13 Mart 2022

Edebiyat ile siyaset ilişkisinde Kemal Tahir ve Yaşar Kemal adlarıyla oyun kurmak

Bugünün bizdeki parti liderlerinin az sayıdaki okumuş yazmışlarından biri Perinçek'in, Kemal Tahir'i "Devlet Ana" ile Yaşar Kemal'i de "eşkıya" ile anması tesadüf olamaz. Bilelim ki sövücüleri yanıldı, Yaşar Kemal'in romanları edebiyat zamanının elinden tuttu ve yürüyor

İnsanı zenginleştiren edebiyat ile insanı yönlendiren iktidarın ilişkilerinden sözle 'iktidara edebiyat beğendirmek' yazısı yazmayı bir süre önce gündemime almıştım. Ne var ki yakın zamanın somut bir gelişmesi, yazımı erkene çekerek işimi kolaylaştırdı diyebilirim. İyi de oldu böylesi ancak edebiyat kazanmadı bu durumdan ne yazık ki. Şimdi bu konu için 'anahtar' üç ismi yan yana yazıyorum: Kemal Tahir, Yaşar Kemal ve Doğu Perinçek. 

Bilenleri bilir, 2021 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında "vefa" ödülüne, bu yıl romancı Kemal Tahir layık görülmüş, ödül yılının sonlarında düzenlenen törenle ilgili kişilere ödülleri verilmişti.

Bir tesadüf eseri okumasaydım haberim olmayacaktı. Kurtuluş Savaşı çalışmalarıyla bilinen Zeki Sarıhan'ın, "İnce Memed ve Doğu Perinçek" (Gündem, 14 Şubat 2022) yazısını okuyunca öğrendim. Yazıdan alıntılıyorum:

"Geçenlerde bir akşam televizyonlarda gezinirken gözüm Ulusal Kanal'a takıldı. Sık sık yapıldığı gibi Kanal'ın programcıları Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'e sorular yöneltiyorlar, o da kendi evinde bulunmanın rahatlığı ile itiraz edilmeyen yanıtlarını veriyordu. Programcılardan biri sordu: 'Cumhurbaşkanı Kemal Tahir'e vefa ödülü verdi. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?' Perinçek bu ödülün yerinde olduğunu söyledikten sonra şu şöyle cümleler ekledi: 'Biliyorsunuz Kemal Tahir'in Devlet Ana adlı bir romanı var. Devletin koruyuculuğunu anlatıyor. O Yaşar Kemal gibi, devlete başkaldırmış eşkıyayı sevimli gösterip romanlaştırmadı!'"

İlgili programını televizyonda seyretmediğim Perinçek'in, her iki romancı ve dolayısıyla romanları hakkındaki değerlendirmelerini okuyunca Evliya Çelebi'nin diliyle söylersem "hakka ki acaip ve garaip" bir durum dedim kendi kendime. Baktım ki Zeki Sarıhan da eski yol arkadaşının bu sözlerine şaşırıp kalmış benim gibi. Nur içinde yatsın, Heraklitos'tan esinle Barış Manço haklıydı: Değişmeyen tek şey değişim, imiş. Tanpınar, kendi zamanında işin yöntemini belirlemişti: Değişerek devam etmek, devam ederek değişmek…

Kemal Tahir ve Yaşar Kemal, bu ülkenin edebiyatında adlarından söz edilen, öne çıkmış iki romancıdır. Cümlemdeki 'adlarından' sözcüğüyle onların yalnızca yazdıklarıyla değil, yaşadıklarıyla da önemsendiğini vurgulamak istedim. Her ikisi için de bu ülkede yaşamak, biyolojik canlılığın ötesinde anlamlar içerir. Burada söyleyeceğim, her iki adın roman yazarı olarak değil de 'devlet' odaklı edebiyat değerlendirmelerinde 'ideolojik' bakışla konuşulmalarıdır. Şimdiye dek içinden geldiği düşünce çizgisi göz önüne alındığında, şimdilerde bir siyasal partinin genel başkanı olarak Doğu Perinçek'in 'roman/cı karşılaştırması' ideolojik söylemin üzerine tuz biber ekmiştir. 

