25 Ağustos 2021

“Güvercinler baştan beri haklıydı”

Şahinlerin, savaşın neden olduğu insani facialar ve hatta verilen Amerikan kayıpları karşısındaki aldırmazlıkları da ürperticiydi. Bundy, bir defasında Başkan Johnson’a oldukça soğukkanlı şekilde, başarı şansı yüzde 25 - yüzde 75 arasında olsa bile yine de kara birliklerini Vietnam’a sevk etmesi gerektiğini söyleyecekti.

New Yorklu yazar ve kültür eleştirmeni Susan Jacoby, 20 yıl önce, 11 Eylül 2001 Salı akşamı, Manhattan’ın Yukarı Doğu Yakasındaki evine yürürken, yol üstündeki bir bara girmeye karar verdi. Sabah saatlerinde kenti vuran tarihin en büyük terör saldırısı nedeniyle üzerine çöken belirsizlik ve kaygıyı bir parça dağıtmaktı amacı… Jacoby, sancılı bir sessizlikte ‘kanlı Mary’ kokteylini yudumlarken, yanında oturmakta olan iki takım elbiseli New Yorklunun kulak misafiri olmaktan kendini alamadığı diyalogu ona yeni bir şok daha yaşatacaktır.  

"Adeta Pearl Harbor bu’’ der adamlardan biri öfkeli bir tonda... 

Jacoby, adamın, 11 Eylül saldırısını, Japonya’nın 1941 yılında ABD’nin Hawaii’deki Pearl Harbor askeri üssüne yaptığı ve ABD’nin ertesi gün İkinci Dünya Savaşı'na resmen girmesine neden olan sürpriz hava saldırısına benzettiğini düşünür.  

’Pearl Harbor nedir ki?’’ diye sorar ikinci adam. 

İlk adam, hiç şüphe tonu içermeyen bir eminlikle açıklar arkadaşına: 

‘’Vietnamlıların Pearl Harbor’ı bombalaması olayı. Vietnam Savaşı’nı başlattı bu saldırı…’’ 

Böylesi eksik bir tarih ve coğrafya bilgisinin, yaygınlığı ölçüsünde, komşulara veya öteki olarak gösterilen gruplara karşı her türlü haksız saldırıyı kolayca meşrulaştıracağı, devlet gücünü elinde tutan muktedirlerin ‘’milli’’ kılığına soktuğu çıkarcı politikalara karşı muhalif sesleri bastıran bir iklim hazırlayacağı açıktı. Nitekim öyle olacaktı… 

Bush yönetimi, 11 Eylül saldırısının planlayıcısı Bin Ladin’in Afganistan’da saklandığı gerekçesiyle Irak’a savaş ilan ederken, büyük bir kamuoyu desteği bulmakta zorlanmayacaktı. Amerikan milliyetçiliğinin, intikam duygusunun ve savaş çığırtkanlığının tavan yaptığı o hamasi iklimde Kongre’deki birçok milletvekili ve senatör de son derece yanlış ve ilgisiz görmelerine rağmen Irak Savaşı’na ‘evet’ oyu vermek zorunda kalacaktı.  

Irak Savaşı’nın başlamasından dört yıl sonra, yani ABD’de neredeyse her gün medyada ilk haberin Irak olduğu tam dört yıl geçtikten sonra, 2006 yılında, National Geographic dergisinin yaptığı ankette, üniversite mezunlarının bile ancak yüzde 23’ü, haritada Irak’ın ve Afganistan’ın yerlerini doğru gösterebiliyordu. Sokaktaki Amerikalı bir yana Kongre’nin büyük çoğunluğu bile, 1960’larda ABD’nin Vietnam Savaşı’na nasıl resmi yalanlarla taşındığını hatırlamıyordu. Ama bütün bu muazzam coğrafya ve tarih cehaletine rağmen, Irak Savaşını hararetle destekleyen Amerikalıların hepsi ‘büyük resmi’ gördüklerine ve ABD’nin geçmişten bugüne süregelen çok büyük bir küresel düşmanlığın, kıskançlığın mağduru olduğuna çok emindiler.    

