01 Haziran 2020

Üniversite tasfiyeleri ve 147’ler

Üniversiteleri ve genel kamuoyunu iki seneye yakın bir süre meşgul eden 147’ler, ancak MBK’nin dağılması, yeni anayasanın yürürlüğe girmesi ve 1961 seçimleriyle sivil yönetimin yeniden iş başına gelmesiyle görevlerine dönebilmişlerdi

Yassıada mahkemelerinin başlamasından kısa bir süre sonra, 28 Ekim 1960 günü, uzun zamandan beri söylentileri kulaktan kulağa dolaşan üniversite tasfiyeleri açıklandı. Milli Birlik Komitesi (MBK) alelacele çıkardığı 114 sayılı kanunla, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nden çeşitli akademik derecelerden ve çeşitli siyasi görüşlerden tam 147 öğretim üyesini, haklarında herhangi bir hukuki işleme başvurmadan ve herhangi bir gerekçe göstermeden, bir daha üniversitelerde çalıştırılmamak üzere görevlerinden uzaklaştırmıştı. Tasfiye edilen hocalar 6 ay içinde üniversite dışında bir kamu görevine atanmadıkları takdirde emekliye ayrılmış sayılacaklardı. Aralarında o dönemin "Ordinaryüs profesör" ünvanı taşıyan, aralarında Ali Fuat Başgil, Tevfik Remzi Kazancıgil, Kazım İsmail Gürkan, Fatma Arel, Naci Bengisu, Ekrem Şerif Egeli, Cevat Kerim İncedayı, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Muzaffer Esat Güçhan, İhsan Şükrü Aksel, Ferit Hakkı Saymen gibi isimlerin yer aldığı 28 kıdemli hoca yanında, Sabahattin Eyüboğlu, Halet Çambel, Mina Urgan gibi kendi alanlarında son derece donanımlı, öğrenciler tarafından sevilen, nispeten genç 56 profesör, 43 doçent ve 22 başasistan ve asistan da vardı.

Tasfiye edilenler arasında; 27 Mayıs’ın hemen arkasından danışma kurulunu oluşturmak üzere askeri uçakla İstanbul’dan Ankara’ya götürülen ve ardından Temsilciler Meclisi üyesi yapılan, ancak MBK üyelerinin sivil yönetime geçildiğinde "tabii senatör" olmalarına itiraz etmeleri üzerine görevlerine son verilen Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli de vardı.

Görevden uzaklaştırılanlar arasında yer alan ve sadece iki ay önce MBK tarafından profesörlüğe atanma işlemi onaylanan Mina Urgan 1998’de yayımlanan anılarında o günlerdeki duygularını şöyle dile getirmişti:

"28 Ekim 1960’da 147 öğretim üyesiyle birlikte üniversiteden kovuldum. Tam bir tutarsızlık örneğiydi böyle bir davranış. Beni iki ay sonra atacaksanız neden izzet ikram onayladınız profesörlüğümü? Bu haksızlık yüzünden korkunç bir şok geçirdim. Çünkü 27 Mayıs’a inanmıştım. Yanıp tutuşup bir aşk evliliği yaptıktan iki ay sonra kocasını mutfakta hizmetçiyle basan bir kadıncağızın yürekler acısı durumuna düşmüştüm.(…) Bir yıl önce boşanmıştım, anneme, dadıma ve iki çocuğuma bakıyordum. (…) Bankada beş kuruşum yoktu. Son paramla on bin liraya Buhara taklidi bir küçük halı almıştım. Bunu sırtıma yükleyip Divan Yolu’nda aldığım halıcıya geri götürdüm. Durumu anlattım. Dokuz bin liraya karşılık geri almasını rica ettim. Sekiz bine, sonra yedi bine indim. Namussuz herif gene kabul etmedi." (Bir Dinozorun Anıları. YKY 1989 s.259)

Tasfiyenin hangi kriterlere göre yapıldığını anlamak mümkün değildi. Kararı veren MBK üyelerinden Muzaffer Karan, hocaları ağır ifadelerle suçluyordu.

Karan, "Ahlakî, ilmî ideolojisi yönünden yüz kızartıcı notlara sahip olan, …bilhassa çoğu komünist, mason, kifayetsiz, cinsi sapık, Kürt devleti kurmak isteyen, asistanlarını metres olarak kullanan, doçentin yazdığı kitaba imzasını koyan, senede 3–5 kere fakülteye uğrayan üyeleri affettik" diyerek ağır suçlamalarda bulunmuştu. Başka bir MBK üyesi İrfan Solmazer tasfiyenin demokrasi yolunda kaçınılmaz bir adım olduğunu ima ediyordu:

"Üniversite reformu demokrasi yolunda başarılı ve milli bir adımdır. Demokrasiye giderken elbette Beyazıt’tan geçilecekti."

 MBK’nın ılımlı üyelerinden Muzaffer Yurdakuler tasfiyeleri "Atatürk İnkılâpları"na endeksliyordu:

"Yapılan iş Atatürk inkılâplarının gerçekleşmesinde hızı artırmak, buna uymayanları uzaklaştırmaktan ibarettir."