Tarihsel süreçte, edebiyat ile iktidar gücünün çok yönlü ilişkisine tanık olmadığımız dönem olmamıştır herhalde. Adı her ne olursa olsun; krallık, tiranlık, sultanlık, hakanlık, imparatorluk, diktatörlük, ileri demokrasi vb. iktidar dönemlerinde iktidar güçleriyle edebiyatın, dolayısıyla da edebiyat yazarının, birbirlerinden beslenen çokça tartışılmış ilişkileri kaçınılmazdır. İktidar gücü, kendisine benzemeyen yazarı 'makul' görmez, bunun aksine 'tek tip' çemberine girerek ayak uyduranları sahiplenir, destekler. Italo Calvino'nun cümleleri, bu ölçüyü belirlemede önemlidir:

"Siyasetçilerin ve politize olmuş kişilerin edebiyatla fazla ilgilenmesi, çirkin bir göstergedir (özellikle edebiyat için çirkin bir gösterge), çünkü o zaman asıl tehlikede olan, edebiyatın kendisidir. Ama edebiyattan söz edildiğini işitmek istememeleri de çirkin bir göstergedir (bu, daha geleneksel olarak dar görüşlü burjuva siyasetçilerinde olur, daha ideolojik devrimcilerde de); özellikle onlar için çirkin bir gösterge, çünkü kendi dillerinin kesinliğini sorgulamaya açan her tür dil kullanımından korktuklarını ortaya koymuş olurlar." (Yeni Bir Sayfa, 2008)

Hiç olmazsa yazılı ilk edebiyat kaynaklarımızın belirlendiği sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinden bu güne sözünü ettiğim ilişki, bizde canlılığını korumuştur. Orta Asya devletinde yöneticilerin çadırında kopuzu eşliğinde söyleyen ozan, Osmanlı devletinde saraya intisap ederek şiirler yazan şair ve yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde devletten büyük ödül alan edebiyatçı, üç aşağı beş yukarı aynı yollardan geçer. İlgili kişinin sanatçılık durumu tartışılabilir elbette ancak çarkın işleyişinde yadırganacak bir durum yoktur, işin raconu böyledir. Bu yazımda sözünü etmek istediğim, iktidar-edebiyat ilişkilerinde bazı isimlerin zamanla unutulup giderken bazılarının ise gündemdeki yerlerini uzun süre korumalarıdır. 

Bir yönetme erki olarak iktidar, kendi varlığı için "meşruluğuna inandırılmış" yapılar kurmakla kalmaz, bu yapılarını onaylayıp savunacak kişiler de türetir. Althusser'in "Devletin İdeolojik Aygıtları" sıralamasının sonuncusu, "Kültürel DİA (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.)" bağlamında edebiyatın otoriteyle karşı karşıya gelmesi, iktidarın yaşanmaya mecbur 'tek tip' sistemine karşılık, edebiyatın yaşanabilir alternatifler üretmesidir. Bir başka yazımda söylediğimle edebiyat sözünüz, "Sen gül dalında gonca/ Ben dağ yolunda yonca" gibileriyle başlıyorsa 'uysallık' testinden başarıyla geçtiniz demektir. Buna karşılık egemen güç, ayakta yazmasından rahatsız olduklarına diz çöktürmek istemiştir her dönemde. Öte yanda, iktidar ile cebelleşmek ya da iktidarın hışmına uğramak, bazı durumlarda popülerlik kazancı da sağlayabilir yazarlara. Sovyet Rusya iktidarını sert bir dille eleştiren Aleksandr Soljenitsin ile Humeyni'nin idama mahkûm ettiği Salman Rüşdi, bu türdeki isimler olarak aklımızdadır. 

Yahya Kemal'in, "her yerde ve her zaman devlet uysal ve uslu bendeler ister" belirlemesi, halkın deyişindeki "tencere yuvarlanır kapağını bulur" sözüyle yakındır. Buradaki tencere-kapak ilişkisini, 'aşağılama' olarak değil de 'uygunluk' anlamıyla kullandığımı belirteyim. Bu duruma daha edebice bir dil aransa Ece Ayhan'ın, "Devlet ve şairleri iki kaşık gibi iç içe uyurlarken." (Zambaklı Padişah) dizeleri uygun düşer sanırım. İktidar- edebiyat sorununu; 'bende' , 'kapak' ve 'kaşık' türü anahtar sözcükler üzerinden okuyabiliriz.