Sağlıklı bir tarih ve coğrafya bilgisine sahip değilseniz, kendinizinki dışındaki bir sosyal topluluğu, ulusu, kültürü, inancı, etnik grubu homojen bir kötülük olarak görme kuyusuna düşmeye çok hazırsınız demektir. Vietnamlıları bile tek başına homojen bir topluluk olarak görmek büyük cehaletken, Vietnamlı ile Japon arasında hiçbir fark göremez hale gelirsiniz. Bir başka insanın tarihini bilmiyorsanız, değerlerini, korkularını, umutlarını da anlayamazsınız. Bir başka coğrafyanın fiziksel, kültürel ve sosyal dokusundan habersizseniz o ülkede sizi nelerin bekleyeceğini de asla tahmin edemezsiniz. Bu cehaleti, milli fantezilerle ve kendi askeri gücünü abartarak, devlet politikası haline getiren ülke, dünyanın süper gücü de olsa bataklıklara saplanmaktan, hezimetler yaşamaktan kurtulamaz.  

Yüz binlerce Afganın ve binlerce Amerikan askerinin öldüğü, on binlercesinin yaralandığı ve Amerikan hazinesinden 1 trilyon dolardan fazla paranın harcandığı Afgan Savaşının 20’nci yılında ABD yönetimi, ‘şerefli ve başarılı çekilme’ dışında övünecek pek fazla şey bulamıyor.   


Çizim: Hilal Özcan

ABD başkenti Washington DC’deki ruhsal iklim, Vietnam’daki son Amerikalının helikopterle ABD’nin Saygon Büyükelçiliği'nin damından (aslında yan binanın damından alındı ama söylence, bir şekilde, lafzi gerçekten daha doğru bir şey anlatıyor) alındığı 30 Nisan 1975 sabahından çok farklı değil. 15 yıl boyunca Vietnam Savaşı'nı eleştiren, itiraz eden, savaşmayı reddeden, karşı çıkan herkesi vatan haini ilan eden politik koronun, ‘nerede yanlış yaptık’, ‘Vietnam’dan çıkarılacak dersler’ kitaplarını yazmaya koyulmasından hemen öncesinde…  

John F. Kennedy, 1961 Ocak ayında Beyaz Saray’da koltuğuna oturduğunda, yanında yeni kuşak pragmatistlerden oluşan oldukça entelektüel ve genç bir kadro da kurmuştu. İyi eğitim almış, düşünce kuruluşlarında, üniversitelerde ve dev şirketlerde kendini ispatlamış bu entelektüel genç kadroya, o günlerde, 19’uncu yüzyılda Mississippi’nin batısındaki vahşi batıya ‘uygarlık götüren’ öncülere atıfla, ‘Yeni Öncüler’ veya ‘aksiyon entelektüelleri’ yakıştırmaları yapılacaktı. Savunma Bakanı olacak Robert McNamara ile Kennedy’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı olacak McGeorge Bundy ise bu entelektüel grubun en öne çıkan iki ismi olacaktı.  

Her ikisi de genç yaşlarında Harvard’da profesörlük yapmıştı. Bundy, 1953 yılında, daha 34 yaşındayken Harvard Üniversitesi Sanat ve Bilim Fakültesinin dekanı olarak, Harvard tarihinin (2021 itibarı ile hala geçerli) en genç dekanı unvanının sahibi olmuştu. McNamara ise yine genç yaşında, Ford Motor’un, Ford ailesi üyesi olmayan ilk başkanı olarak tarihe geçmişti. Kennedy ona Savunma Bakanlığı teklif ettiğinde, dikkatini McNamara’nın ‘aşırı öz güveni’ çekmişti. O günlerde olumlu bir puan olarak… 

Bu iki isim, onlara göre daha deneyimli bir isim olan Dışişleri Bakanı Dean Rusk ile beraber, ABD’nin Vietnam’a askeri güçle müdahil olması politikasının en ateşli savunucuları oldular. Ve 1961 Washington’u, 1810’lar Washington’unun bir yansımasını yaşamaya başladı. İngiltere ve Fransa’nın Kanada’daki çıkarları için savaştığı günlerin…  

