28 Kasım 2021

Ceneviz Limanı'ndan Galataport’a

1968 yılı aralık ayında genç bir Amerikalı turist, kız arkadaşıyla birlikte şüphe uyandıran davranışlarından dolayı Kapalıçarşı civarında kolluk kuvvetlerinin dikkatini çeker

Üzerinde uyuşturucu vardır. Zamanının narkotik şubesi Karaköy Yolcu Salonunun bir katında olduğundan buraya getirilen şüpheli yabancı, polislerden birinin silahını ele geçirir ve olan olur. Liman Lokantasına kaçan ve insanları rehin alan Gary dört kişiyi öldürdükten sonra delik deşik olur.

Liman Lokantası, Yolcu Salonunun üçüncü katında, önünde bağlı gemi yoksa enfes İstanbul manzaralı, kolalı peçeteleri, beyaz masa örtüleri olan şu efsane mekân. Menüsü öyle çok âhım şâhım olmasa da mutfak bazı yemekleri çok iyi yapardı. Burada hizmet etmiş olmak papyonlu garsonlar için iyi bir referanstı her zaman.

O Yolcu Salonu 1937 yılında açılan proje yarışmasını kazanan Rebii Gorbon’un tasarımıydı - bazı küçük değişiklilerle de olsa. Bu ferah yapı, İstanbul’un “Hoşgeldiniz Yüzü” idi yıllarca. Yüksek bir saat kulesi de alamet-i farikasıydı. Jüride ünlü Alman mimar Bruno Taut da varmış. Bakalım, yeni Peninsula binasında Rebii Gorbon bir duvar plaketiyle anılacak mı?

Yük ve yolcu gemilerinin Karaköy rıhtımına yanaşması epey geç akıl edilmiş olsa gerek. O ünlü saat kuleli Yolcu Salonundan önceki yolcu salonu da bizim Paket Postanesi diye bildiğimiz ince uzun mekanmış. Bu yapının özelliği de uzaktan seçilebilen arduvaz kaplı ilginç kubbesiydi. Buranın tarihi de 1900’lerin başına dayanıyor, çok değil. Rıhtıma paralel bu bina da aynı halefi modern Yolcu Salonu gibi alçak ve arkadaki yapıları kapatmayacak şekilde tasarlanmış. Şehrin nefesini kesmemiş, görüşüne engel olmamış. Hem bir Yolcu Salonuymuş hem de gümrük binası. Bir ara Denizcilik Bankası Hastanesi olarak da kullanılmış. En son paket postanesiydi.

Peki 1260’larda oluşmaya başlayan Galata Limanında gemiler 1900’lere gelene kadar yükünü yolcusunu nereye boşaltırmış? Küçük gemiler zamanının skala’larına yanaşabilirmiş. Teknoloji ilerledikçe ve gemiler büyüdükçe bu yükleme boşaltma işi çok zorlaşmış. Gemiler açıkta şamandıralara bağlı veya demirli dururlarmış ve insanlar ve yük mavnalarla, kayıklarla karaya taşınırmış. Hamallar, kayıkçılar, mavnacılar bu işten geçinirlermiş. Nitekim rıhtım genişletilmesine ve antrepo inşaatlarına fena halde karşı çıkmışlar.

Bizans’ın başkenti Konstantinopolis 1204 yılında Dördüncü Haçlı Seferiyle Venedik Şehir Devleti öncülüğündeki Haçlılar Ordusu tarafından işgal edilince sürgüne kaçan imparatora bir başka İtalyan Şehir Devleti olan Cenova yardım teklif etmiş. Ne de olsa Cenova ve Venedik iki rakip denizci şehir devleti ve Akdeniz’i aralarında parsellemekle meşguller. Cenova, Bizans’tan Venedik istilasından kurtarmaya karşılık Altın Boynuz’un kuzeyindeki toprakları istemiş. İşte orada bir Ceneviz kolonisi olarak Galata oluşmuş. Adamların işi gücü ticaret, deniz yoluyla ticaret.

Osmanlı padişahı II. Mehmet buraları kendi topraklarına katana dek geçen yaklaşık 200 yıl boyunca Bizans ve Cenova bu eşsiz limanı ortaklaşa kullanmışlar. Galata zenginliğine zenginlik katarken Bizans işgal sonrası devralınan enkazı toparlamaya çalışmış.

Fatih ve diğer Osmanlı hükümdarları pek bulaşmamışlar Galata’ya. Ne de olsa ortak bir düşman var denizlerde: Venedik. Dersaadet’e yavaş yavaş entegre olan Galata’nın nüfus yapısında Müslümanlar genellikle nispeten azınlıktaymış. On dokuzuncu Yüzyıla gelindiğinde, artık Osmanlı padişahları bile tarihi yarımadayı terk edip Bosfor kenarında Avrupaî saraylar yaptırmaya başlayınca kentin havasındaki değişim iyice hissedilir olmuş.

İstanbul oldum olası ithalat limanı. Ülkenin ihracat limanı hâlâ İzmir. Konstantinopolis de öyleymiş. Ne getirirsen satılırmış. Buraya gemiler dolu gelip boş dönermiş. Burası her zaman tüketen bir koca kent olmuş. Yangınlardan depremlerden artan molozlarla sahil şeridi ha bire doldurularak ve genişletilerek suni bir rıhtım oluşturulmuş. Hatta bu doldurma zeminler üstüne camiler, saraylar bile yapılmış. Osmanlı’nın top dökümhanesinin hemen altındaki bu geniş doldurma alan askeri talim sahasıymış.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1929’da ülkenin ilk “serbest bölgesi” burada kurulmuş. Acilen sanayileşmek gerekiyormuş tabii. Amerikan Ford şirketi Akdeniz’deki Trieste Limanının yükünü hafifletmek ve Ortadoğu pazarlarına biraz daha yakın olmak için olsa gerek Tophane-Salıpazarı eksenine bir montaj fabrikası kurmuş. Gemilerle rıhtıma indirilen parçalar burada anlaşma gereği çoğunluğu Türk olan işçiler tarafından monte edilip otomobil, kamyon ve traktör oluyormuş.

1950’li yıllar ile birlikte modernleşme, ticaret hacmi filan derken Denizcilik İşletmeleri tüm o alanlara antrepolar ve idari binalar yaptı. İşte bunlar çok sıkıcıydı. Hem sur gibi şehrin ön görünümünü kapatıyorlardı, hem de çirkindiler. Şehrin bu bölgesinde insanların denizle bağlantısı iyice kopmuştu artık. Pek kimsenin umurunda da değildi açıkçası. Tophane Ford fabrikalarından artan bir kısım barakalarda da “Amerikan Pazarı” denen hemen hemen her şeyi satan dükkanlar oluşmuştu. Türkiye’de üretilmeyen, ülkeye hangi yolla girdiği pek belli olmayan, hatta kısmen ikinci el mallardı burada satılanlar. Burada en favori mal blucin idi. Blucin alamayanlar solmayan Kot pantolonlar giymeye mahkumdu o yıllarda. https://t24.com.tr/yazarlar/haluk-uluhan/bankadaki-kot-pantolon,33200

Bunlar da zamanla nargilecilere evrildi. Sonra onlar da yıkıldı. Ticari liman, vinçler, antrepolar ve idari ofisler zamanla söküldü, başka yerlere taşındı. İstanbul’un hâlâ şöyle Rotterdam gibi, Hamburg gibi toplu bir limanı yok. Zaten o kadar hacmi de yok. Ambarlı ve Haydarpaşa yetiyor olsa gerek.

Bunların hiçbiri yok artık.

Şu günlerde Galataport’ta gezinmek pek moda. İstanbullular yıllardır kendilerine kapalı olan bir rıhtımda rahatça dolaşabiliyor, deniz havası alabiliyor, manzara seyredebiliyor. Kıyı şeridinin aslında kamu malı olduğunu unutmuşuz işte. Hazır pek gemi de yanaşmamışken tadını çıkarmak lazım. Çünkü buraya yolcu gemileri bağlandığında o yerdeki delikli kapaklar kalkacak ve sizinle gümrüksüz şerit arasına, yani gemi yolcularıyla yerli halk arasında bir bariyer olacak. Havalimanında pasaport kontrolünden sonraki gümrüksüz saha gibi.

Henüz hepsi bitmemiş. Bitince daha da canlanıp güzelleşecektir buraları. Ödüle doymayan mimarımız Emre Arolat ve ekibi iyi iş çıkarmışlar. İstanbul Modern Sanat Müzesi ve Resim Heykel Müzesi ile birlikte Mimar Sinan Üniversitesi Fındıklı yerleşkesine kadar güzel sanatlar odaklı bambaşka bir dünya oluşmak üzere. Şu anki görüntü ise daha çok üstü açık alışveriş merkezi (mall) hissini veriyor.

Liman zaten yok artık. Gemi turizmi tekrar başladığında burası bir yolcu indirme bindirme yeri olacak. Turistler bariyerin arkasına geçip o mağazalardan tax-free alışveriş yapacak. Belki bir kafede oturup kahvesini içerken az önce indiği gemiyi seyredecek.

Biz insanlar temelde muhafazakârız. Yeniliğe genellikle kapalıyız, kuşkuluyuz. Öyle olmamaya çalışırken keşke bazı binalar o kadar yüksek olmasaymış, sur gibi şehri sarmasaymış, şehrin denizle bağlantısını kesmeseymiş, arada boşluklar olsaymış, demeden de edemeyeceğim. Keşke Nusretiye Camisi gibi bazı tarihi güzelliklerin denizden görüntüsü kapanmasaymış, mesela. Başka ne diyelim? İstanbul’a hayırlı olsun.

İsmiyle müsemma olması için adını şimdilik Galata-Mall koyuyorum. Kendim için.

Halûk Uluhan

Yazarın Diğer Yazıları

Türkiye’de Alman İzleri (IX) | Dostluk Yurdu

O günlerde Galiçya cephesinde zaferden zafere koşan Mareşal von Mackenzen'in "Türkiye Türklerindir" ve "Almanlar da Türklerin en iyi dostlarıdır" diye biten telgraf metni oldukça alkış topladı. Hâlâ kullanılan "Türkiye Türklerindir" sloganı demek bir Alman'dan çıkmış.

Üzüm Bayramı

Apostolik Ermeniler her sene 15 Ağustos günü kutlanan Asdvadzadzin gününe en yakın pazar günü üzümleri kutsarlar, yani "okurlar" üzümü. Dindar Apostolik Ermeniler daha önce üzüm yemez. Cemaat üyeleri kilolarca üzümü bayram öncesinde kiliseye bağışlarlar ve okutmak için getirirler. Kilise bahçelerine kasalar dolusu üzüm yığar, halka dağıtırlar

Türkiye'de Alman İzleri (VIII) | Almanya'da unutulmuş bir kunduracı çırağı

Oğlu Rudi Achmed'den bir kız bir erkek iki torununu ve onlardan olan üç torun çocuğunu da gören Achmed Talib Doğu Almanya'dan hiç çıkamadı. Hatta, Fürstenwalde'den çıkamadı