15 Aralık 2019

Akademinin dayanılmaz ağırlığı ve yüksek öğretimde senaryolar

Eğitim sorunumuzu çözmeden, toplumsal sorunlarımızı çözemeyeceğimiz net olarak görünüyor

PISA sonuçlarının şokunu henüz üzerimizden atamadan, eğitim depreminin artçı sarsıntıları yüksek öğretimden gelen tanıdık bilgilerle devam ediyor.

Bu kez, bilim üretme görevi üstlenmiş üniversitelerimizin tepe yöneticileri olan rektörlerin bilimsel yetkinlerinin yok düzeyinde olduğu iddiası gündeme düştü. "Scopus" ve "Web of Science" veri tabanı kaynaklı bilgilere göre iddialar doğru gibi görünüyor.

Bunun üzerine; "Bilimsel bir vizyona sahip olmayan bu kadrolar, bilim alanında nasıl strateji üretir, nasıl karar verirler" sorgulaması yapılıyor.

Oysa çok değil, iki hafta önce akademik tezler gündeme düşmüştü, yazıldı-çizildi, ne oldu?

Üniversitelerde lisansüstü öğretimin gereği olan tezler, tez büroları adı altında örgütlenen gruplar tarafından garantili olarak öğrencilere hizmet veriyor, hem de geçme garantisi ile.

Şaka gibi!

Yani bilim üretiminin önemli basamakları olan yüksek lisans ve doktora tezleri bu şekilde hazırlanıyor ve kimse "ne oluyoruz" demiyorsa, niye şaşırıyoruz ki?

Olayın bir diğer boyutu ise, rektörler için profesör olma zorunluluğunun olması ve profesör olmak için geçilmesi zorunlu çeşitli aşamalar bulunuyor.

Profesörlüğe giden yolda her adım (yüksek lisans, doktora, doçentlik) zorlayıcı bir bilgi birikimi ve sınavlarla dolu bir süreç. Her aşama, yabancı dil yeterliliği, yayın, atıf gibi bilimsel çıktıları zorunlu kılmakta.

Söz konusu rektörler, nasıl bir doktora tezi hazırlamışlar ki hiç biri yayına dönüşmemiş; YÖK kriterlerine rağmen nasıl doçent olmuşlar? Sıfır yayın ve sıfır atıfla bu aşamaları nasıl geçmişler; bu yetkinliğe nasıl ulaşmışlar?

Nasıl profesör olmuşlar diye artık sormuyoruz; o ünvanı üniversitelerin kendisi veriyor. Şüphesiz bunun için de kriterler var, ama anlaşılıyor ki o aşamada kriter kalmamış.

İddia o ki rektörlerin neredeyse yüzde 35'i sıfır yayın ve sıfır atıf sahibi; bilim üretimi olarak baktığımızda 500 ve üzeri atıf alabilen rektör oranı ise yalnızca yüzde 2.

Söz konusu rektörler grubu, sonuçta 20,000 dolayında profesör arasından geldiğine göre acaba tüm dekanlar,  müdürler hatta profesörler araştırılsa aynı yüzdelik orana mı ulaşılır?

Ya doçentler, onlar ne durumda veya diğerleri?

Hatta, son 10 yılın veya 20 yılın rektörlerinin durumu neydi, acaba onların bilimsel yetkinliği de yüzde 2 ile sınırlı mıydı?

Aslında bu verilere ulaşmak çok da zor değil, ama bilim adına bizlere bir ayna tutacağından emin olabilirsiniz.

Ancak en önemli soruyu sormadık: Eğitim ve araştırmanın adresi olan ve bu iki alanın birlikte ve paralel yürütülmesi gereken üniversitelerde, günümüzün koşullarında bilim iklimi var mı? Araştırma laboratuvarları var mı? Araştırmaya bütçeden ne kadar pay ayrılıyor?

Yanıtlara bakarsanız eğitim ciddi anlamda sorunlu, araştırma ise yok gibi!

Öte yandan küreselleşme, her alanda olduğu gibi eğitimde de büyük değişim ve yeniliklere yol açtı.

Öncelikle eğitim ticarileştirildi.

Ve beraberinde uluslararası ciddi bir "eğitim sektörü" oluştu. Bu sektörün boyutları finansal anlamda gerçekten çok büyük. Hemen aracı kurumlar otaya çıktı. Şimdi ortalıkta birtakım simsarlar dolaşıyor, üniversitelere öğrenci bulmak için yarışıyorlar. Üniversitelerin kapasitesi ve öğretim üyesi-öğrenci yeterliliği ise en son konuşulacak konu; önce para.

Öte yandan OECD, geleceğe dönük dört yüksek öğrenim senaryosu öngörüyor.

Bu dört senaryodan ikisi küresel, diğer ikisi yerel özelliklere sahip. Yerel yapıda olanlar kamu tarafından yönlendirilirken diğer ikisi pazar odaklı bir vizyona sahip.

Birinci senaryo, "Open Network" olarak adlandırılan, bizim Bolonya süreci olarak bildiğimiz yapı. Bunun temel özellikleri; ortak dilin İngilizce olması, sınır ötesi hareketlilik, uluslararası işbirliği içinde açık network, açık ve paylaşılan bilgi, entellektüel sermaye kazanımı.

"Serving Local Communities" olarak adlandırılan ikinci senaryo tamamıyla yerel. Kullanılan dil yerel ve işgücü de yerel talepler doğrultusunda yetiştiriliyor. Anti-küresel bir bakış açısına sahip. Daha çok eğitim odaklı, araştırma yok gibi.

"New Public Responsibility" adlı üçüncüsü de yerel nitelikli ama pazara göre yönlenen bir senaryo. Yerel dil ağırlıklı ve finans kaynakları çeşitli. Daha çok mesleğe yönelik eğitim amaçlanıyor. Yeni bir kamu anlayışı hakim kılınmaya çalışılıyor; açıklık, hesap verilebilirlik gibi.

Son senaryo "Higher Education Inc.", yani şirket üniversiteler: Uluslararası nitelikte, yabancı dil İngilizce. Çok rekabetçi.  Bilim üretimi, bu şirket üniversitelerin önceliği; elbette asıl hedef yüksek teknolojiye hâkimiyet. Yaratıcı ve inovatif beyinlerin toplandığı bir yer olarak tasarımlanıyor.

Özetleyelim: Eğitim bir toplumun en öncelikli projesi, dahası en büyük projesidir.

Çünkü eğitim, geleceğin toplumunu oluşturan birey profilini belirler. Toplumun en büyük sermayesini yaratır; "entelektüel sermaye"yi.

Toplumun tüm sorunları, başta ekonomi olmak üzere eşitsizlik, istihdam, nitelikli işgücü, teknolojik ilerleme, bilim, toplumsal uzlaşı gibi sorunların tek çözüm adresidir.

Ve eğitim sorunumuzu çözmeden, toplumsal sorunlarımızı çözemeyeceğimiz net olarak görünüyor.

Rektörlerin durumuna gelince; bir geçmiş dönem rektörü olarak, akademinin içinde boğulduğu ağır sorunlar içinde, söz konusu durumun fazlasıyla can acıtıcı olduğunu da hissetmemek mümkün değil!

Yazarın Diğer Yazıları

Kozmik Yumurta

Kozmik Yumurta ile kaosun içinde saklı ve kozmos olmayı bekleyen bir yumurtaya atıf yapılır. Bu yumurta, içinde kozmosu oluşturacak bir yaradılış tohumu barındırmaktadır

Uzay ne kadar soğuk?

Bugün evren, Büyük Patlama'dan kaynaklanan kozmik radyasyon "banyosu" içindedir ve evrenin sıcaklığı bu radyasyon ile karakterizedir

Güneş'e yolculuk

Parker, görevini tamamlayacağı 2025 yılına kadar şaşırtıcı bir hızla yoluna devam edecek ve sonrasında Güneş'le buluşarak onun içinde kaybolacak...