İngilizlerin, Fransız limanlarına girip çıkan Amerikan gemilerini de durdurup aramak istemeleri ABD’de savaş çığlıklarının kolayca yükseleceği hamasi bir iklim yaratıyordu. 1810 seçiminde Kongre’de etkinlik kazanan bir politik grup, ‘Amerika’nın çiğnenen onurunu temizlemek için’ derhal İngiltere ile savaş istiyordu. Kentucky Milletvekili Henry Clay liderliğindeki bu güçlü grubun gerçek derdi ise ne ‘ABD’nin çiğnenen onuru’ ne de ABD gemilerinin selametiydi. O yıllarda bütün dikkatini Napolyon’a yönelten Britanya Krallığı ile kolayca müzakere ile çözülebilecek iki sorundu bunlar. Nitekim, ABD Kongresi’nin savaş ilanından sadece 2 önce Britanya Krallığı, ABD ile aralarında anlaşmazlığa sebep olan donanma kanunlarını değiştirdiğini ilan etmişti zaten. Grubun çığırtkanlığı nedeniyle, Britanya’nın bu ilanı duyulmayacaktı. Bazı tarihçilerin bu savaşa “iletişim eksikliği savaşı” yakıştırması yapması bundan.

Kongre çoğunluğunu etkisi altına alan savaş çığırtkanı grubun asıl derdi, Kanada’yı işgal ederek ABD’ye katmaktı. Britanya Krallığı’nın, Napolyon belası ile uğraşmak zorunda kalmasını bir fırsat olarak görüyorlardı. Onlara göre her şey çok kolay olacaktı. South Carolina Milletvekili John C. Calhoun, “Savaşın ilanından itibaren en fazla dört hafta içinde Kanada’nın bütün yukarı kesimi ve aşağı Kanada’nın önemli bir kısmı ABD’nin olur” diye konuşacaktı.  

Kongre’deki bu “Kanada’ya girelim bir haftaya Alaska’dayız” güruhuna tek yüksek sesle muhalefet cesareti gösterebilen isim Virginia Milletvekili John Randolph (of Roanoke) oldu. İşte bu milletvekili, yani John Randolph, yayılmacı, fetihçi maceracılığının ülkeye ağır bedel ödeteceğine inandığı bu gruba, “war hawks (savaş şahinleri)” adını takıp, ‘şahin’ sözcüğünü politik literatüre kazıyan kişi oldu. Barışın yüzyıllardır güvercin ile sembolize edilmesine bir göndermeydi bu… Güvercin, çekirdek, kırıntı ve meyve yiyerek beslenen bir kuş. Şahin ise diğer hayvanlara saldırarak beslenen yırtıcı bir kuştu.  

Doğru olduğuna inandığı şeyi konuşmaktan çekinmeyen ve gerçek bir vatansever olan Roanokeli Randolph, basiretiyle de tarihe geçecekti. Savaş ilanının onaylandığı günlerde yaptığı bir konuşmada Kongre’ye şöyle hitap edecekti: 

“Baylar, Savaşı başlatmayı başardınız. Ülkemizi harapla neticelendireceksiniz. Siz Kanada’yı fethetmeden önce, idolünüz Napolyon dünyanın dikkatini üzerine çekmeyi bırakacak ve şu Kongre binası (Capitol) bile bir enkaza dönüşecek.” 

John Randolp haklı çıkacaktı. 1812’de başlayan savaşta, ABD, şahinlerin umduğu gibi Kanada’ya hiç giremedi. Bunun yerine, Napolyon’un yenilmesiyle eli rahatlayan Britanya Krallığı, önce New York’a ardından Washington DC’ye girecekti. İngiliz Ordusu 1814 Ağustos ayında Beyaz Saray ve Kongre Binasını (Capitol) yakarak yerle bir edecekti. Hindistan’a yoğunlaşmak isteyen ve ABD içinde uzun soluklu bir savaşı çıkarlarına uygun görmeyen İngiltere ve ABD’nin, ‘’Kanada sınırına saygı’’ şartıyla 1815’te barış anlaşması imzalamasıyla sona erecekti savaş. Geride enkaza dönen ‘Capitol’den yükselen dumanlar kalacaktı. ‘Savaş şahini’ nitelemesini literatüre kazandırmasına ve ‘şahin politikaların ülkenin başını, çözmeyi vadettiği sorundan daha büyük sorunlarla karşı karşıya bırakacağını çarpıcı şekilde gösteren bir ilk örnek olmasına rağmen 1812 savaşı hızla unutulacaktı. Bugün bile “forgotten war(unutulmuş savaş)” diye anılması bundan...  

Yanlışlarını unutanlar, tekrarlamakla lanetlenir. 1960’ların başında McNamara, Bundy ve Dusk’ın başını çektiği ‘savaş şahinleri’, yeni bir laneti inşa etmeye koyuldular. Vietnam’ın çok kolay bir savaş olacağını savunuyor, Kennedy’i kara savaşına ikna etmeye çabalıyorlardı. 

1961 Kasım ayında Bundy, Kennedy’e sunduğu raporda, “Laos, 1954’ten sonra hiç bizim olmadı. Güney Vietnam ise bizim olarak kaldı ve hep böyle kalmak istiyor.’’ diye yazacaktı. 

Kennedy’nin başkanlığı, başladıktan 2 yıl 10 ay sonra suikastle sona erdi. Ancak, Bundy, McNamara ve Dusk, Johnson yönetiminde de aynı görevlerinde kalmaya devam ettiler. İşleri ise artık daha kolaydı. Savaşmaya çok daha kolay ikna edilebilir Texaslı bir başkan vardı. 

McNamara, savaş için kararda rolü büyük olacak Vietnam seyahatinden, ABD’nin Vietnam’daki askeri varlığını artırması gerek raporuyla dönecekti. Seyahati tam bir savaş propagandasına dönüştürmüştü. Öyle ki McNamara, Vietnam seyahatinde, Vietnamlılara hitap ettiği her konuşmasını, ‘Yaşasın Vietnam’ dediğini sandığı bir sloganla bitiriyordu. Vietnam dilinin tonlamaya dayalı bir dil olduğunu ve ton farkının anlamı da tamamen değiştirdiğinden habersizdi. ‘Yaşasın Vietnam’ dediğini sandığı her defasında, ‘İyi uykular Vietnam’ dediğinin farkında değildi. Tıpkı, kendi hedeflerinin bir fantezi olduğunun henüz farkında olmadığı gibi…  

Amerikan yönetiminin karşı-direniş konusunda en önemli uzmanlarından biri olan Edward Lansdale, Savunma Bakanı McNamara ile daha ilk tanışma toplantısında, komünist Vietkongluların kullandığı ilkel silah ve ekipmanlar ile lastik ayakkabıların birer örneğini masaya koyarak şöyle konuşmuştu: 

‘’Orada bizim safımızda savaşanlara, en iyi silahlarımızı, ayakkabılarımızı, üniformalarımızı tedarik ediyoruz. Onları askeri eğitimden geçiriyoruz. Buna rağmen düşman bizim tarafımızı yeniyor. Vietnam hakkında şunu aklınızdan çıkarmayın; Buradaki mücadele, kimin ne tür materyale sahip olduğunun çok ötesinde bir mücadele. Kazanmak için silah, mühimmat, üniforma ve çokça yiyecek yetmiyor. Bir ideal gerekiyor. En azından bu dersi alalım.’’  

McNamara ve diğer şahinler, ‘ders vermeye’ o kadar çok odaklanmışlardı ki bir ders alabilecek yetenekleri körelmişti. Lansdale ile McNamara arasındaki diyaloğu 2018’deki bir yazısında paylaşan gazeteci Mark Bowden, ‘’Ders alamadık. Saigon’daki müttefiklerimiz demokrat değildi, Saigon bir demokrasi değildi. Şöhretli derecede yolsuz, otoriter bir tek parti devletiydi. Tek bir meziyeti vardı; Komünist değildi. Aşırı derecede Amerikan parası, silahı ve Amerikalı gençlerin yaşamlarıyla ancak ayakta kalabiliyordu’’ yorumu yapıyordu.  

Bowden yazısını, Amerikan televizyonculuğunun efsane haber sunucusu Walter Cronkite’in 1968 Şubat’ında Vietnam’a yaptığı seyahatten sonra Amerikan kamuoyunun Vietnam Savaşı’na bakışında kırılma noktası olarak görülen haber sunumunu yapışının 50’nci yıl dönümü nedeniyle kaleme almıştı. Vietnam’da gördüklerinden sonra Cronkite, askeri ve politik liderlerin ‘tünelin ucu gözüktü, zafer çok yakın’ konuşmaları yaptığı o günlerde, 27 Şubat 1968 gecesi, Amerikan halkına, ‘’Bu kazanılamaz bir savaş. ABD kaybetmese de kazanamayacağı bir çamura saplanmış durumda. Yapılacak en doğru şey, onurlu bir ateşkes ile çekilmek’’ şeklinde seslenecekti. Cronkite’in gözlemlerini paylaştığı Vietnam’daki Amerikan birliklerinin komutanı general William Westmoreland, son derece rahatsız olacak ve gazeteciyi, ‘’Hiçbir şey bilmiyorsun, dersini çalışmadan bir daha buraya gelme’’ diyerek aşağılayacaktı. Cronkite’in gezisinde Saygon’da tanıştığı CBS’in Vietnam muhabiri John Laurence, 50 yıl sonra o geziyi anlatırken, ‘’Walter’ın, resmi kaynakların kendisine anlatacağı her şeye gözü kapalı inanmayacak kadar iyi bir gazeteci olduğunu hesaba katmamışlardı’’ ifadesini kullanıyor. 

Cronkite’in tarihi televizyon konuşmasından üç yıl sonra ABD’nin en önemli iki gazetesi, Pentagon Belgeleri’ni yayınlayarak, politikacı ve komutanların, 10 yıldır Vietnam Savaşı hakkında yaptıkları bütün resmi açıklamaların yalan olduğunu belgeleyeceklerdi.  

2018’deki yazısında Amerikalı gazetecilerin Vietnam Savaşı boyunca gazeteciliği mükemmel yaptığının söylenemeyeceğinin altını çizen Mark Bowden, ‘’Ancak, Amerikalı devlet yetkililerinden çok daha fazlasıyla doğruyu konuştular’’ deyip ekliyordu: 

‘’Ve Amerikan halkının nihayetinde savaşa karşı çıkmaya başlamasına da medyanın gerçeği konuşmakta ısrar etmesi neden oldu. Yolsuz ve otoriter bir rejim, kazanılması imkânsız bir savaşı bu şekilde ahmakça sonsuza kadar sürdürebilir ama bir demokrasi bunun altından kalkamaz. İşte bundan dolayı minnettar olmalıyız. Gazeteci Cronkite’in ülke için yaptığını, general Westmoreland’ın yaptığına her zaman üstün sayarım’’. 

Politik arenada gerçekleri, milli egoyu okşayan hamasi fantezilere tercih eden sayısı çok daha azdı. Bunlardan biri de Oregon Senatörü Wayne Morse’du. 4 Mart Tonkin olayı sonrası Kongre’den kara savaşı yetkisi istendiğinde ‘Hayır’ oyu veren iki Kongre üyesinden biri olacaktı. Kongre’deki konuşmasında Senatör Morse bu savaşa, ‘’McNamara Savaşı’’ adını takacaktı. Gazeteciler Savunma Bakanı McNamara’ya bu isimlendirmeyi sorduklarında, gururla, ‘’Bunun çok önemli bir savaş olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu savaşın ismimle anılmasından şeref duyarım’’ karşılığı verecekti. Yıllar sonra herkesin unutmuş olmasını çok isteyeceği bir cevaptı bu. Yönetimin Senatör Morse’a tek cevabının bu olmadığı ise yıllar sonra arşivler açıldığında ortaya çıkacaktı. FBI, Kongre’de savaş karşıtı konuşmalar yapan ve savaş karşıtı öğrenci gösterilerine katılan Senatör Morse’u kamuoyu nezdinde itibarsızlaştıracak açıklar bulmak amacıyla gizli takibe almıştı.   

ABD’nin en uzun süre Savunma Bakanlığı yapan ismi olan Robert McNamara’nın, ‘’haftalar aylar içinde gelir’’ diye beklediği zafer yıllar boyunca geciktikçe şüpheleri artacaktı. Şahinler içinde zaferin imkânsızlığını ve yanlış yolda olduklarını gören ilk isim olacaktı. Yıllar yılı, savaşa karşı çıkan her Amerikalının vatanseverliğini sorgulayan McNamara, 1968’de istifa ettiği gün artık tek çözümün, “Vietnam’dan şerefli geri çekilme” olduğunu savunuyordu. Sonradan yazdığı kitapta, “ABD’nin Güneydoğu Asya politikası, bölgenin tarihi ve dinamikleri hakkındaki engin cehaletimizin bir yansımasıydı’’ itirafında bulunacaktı.   

Dönemin en etkili gazetecilerinden Walter Lippmann da, Başkan Johnson’a Vietnam politikasını bir an önce değiştirmesi telkininde bulunmasını sağlamak için danışmanı McGeorge Bundy ile görüştüğünde, sadece Bundy’nin Vietnam Savaşı politikasına hâlâ ne kadar sadık olduğunu görmekle kalmayacaktı. Bundy’nin, bütün o derin entelektüelliğine rağmen Vietnam’ın tarihi hakkında korkunç bir cehalete sahip olduğunu da görecekti. Bundy’nin, ‘Güney Vietnam’ın, tarihsel bir oluşum değil, yakın zaman önce yaratılmış bir yapı olduğundan bile habersiz olması Lippmann’ı ürkütmüştü.   

Şahinlerin, savaşın neden olduğu insani facialar ve hatta verilen Amerikan kayıpları karşısındaki aldırmazlıkları da ürperticiydi. Bundy, bir defasında Başkan Johnson’a oldukça soğukkanlı şekilde, başarı şansı yüzde 25 - yüzde 75 arasında olsa bile yine de kara birliklerini Vietnam’a sevk etmesi gerektiğini söyleyecekti. Ona göre ABD’nin Vietnam’a asker sevk ettikten sonra yenilmesi, hiç asker göndermemesinden bile daha doğruydu. Amerikalı askerlerin bile bile ölüme gönderilmelerinin hiçbir önemi yoktu.  

Amerikan diplomasisinin, Bosna Barışı’nın mimarı da olan efsane isimlerinden Richard Holbrooke, Afganistan ve Irak Savaşlarının çıkmaza gireceğinin artık belli olduğu 2008 yılında paylaştığı bir anısında, “Savaş, McGeorge Bundy için, korkunç bir realiteden çok basit bir politik soyutlamaydı’’ diyecekti. 2010 yılında ölen Holbrooke, henüz genç bir Dışişleri diplomatı olduğu 1965 Şubatında Bundy’nin bir Vietnam gezisinde, ABD elçisinin evinde dar bir grupla katıldıkları bir akşam yemeğini hatırlıyordu:  

‘’Ortamda Bundy’den daha entelektüel tek bir kişi bile yoktu. Hatta herkesten açık ara fazlasıyla bilgili bir insandı. Ama geri kalan herkes de Vietnam’da yaşamıştı ve onun bilmediği şeyler biliyordu. Buna rağmen eğer fikirlerini çok hızlı ve çok zekice dile getirmenin yolunu bulamasalar, Bundy ya sözlerini kesiyor veya dinlemiyordu onları. O yemekten yaklaşık 10 yıl sonra Harpers dergisine kısa bir deneme yazmıştım. Başlığı, ‘Odadaki en akıllı insan her zaman en doğru şeyi söyleyen olmayabilir’ şeklindeydi. Bu denemeyi yazarken aklımda sadece Bundy ve o akşam yemeği vardı’’.  

“Bundy hiçbir zaman müzakereye ve barış görüşmelerine inanmadı’’ diye devam edecekti anısına Holbrooke:  

‘’Müzakereye bu inançsızlığı ile her şart ve coğrafyada askeri gücün yegâne belirleyici olduğuna inanan katı inancı, onun en büyük iki hatasıydı. O ve arkadaşları bu zihniyetle çok trajik bir hezimete imza attılar. McGeorge Bundy’nin, mukaddimesi entelektüel parıltıdan, nihayeti kendisini ve savaşı sorgulamaktan oluşan trajik hikâyesi, bütün Amerikalılar için muazzam bir ibret öyküsü aslında…’’ 

11 Eylül terör saldırısı, yeni bir savaş başlatmaya olağanüstü uygun bir iklim hazırladı. Rumsfeld, Cheney, Bolton gibi isimlerin başını çektiği ve “çok kolay çok hızlı bir zafer’’ olacağını savunan şahinlere kimse karşı duramadı. Ancak daha başından Afganistan’ın, içinde zafer olasılığı barından bir savaş olmayacağının herkes farkındaydı. Belki de bu yüzden şahinler için bile, Afganistan Savaşı, Irak Savaşı’nın yan şovu olarak kaldı. Herkes, Afgan Savaşı’nın ümitsiz bir savaş olduğunda o kadar hemfikirdi ki, Amerikan tarihinin en uzun savaşı olmasına rağmen, paradoksal olarak Amerikan sinema endüstrisinin, tarihi boyunca en ilgisiz kaldığı savaş oldu.   

Gazeteci Bowden haklıydı, hiçbir demokrasi böylesi anlamsız bir savaşı sürdürmeye ‘demokrasi’ kalarak güç yetiremezdi. Afgan ve Irak savaşının sadece ABD’nin hazinesine ve küresel imajına değil, demokratik düzenine maliyeti de korkunç boyutlarda oldu. Afgan Savaşı’nın 20’nci yılına girilirken, Cheney, Bolton, Rumsfeld ve Bush’lar, kendi yarattıkları politik canavarın acı meyvesince kara listeye alınarak, kendi tabanlarında bile birer politik karikatüre dönüştüler. Rumsfeld ise, kaderin bir ironisi olarak, mimarı olduğu Afgan Savaşı ile aynı yıl, 2021’de öldü. Yani, ABD Kongre binasının (Capitol), 1814’ten sonra tarihinde ikinci kez fiziki saldırıya uğradığı yıl... Amerikan demokrasisinin kara bulutlar altında kaldığı yıl… 

Rumsfeld, 2008’den sonra savaş hakkında sessizliğe gömüldü. McGeorge Bundy de, 1960’lar boyunca üst perdeden çığırtkanlığını yaptığı Vietnam Savaşı hakkında 30 yıl derin bir sessizliğe gömülmüştü. Ölmeden önce gazeteci Gordon Goldstein ile üzerinde çalıştığı biyografisine kadar. Ancak biyografi tamamlanmadan Bundy ölecek ve ailesi, Goldstein’in ham materyali kitaplaştırmasına izin vermeyecekti. Fakat Goldstein, daha sonra yayınlayacağı Hezimetten Dersler (Lessons in Disaster) kitabında bazı el yazması notlara yer verecekti. 

Bir yerde Bundy, Vietnam Savaşı’ndan, “Olmaması gereken bir savaştı’’ diye bahsedecekti. Başka bir sayfadaki  “En kötü hatalarım hangileriydi?’’ sorusu, Bundy’nin kendisini ne kadar kusursuz gören bir egoist olduğunu bilenlerin ağzını açık bırakacak cinstendi. “Hezimette büyük payım var. Algıda, başkana telkinlerde ve icrada büyük hatalar yaptım’’ diye yazmıştı. Ulaştığı sonuçlardan biri de, “Asla, ‘sonuç alınıncaya kadar’ türünden süresi belirli olmayan bir mücadele amacıyla askeri harekata onay verme’’ şeklindeydi.  

Bundy’nin kendi yazdığı notlardan biri ise, diğer çarpıcı notlar içinde mütevazılığıyla o günlerde az fark edilse de tarihi süreçte en fazla yankı yapacak olanıydı: 

‘’Güvercinler baştan beri haklıydı’’. 

Yazarın Diğer Yazıları

Kaç yaşında 'yaşlı' olunur?

Yaşlı politikacı karşıtı söylemle politikada yükselen Biden, şimdi yaşlı politikacı olmanın yanlış bir şey olmadığına ikna etmeye çalışıyor. Sovyetlerin yaşlı liderlerini hicveden Amerika şimdi gerontokrasi hicivlerinin poster ülkesi. "Açın gençlerin önünü" isyanının sancaktarı Boomer kuşağı ise "açın gençlerin önünü" isyanı yapılan bir kuşağa dönüştü bugün

‘Dünyanın en güçlü kadını’ 

Genelde gözleri bağlı sembolize edilen Adalet tanrıçasının aksine, Yüksek Mahkeme’yi temsil eden Justice’ın gözleri açık. Justice’ın eli keskin kılıcını kavramış, kararlı yüzü kötülüğün güçlerine dönük şekilde onları gözetlemekte.

Tarihin de bir tarihi var

Eğer bir insanın, başından sonuna bizzat tanığı olduğu bir yaşam hakkında tamamen gerçeği anlatan bir otobiyografi yazması bile imkânsızsa, tamamen gerçeği anlatan, tamamen objektif bir tarih yazılması mümkün olabilir mi?