıkar hesapları öncelikli olsa da aşk/sevgi beklentilerine Pfaff gibi kaba ve görgüsüz kapıcıyla kurduğu ilişkiyle karşılık bulmaya çalışarak biraz daha körleşir o da. Odasındaki küçücük delikten gelip geçenleri gözetleyen polis emeklisi bekçi Pfaff, kaba kuvvetin körelttiği personadır. Karısını döverek öldürmüş, birlikte yaşadığı kızı Anna'yı da koca dayağına alıştırmak için yumruklayan ve onu kendi mesleğine yönlendirmek için kızını, Anna yerine, polisi anımsattığı için Poli adıyla çağıran Pfaff, duyguları körleşmiş -yanlış hatırlamıyorsam kızıyla da ilişkiye girmiş- bir babadır. Romanda ilginç olan, bu dünyanın körleşenlerinden her birinin Kien'in körlüğünden yararlanmalarıdır. Romanı, sınır çizgisinden gerçek yaşamın üzerine katlayabilsek oldukça şaşırtıcı bire bir eşleşmeler çıkar ortaya.

İçeriği her geçen gün boşaltılan dünyanın körleşme süreci, bunca 'bilgi' çokluğuna karşın doğal akışını sürdürüyor. Yakınımızdan, dünyanın algılayabildiğimiz en uzağına baktıkça yaşadığımız gerçek budur, farkında olmadan her birimizin körleştiğinin de gerçeğidir bu. Kaygı verici olan, yakındığımız körleşmenin bilgi eksikliğinden kaynaklanmıyor oluşudur. Söz yerindeyse yaşadığı dünyayı 'ıskalamış' Kien'in bilgi bolluğu içindeki körleşmesidir yaşanan. Körleşme romanının hemen başlarında, kitaplarına bir konuşma yapan Kien, zalim Çin İmparatoru Shi-Huang-Ti'nin emriyle ülkedeki bütün kitapların yakıldığını söyler. Zamanın başbakanı Li-Si, imparatora sunduğu dilekçesiyle böyle bir yakma kararı aldırtmak yanında tarihsel birikime dair konuşmaları da baskıcı rejime karşı gelecekleri yıldırmak amacıyla yasaklatmış. Körleşmenin tarihini buradan başlatabiliriz demektir. Gücün emrindeki bilgililerin, iktidarın zedelenmemesi için 'ilgisiz bilgili' olmayı seçmeleri, kana karışmayan ilaçlar yutmalarıdır. İsa'dan hayli öncesinin başbakanı Li-Si'den bugünlere, kilisenin aforoz ettiği Tolstoy'a hakaretler yağdıran, Çehov'un deyişiyle "omurgasız avanak" saray kalemşorları ile İstanbul'da tramvayın koltuğuna dışkı koyarak mahallenin sembol köpeğini suçlu çıkarmayı planlayan kişinin körleşme derecelerini ölçmenin yararı yoktur. Canetti'nin, "Körlük düşüncesi, kızamığa yakalandığım ve birkaç gün için görme yetimi yitirdiğim çocukluğumdan beri peşimi bırakmamıştı" (Kulaktaki Meşale,1997) sözü varken sonuna belki kendimizi ekleyeceğimiz körleşenler listesi yapmak da anlamsız bence.

Toplumsal körleşme sürecinde geldiğimiz yer, fıkranın anlattığı sadeliktedir. Köy yerindeki muhtarlık seçiminin sonunda kazanan yeni adayı beğenmeyeler, olur olmaz sözler ediyormuş yeni muhtarın arkasından. Bir gün evinin önünde oturan muhtar, uzaktan gelen birisinin muhtar hakkındaki sövüp saymalarını duymuş. Gittikçe muhtara yaklaşan köylünün, kendisini gördüğü halde istifini bozmadan sövüp saymalarına anlam veremeyen muhtar, söve söve kendisine yaklaşan kişiye: "Muhtara niçin sövüyorsun, sana ne kötülük yaptı?" diye sorunca köylü, gayet sakin cevap vermiş: "Vallahi arkadaş, ben muhtarı tanımıyorum ama köyde herkes ona sövüyor ben de onun için sövüyorum."

Bu yazımı, 2011'deki yazımın sonuyla bitireyim: "Biçimi ne olursa olsun her tür insan otoritesini, öncelikle siyaset bağlamında, bir tür körleşme sayıyorum; kendilerinden zayıfları göremedikleri için. Aklıyla kalbinin çatışmasında varlığını unutan gözün açık uyuması 'gaflet' de bir tür körleşme belki. Dinî/siyasal/ideolojik söylemlerini kutsallaştırırken farklı olanların güzelliğini gör(e)meyenler körleşmemiş midir? Modern çağın dayatmasıyla hayatın odak noktasına 'bilim' gerçeğini yerleştirip insanın bilimle kavramayan içsel zenginliğini yok saymak da çağdaş bir körleşmedir. Ne çok kör var dünyamızda; başkalarını kurtardığını var sayarken bütün adanmışlığıyla, kendine bakmayı denemeyen, 'ben neyim' sorusuna cesareti olmayan 'turfa müneccim'ler… He tür resmiyetin belirlediği zihniyet çemberinin dışındaki özel/sivil olanı, bürokratik imanı sarsılacağı korkusuyla anlamaktan çekinen, körleşen memur idrakine ne demeli. Peter Kien'e taş çıkartırcasına, tek kaygıları başkalarının daha az bildiğini göstermek için bilgi edinirken hayatın gerçeklerine uzak ne çok kör vardır aramızda. Yana yakıla sevse de şarkının sözleriyle 'gözü kör, kulağı sağır, doğruyu yanlışı ondan görme'yen âşık da kör işte."

Calvino doğru söylüyor: "Bir klasik, söyleyecekleri asla tükenmeyen bir kitaptır."

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"