İmparator Augustus'un, devlete ihanetle suçlayarak Roma'dan Romanya'ya sürgüne gönderdiği Ovidius (İ.Ö.43 - İ.S.17)'un ardından, merkezin yakınında kalanların neler söylediklerini bilemiyoruz ancak şairle değil de imparatordan yana oldukları akla yakın görünüyor. Siham-ı Kaza kitabı nedeniyle bir gece odunlukta elleri bağlı bekletilip sonraki gün idam edilen Nef'i (1572-1635) için "Gökten nazire indi Siham-ı Kazâsına/ Nef'i kendi diliyle uğradı Hakkın belasına." demişti zamanın güç yanlıları. Seyyid Nesimî (1339-1344) ya da Pir Sultan Abdal (XVI. yüzyıl) gibilerinin kötü sonları için de iktidarıyla "kaşık gibi iç içe" uyuyan "uysal bende" takımı, söylenmesi gerekeni söylemiştir muhtemelen. Huzursuzluğun Kitabı yazarı Fernando Pessoa'nın, "Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız" sözü, çoklukla bir güç adına talimatnameyle konuşanları kapsıyor gibi gelir bana.

Yirminci yüzyıl, ulus devletler çağıdır ve eskinin yerine yeninin kurulduğu bu çağda iktidarların edebiyata olan ihtiyacı öncekilere oranla fazladır. Bu çelişkili ilişki, çatışmayı da beraberinde getirmiştir. Bizim Cumhuriyet rejiminde pek çok ad sıralanabilir ancak iktidarın merkezine yerleşen manzumeci Behçet Kemal Çağlar ile hışma uğrayan romancı Halide Edip Adıvar, çelişkili ilişkiyi açıkça anlatabilir. Yemekli bir toplantıda Atatürk'ün, "Şu sofraya bak ve bir şiir yaz" dediği Behçet Kemal, Anadolu'ya gönderilecek ressamları uyarma yetkisi görür kendisinde: "Biz Anadolu'ya yayılan ressamlardan yalnız manzara yalnız desen yalnız kostüm değil; artık insan ve ruh istiyoruz. Tablolarında bize Türk denen insanı ve Türkiye denince yurdun bütün hususiyetiyle kokusunu ve havasını getirsinler." 40'lı yıllardaki Ataç imparatorluğunu da anımsayınız. Zorunlu sürgüne gönderilen Halide Edip'in arkasından akıl almaz bir karalama kampanyası başlatılmış, "iki kaşık gibi iç içe" uyuyanlar kalemlerini kuşanmışlardır. Sultanahmet Meydanı hatibi onbaşı yok da babasının Yahudiliği konuşulan ve "siperlerde askerle yatan" Halide Edip hakkında yazılmaktadır o günlerde. Orhan Seyfi Orhon, Mahmut Soydan, Mevlanzade Rıfat, hakaret yazısını "Satılmış" sözcüğüyle bitiren Yusuf Ziya Ortaç ve tanınmış başkaları da katılır kampanyaya. Yaklaşık on beş yıllık sürgünün ardından ülkesine dönebilen Halide Edip, 1946'da Sonsuz Panayır romanını yazdığında, Yakup Kadri, "politika denen ifrit" yüzünden uzun süredir görüşmediği Halide Edip'e, nihayet Bern'den yazdığı mektupla bir tür özür diler.

Doğu Perinçek'in, açıktan açığa 'devlet bakışlı' Kemal Tahir ile Yaşar Kemal karşılaştırması yeni değildir elbette. Her nasılsa öyle bir hava yaratılmıştır ki bu ülkede, bu iki romancıdan birinin büyüklüğü, sanki diğerinin küçültülmesiyle sağlanacaktır. Ne tuhaf! Okuyabildiğim kadarıyla Kemal Tahir'i küçülterek Yaşar Kemal'i büyük gösterme çabasına tanık olmadım. Yanılma payım olduğunu belirterek söyleyeyim, bu karalama projesinin mimarı Cemil Meriç olmalıdır. Roman konusunda öncesi ve sonrası birbirine karşıt görüşleri bugünün edebiyat okurunca hiçbir itibar görmeyen Cemil Meriç'in 'roman' söyleminden Kemal Tahir övgüsü ile Yaşar Kemal sövgüsü çıkarılınca geriye pek bir şey kalmadığını söylemeliyim. Romanda Hesaplaşma (1971) kitabıyla Cemil Meriç'in izinden yürüdüğü anlaşılan Naci Çelik de aynı yoldadır. Cemil Meriç ve Naci Çelik'in dönemle bağlantılı çıkışlarını anlayabiliyorum. Kanun ve asker gücünü kullanarak 12 Mart Muhtırası ile "sol" kesime ağır bir darbe indiren devletin desteğini alan muhafazakâr çevre, 'roman' türünde oldukça geri durumdadır. Âlemin malumu, Kemal Tahir ve Cemil Meriç, birer can simididir o dönem. (Sanal ortamda okunabilecek iki yazım: Romancı Olamamış Roman Eleştirmeni Cemil Meriç; Romanda Hesaplaşma ve 50 Yıl Sonra Bir Hesabın Sağlamasını Yapmak).

Hatırlayınız ki 2016'da Noam Chomsky tartışması vardı. Dünyanın bildiği dilbilimci Chomsky, o günlerde 'iktidar' odaklı eleştirinin hedefiydi bizde. Durumdan vazife çıkaran romancı Alev Alatlı, -Halide Edip karalamasına benzer biçimde- demediğini bırakmamış, üstüne üstlük "Dil bilimci diyorlar, doğru ama İbranice'dir alanı. Öyle cihanşümul bir dil bilimci filan da değildir." sözleriyle 'dilbilimci' unvanını da almıştı Chomsky'nin elinden. Dört kitaplık Batıya Yön Veren Metinler derlemesini edindiğimde sevindiğim Alatlı, TRT 2'dedir şimdilerde. Nedense Sessizlik ve Gürültü (Nihad Siris) romanını anımsıyorum.

İktidarın edebiyat kaygısı konusunda, Teke Şenliği romanında diktatörlük mitini eleştiren Mario Vargas Llosa'nın bir cümlesini aktarayım. "Edebiyatın bizi yalnızca güzellik ve mutluluk düşlerine daldırmakla kalmadığı, aynı zamanda her türlü baskıya karşı gözümüzü açtığından kuşku duyanlar, yurttaşların davranışlarını beşikten mezara kadar denetim altında tutmaya kararlı tüm rejimlerin edebiyattan niçin bu kadar korktuklarını, onu bastırmak için neden sansür sistemleri kurduklarını ve neden gözlerini bağımsız yazarların üstünden ayırmadıklarını sorsunlar kendilerine." (Edebiyata Övgü, 2014) Llosa'nın cümlesine, romancı İsmail Güzelsoy'un, söyleşisinden birkaç cümle eklemeliyim.

"Mutlak iktidar sarhoşluğuyla lanetlenmiş çağın bütün aygıtları gibi edebiyat da giderek evcilleşip boyun eğiyor. Bunun dışında kalmayı seçebilecek, yalnızlığın ağırlığında solup gitmeyecek kadar dirayetli bir sanat, çok iyi şeyler yapabilir. Dünyayı tek başına değiştirmez ama bunun için malzeme sağlar. Bunca çirkinliğin arasında estetik bir varoluşun kapısını aralayıp bize soluk alabilme şansı verir. Sanat bir özgürlük pratiğidir." (T24, 22 Nisan 2015).

Evet, durum budur. 

Bugünün bizdeki parti liderlerinin az sayıdaki okumuş yazmışlarından biri Perinçek'in, Kemal Tahir'i "Devlet Ana" ile Yaşar Kemal'i de "eşkıya" ile anması tesadüf olamaz. Bilelim ki sövücüleri yanıldı, Yaşar Kemal'in romanları edebiyat zamanının elinden tuttu ve yürüyor. Perinçek' in; Amatova'ya karşı Barkova yanlısı Rusya iktidarının eğitim temsilcisi Lunaçarski'nin, "Barkova sıra dışı kitabının her sayfasında tertemiz devrimci coşkusuyla, dindar Ahmatova'nın yaşlı bir kadın edasıyla yaktığı kandilleri deviriyor" (1922) sözlerini anımsatan karşılaştırması, edebiyat tartışması başlatmadı bile. Ben yanılsam da roman konuşabilseydik keşke... Bir alıntıyla bitireyim:

"Şu kesin: Türkiye'de "sosyal" değil, "siyasal", iktidardır. Toplum, toplumun duyarlıkları, iradesi değil, araçlar dolayısıyla araçları amaç haline getiren çıkarlar, güçler, iktidar. Bu durum sadece AK Parti ile ilgili değildir. Kısmen Tanzimat'la yaşanmaya başlamış Cumhuriyet'le birlikte, topluma tepeden kimlik, zihin ve kültür dayatılmaya kalkışılınca kök salmış, kural hâline gelmiş ve çıkar, çıkarcılık, fırsatperestlik, konformistlik, kral olmuştur." (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 26 Ekim 2020)

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"