MBK genel sekreteri görevini yürüten, Harp Okulu yanında ODTÜ Amme İdaresi’nden diplomalı Orhan Erkanlı ise, o günlerde, tasfiye için "Bu hareket tarihe 27 Mayıs Devrimi’nin en müspet eseri olarak geçecektir" derken yıllar sonra kaleme aldığı anılarında ibret verici itiraflarda bulunacaktı:

"Her türlü kanaate, inanışa taarruz ediyorduk; solcusunu da sağcısını da atıyorduk. Doğum yeri şarkta olanı Kürtçü diye, namaza gidenleri softa ve gerici diye, kitabı olanı çalmıştır diye, kitapsızları kitapsız diye, talebeye ciddi davrananı kaba ve sert diye, samimi hareket edenleri laubali diye, kızlarla fazla ilgileneni ahlaksız diye damgalıyorduk. Solcu, sağcı, mason, Kürtçü, gerici, cahil, tüccar, kitapsız, politikacı vs. gibi sıfatlar sık sık kullanılıyor, bu barajları aşabilenler içerde kalıyorlardı"( Sorular- Sorunlar- Sorumluluklar İstanbul 1972 -Derya Kayacan 1960 Askeri Darbesinin Üniversitelere müdahaleleri ve 147’ler Tasfiyesi . Gazi Üniversitesi Lisans Tezi 2013).

Türkiye’nin üniversite tarihinde bu ilk tasfiye değildi. 1933’te Reform adı altında "Darülfünun"dan üniversiteye geçişte 157 öğretim üyesi kadro dışı bırakılmış, onu 1945-48 döneminde Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nden Muzaffer Şerif, Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve Niyazi Berkes’in uzaklaştırılmaları izlemişti. Dolayısıyla değişen bir şey yoktu. Ancak meşruiyeti kaybettiğini ileri sürerek Demokrat Parti (DP) iktidarına son verenlerin, kendi kurumları sayılan ordu içinde bir dereceye kadar anlaşılabilir tasfiyeden sonra, tamamen yabancısı oldukları ve DP dönemindeki baskılara karşın sınırlı da olsa, özerkliğini koruyan üniversitelere yönelik bu geniş boyutlu tasfiyenin hiçbir tutar tarafı yoktu. Bu yüzden önceki tasfiyelerden farklı olarak, hemen ilk günlerden itibaren üniversite rektörlerinden, basından, sanat çevrelerinden ve öğrencilerden tepkiler yağmaya başlamıştı.

28 Nisan günü Menderes’in polisleri tarafından yerlerde sürüklenen ve 27 Mayıs’ın hemen arkasından Ankara’ya davet edilerek Danışma Kurulu’na başkanlık etmesi istenen İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sıddık Sami Onar anında istifa etmişti. Hemen arkasından İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fikret Narter ve Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Kemal Yetkin görevlerinden ayrıldı. Onları yeni kurulan ODTÜ ve Ege Üniversitesi rektörleri izledi. Aralarında Emil Galip Sandalcı, Burhan Arpad, Muammer Aksoy, Hasan Ali Yücel, Bahri Savcı, Falih Rıfkı Atay gibi tanınmış, gazeteci, hukukçu ve siyasetçiler tepkilerini dile getirdiler. Bu yoğun karşı çıkışlarda, tasfiyelerin tutarsızlığı kadar, 147’lerin kamuoyu nezdindeki geniş temsil gücü de rol oynamıştı. 147’ler kurdukları bir dernek aracılığı ile mücadelelerini sistemli bir şekilde sürdürmüşlerdi. Bu tepkiler üzerine Cemal Gürsel, "bir yanlışlık varsa düzeltilir" mealinde açıklamalar yaparak 147’lerin geri dönüşü için kapıyı aralamıştı. Ancak MBK’nın "14’ler" olarak anılan en radikal unsurları sürgüne gönderildikten sonra da sonuç değişmemiş, özellikle tıp fakültesi öğrenci ve öğretim üyeleri arasında karşı görüşler de güç kazanmaya başlamıştı.

147’ler arasında sosyalist öğrenciler olarak pek sempati duymadığımız, asistanlarına parya muamelesi yapan, öğrencileri muhatap almayan, doçentine çantasını taşıttıran hocalarımız da vardı. Özellikle tıp fakültelerinde, akademik kadrolara atanma dahil olmak üzere, öğretim üyelerinin her türlü özlük işlerinin kürsü (anabilim dalı) başkanlarının iki dudağı arasında bulunduğu görmezden gelinemeyecek bir gerçekti. Fakat bu ölçüsüz tasfiye, o zamanlar yeni yeni kavramaya başladığımız üniversite özerkliğini tümüyle yok sayan bir müdahale anlamına geliyordu. 27 Mayıs darbesini tereddütsüz onaylayan öğrenciler bile tepkiliydi. Gerçi özerklik kavramı geçmiş iktidarlar döneminde de defalarca çiğnenmiş, Menderes, antidemokratik tutumlara karşı eleştirel tavır alan hocalar için, "kara cübbeliler" gibi aşağılayıcı ifadeler kullanmıştı ama 27 Mayıs’a varan yolun açılmasında en büyük rolü oynayan üniversitenin pervasızca hedef alınması anlaşılabilir bir tutum değildi. Öte yandan bizim sosyalist arkadaş çevremizde bile bu konu her tartışmaya açıldığında kürsü başkanlıklarını despotik küçük krallıklara çevirmiş olan kimi hocalar örnek gösterilir ve ilkeler temelinde örgütlü bir tepki gösterilemezdi.

Bu yüzden İstanbul Tıp Fakültesi’nden küçük bir öğrenci grubu olarak hiç olmazsa kendi fakültemizdeki 147’likleri ziyaret ederek üzüntülerimizi belirtmeye karar vermiştik. İlk ziyaretleri, sınavlarda öğrenciye en fazla kök söktüren hocalardan başlamış, elimizde küçük çiçek demetleriyle yaptığımız ziyaretlerde çok duygulu anlar yaşamıştık. Bir üst sınıftaki arkadaşlarımızdan Nurettin Sözen, Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF)’nda bu konunun tartışıldığı bir toplantı sırasında, tasfiye edilen bazı hocalara yönelik rencide edici ifadeler kullanan başka bir hocayı susturarak salondan çıkarmıştı. Tasfiye edilen hocalarımızdan Prof. Dr. Naşit Erez’in oğlu olan arkadaşımız Selçuk Erez "147’ler Olayının İçyüzü" adıyla kapsamlı bir kitapçık yayımlamıştı. İlkokul arkadaşım, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü öğrencisi Tuncer Tuğcu, çok saygı duyduğu hocası Prof. Dr. Takiyettin Mengüçoğlu’nun tasfiyesine karşı öfkesini, MBK’ne gönderdiği bir telgrafla dile getirmişti. Tuncer, tasfiyeyi savunmak ve tepkileri önlemek üzere Edebiyat Fakültesi’nde bir toplantı düzenleyen MBK üyesi İrfan Solmazer’le tartışmaya girmişti. Bunun üzerine Solmazer’in, tabanca üzerine yemin ettirme gibi ilkel gösterilerine sahne olan gerilimler yaşanmıştı.

Üniversiteleri ve genel kamuoyunu iki seneye yakın bir süre meşgul eden 147’ler, ancak MBK’nin dağılması, yeni anayasanın yürürlüğe girmesi ve 1961 seçimleriyle sivil yönetimin yeniden iş başına gelmesiyle görevlerine dönebilmişlerdi. İnönü başkanlığında kurulan koalisyon hükümeti, 12 Nisan 1962’de 114 sayılı tasfiye yasasını yürürlükten kaldırmış, ancak 1961 Anayasası ile yasal güvenceye kavuşan üniversite özerkliği ilkesine saygılı olma adına, 147’lerin görevlerine yeniden atama işlemi, Danıştay'a itiraz hakları saklı kalmak üzere, senatoların inisiyatifine bırakmıştı. 114 sayılı yasa yürürlükten kaldırılırken üniversitelerin akademik kadro sorunu da büyük ölçüde çözülmüştü. Hatırladığım kadarıyla, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi senatoları dönüş işlemini pürüzsüz şekilde halledip bütün hocaların eski görevlerine iade etmişti. İstanbul Üniversitesi'nde ise senato, daha önceki dönemde bir taciz olayı nedeniyle hakkında kovuşturma açılan hukukçu bir ordinaryüs profesör dışındaki hocaları eski görevlerine atamıştı. Ancak  bu atamalarla birlikte, başta tıp fakültesi olmak üzere bazı fakültelerde uzun süre devam edecek huzursuzluklar başlamıştı. Senatonun özellikle ordinaryüs profesörleri kürsü başkanı olarak ataması, o görevlere seçimle atama yapmış olan fakültelerde kabul edilmemiş, bunun özerkliğe müdahale olduğu yolunda itirazlar yükselmeye başlamıştı. 147’ler olayını Ekim 2017 tarihli Toplumsal Tarih dergisindeki makalesinde enine boyuna ele alan Prof. Dr. Mehmet Ö. Alkan’ın "kaos" olarak nitelediği gelişmeler, bir taraftan kürsülerin, fakültelerin bölünmesine neden olurken, bir taraftan da üniversitelerde kürsü başkanlıklarının, bir iktidar ve çıkar aracı olarak kullanılmasına yol açan hiyerarşik yapıyı ciddi şekilde sarsmıştı.

Yıllar sonra, 12 Eylül 1980, döneminde benzer bir uygulama ile,"Bir daha kamu görevinde çalıştırılmamak üzere" üniversitelerden uzaklaştırıldığımızda, ancak 7 yıl süren hukuk mücadelesiyle görevlerimize dönebilmiştik. Şu yaşadığımız günlerde ise uzaklaştırmalar, yasal itiraz yolunu kapayan Kanun Hükmünde Kararname’ler (KHK) yolu ile yapılıyor ve tasfiye edilenlerin üniversite dışında çalışmaları engellenmekle yetinilmiyor, geçmiş örneklerle kıyaslanamayacak hak ihlallerine maruz bırakılıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı