06 Mayıs 2025
İçine doğduğum kültürden yola çıkarak, geçmiş bugüne nasıl seslenmiş biraz anlatmaya çalışacağım. Bu evrende bir damlayız, bir olur okyanusa akarız. Duyduklarımdan bildiklerim, öğrendiklerim varsa aktarmazsam, paylaşmazsam ve benimle toprağa gelirse ne anladık yaşamaktan? Ne demiş Sümerler: Biliyorsun, neden öğretmiyorsun?
Bu satırlar sanki kendiliğinden yazılıyor gibi, parmaklarımın beyni kalbim ve kalbim parmaklarımdan kelimeler aracılığıyla akıyor adeta. 1900’lerin son çeyreğinde alevi bir aileye doğdum. Ve bu kültürden çok şey öğrendim. Sazıyla, sözüyle, saygısı ve sevgisiyle… Öğrenmeye de aynı heves ve heyecanla devam ediyorum. Ömrüm el verdiğince de böyle devam etmek isterim. Sonsuz bilginin, öğretinin, öğüdün, güzelliğin içinden bir nebze payıma düşen bir şey varsa almak, sindirmek, bilmek, anlatabilmek işte tüm bunları yapabiliyorsam ne güzel, ne mutlu bana.
Çocukluğumda evimizdeki iki gözlü teypte Abdullah Papur, Davut Sulari, Deste Günaydın, Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Âşık Veysel, Âşık Ali Metin, Zaralı Halil, Çekiç Ali, Belkıs Akkale, Ali Ekber Çiçek, Âşık Mahzuni Şerif ve Murat Çobanoğlu çalardı… Daha daha niceleri…
Dedem Murat Çobanoğlu’nu çok severdi. Onlara gittiğimde TRT’de Murat Çobanoğlu’na denk gelirdim. Tabii daha sonra öğrendim ki Davut Sulari ile atışmaları varmış. İnanılmaz. Atışmalar beni hep hayran bırakmıştır kendine. Belli bir saygı ve zekâ seviyesinde yapılan gönül işleri. İçine sazın sesini, kalbin nefesini katıyorlar. Oturdukları yerden insanların gönlüne ipotek koyuyorlar. Şimdi nerede böyle şeyler.
Seneler önce öğrendim ki çok sevdiğim ‘Ak Meleğim’ eserinin sahibi Aşık Ali Metin, meğer dedemin ahbabıymış ve dedemin odun kömür sattığı, emlak işleri yaptığı ofisine gelirmiş muhabbete. Annem de o zaman yeni gelin. Çay, ayran, yemek ve tatlı ikram edermiş onlara. Devamı olmayan, zor hatırlanan anılar. Ben merak edip, sorup, hafızamda tutmaya çalışıyorum. Çünkü söz uçar yazı kalır. Tabii ben bunlarla büyüdüm dedim ama ne anlattıklarını anlamıyordum, körpeyim o zaman. Ama akıl gelişip fikirler oluşmaya başlayınca kulak vererek dinlemeye başladım. Duymadım, dinledim. Ve baktım ki bu insanlar deyişlerle felsefe yapıyor. Öğütler var, derdi taşımak var, başkasının derdiyle dertlenmek var, insan var, Hak var, doğa, acı ve sevda var. Cümleler hem tasavvufi hem divan anlamlı. Zamanla, çok büyük bir zenginliği duyduğumu dinlediğimi ve bunların neredeyse bozulmadan sonraki nesillere aktarılmasının ne kıymetli olacağını düşmüştüm. Neden bunu söyledim! Çünkü şimdi bile eski sözlerle yeni yolları yürüyoruz. Neresinden başlasam bilmiyorum çünkü, öyle nadide öyle biricikler ki.
Mesela, Dadaloğlu’na baktığımda; mensup olduğu Avşar boyunun göçebelikten vazgeçmesi için çeşitli yerlere iskân edilmesi, bu boyun devlete karşı tavır almasına sebep olmuş. Dadaloğlu, Avşarlar’ın sözcüsü gibiymiş ve iskân olayına da karşı çıkmış, zaten bunları şiirlerinde de dile getirmiş. Bazı çevreler onun için isyancı, devlete başkaldıran biri dese de yaptığı şey hayatına ve topluluğuna sahip çıkmaktı. Şöyle söylüyor:
"Ferman padişahın, dağlar bizimdir
Hakkımızı yedirmeyiz zalime
Kılıcı çekenin, arpası eksik
Vururuz feriştahın da velisine”
Yani, zulüm ve fenalık karşısında halkın direnme hakkını ve özgürlüğünü savunmuş. Devletin emirine değil, hakka yaslanmış, dizelerinde de anlaşıldığı gibi. Zaten günümüz Türkiye’sine bakarsak hâlâ geçerli olduğunu görmek zor değil. Düşünüyorum da, Dadaloğlu bu günleri görseydi nasıl anlatır neler yazardı!
Mesela, 1860-1915 arasında yaşayan Erzurumlu, Âşık Sümmani şöyle diyor:
"Tersine mi döndü devrân biz için
Firkatli mâtemli zamâna kaldık
Bundan böyle âh u figân biz için
Hâinler elinden amâna kaldık”
Yani; “Tersine mi döndü devran biz için, zaman artık eski zaman değil, ne yana baksam harab olmuş tüm yollar bozulmuş, gerçek fedakârlığı bilen var mı, yaralı sinemiz vatan derdinden” der.
Halk ozanları, âşıklar, sadıklar, arifler tüm bu kültürlerin bu zamana kadar gelmesinde, yayılmasında, sorgusuz çok kıymetli rolleri olan kişilerdir. Vatan sevdasını da aşkı da acıyı da aynı göğüste yumuşatmış ve taşımışlardır.
Yıllar yılları kovaladı ve elbette başka âşıklar, ozanlar dinlemeye ve tanımaya da başladım. Bunlardan biri de Aşık Dertli Divani idi. Gerçek adı Veli Aykut olan Dertli Dede, âşıklık geleneğinin ve âşık edebiyatının önemli temsilcilerinden.
Şanlıurfa’nın Kısas köyünde doğmuş ve babası da Âşık Büryani’dir. Ve, Dertli Divani, cemlerde on iki hizmetten biri olan “zakirlik” hizmetini yürütmesinden dolayı 2010 yılında UNESCO kriterleri çerçevesinde Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 'Yaşayan İnsan Hazinesi' olarak ilan edilmiştir.
Duaz-ı İmam’ları, deyişleri, türküleri ondan çok dinlemiş, öğrenmişliğim vardır. Hatta üç telli dede sazım, curam ile ara ara da ondan duyduğum şekliyle icra etmeye çalışırım ama bakmayın, benimki gönül gezdirmek. Kendime ulaşabildiğim yolları bulmayı, o yollarda düşe kalka yürümeyi seviyorum. İnsan olmaya gelmedik mi!
Ve geçtiğimiz gün içimi ısıtan müthiş bir şey yaşadım. Aslında bu yazının doğuşu da böyle başladı. Sosyal medyada gezerken, Londra’da bulunan İngiltere Cemevi’nin bir paylaşımı çıktı karşıma.
Paylaşılan haberde, Dertli Divani Londra Cemevi’ne geleceği yazıyordu. Sen onca yıldan sonra gel kısmete bak. Durur muyum tabii gittim. Onun şimdiye kadarki Cem’lerine, sohbetlerine katılmak hiç kısmet olmamıştı ama büyük niyet etmiştim. Ve niyetim açık kapılara denk gelmiş ki karşılaştık. Erkan toplanmadan önce kısaca merhabalaştık. O iki dakika içinde, çocukluğuma mı gitmedim, dedemlerde geçen bayramları mı hatırlamadım, köy yollarında çocuk ayaklarımın yürüyüş anlarını mı anımsamadım! İçimdeki teller tek tek adeta yeniden akort olmaya başlamış gibiydi.
Şu hayatta kimseye hayranlığım yoktur. Ama insanın inandığı, beslendiği kültüre düşünceye sahip çıkılıp bunun yayılmasını kendine görev etmiş kişiyle karşılaşması da böyle oluyor herhalde. Ayrıca o akşam; “Âşıklık, ozanlık geleneğinin topal karınca misali yolcusu olduğum için…” diye başladığı cümlesi oldu ve içime dokunduğunu belirtmek isterim.
Son yıllarda bilirsiniz, “kanaat önderi” diye hepimize açıklanan isimler oldu. Çoğu olaydan, karardan haberi olmayan, halktan kopuk kimseleri, yalnızca kendini ve çevresini düşünen insanların bize kanaat önderi olarak söylendiğini hepimiz biliyoruz hükümet tarafından. Eğer bu zamanda kanaat önderi diye söylenecek birileri varsa benim önerim Aşık Dertli Divani’dir.
Sözlerinde hep bir olma, gönül kırmama, insan olarak gelmek ve öyle gitmek, sevgi, saygı var. Hayvanın kıymeti ve ona verilen değer var. Konuşması öyle ki, uzun zamandır bu kadar beni düşündüren, söyledikleri her cümlesiyle derinlik taşıyan, kırmadan dökmeden konuşan birine denk gelmediğimi bana hatırlattı. Hoşgörüsü yüksek bir kişiydi ve hitabı da öyleydi.
Tabii bir cümleyle Alevilikte Dede’yi de söylemek lazım ki, Alevi toplumunun inançsal önderidir dedeler. Dedelik ise, kendine has bir yapısı olan bir kurumdur. Dede, taliplerin bütün düşünsel, manevi sorunlarına çözüm, sorularına cevap getiren kişidir. Dertli Dede ise 63 yaşındadır ve bu kültüre doğmuştur. Dünya meselelerine kafa yoran, sürekli okuyan, kendini güncel tutan, küsleri barıştıran, hoş karşılanan, insanları bilgeliği ile bilgilendiren biridir.
Yeniden o akşama dönecek olursam, Dertli Divani ve erkanda bulunanlar, âşıklardan eserler seslendirdiler ve sonra da bu eserlerin şifrelerine, ne anlatmak istediğine dair Dertli Dede, konuşmalar yaptı.
“Ey gardaşım, şu varlık aleminin üstadı ve mimarı olan Hakkın bütün sırları muhabbetle perdelendi. Yani keşfolunmaya muhtaç olan bütün sırlara, yine muhabbetle ulaşıldı” diye hatırlattı. Konuşmanın, lafı göze anlatmanın, dinlemenin ve anlamanın anlamı için derinlikli bir cümleydi.
Aşık Daimi’nin “Nice kaptan kaba boşaldım doldum” dediği de budur dedi. “Muhabbet ortamında kaptan kaba boşalıp dolmak, karşılıklı fikirlerimizden düşüncelerimizden nasiplenmek anlamına gelir” diye de ekledi ve ilk olarak bu eseri nefeslediler. Şöyle ki;
“Nice kaptan kaba boşaldım doldum,
Karıştım denize, deniz ben oldum.
Damlanın içinde evreni buldum,
Yine benden bana getirdi beni.
Daimi’yem ermişlerin ereği,
Böyle idi tabiatın gereği
Ölmez bir ananın oldum bebeği
Aldı dizlerine oturdu beni.”
Tabii bu uzun bir deyiş, burada yalnızca iki kıtasını paylaştım.
Sonrasında ise Âşık Kul Nesimi’ye ait olan 'Gel Gönül' dediler ve ilk bölümün üçüncü eseri ise Dertli Divani’nin dediği gibi, “yüzyılımızın bilge ozanlarından”, Âşık Veysel’e ait 'Hiçbir Türlü Bulamadım Ben Beni' idi.
Diyor ki Âşık Veysel;
“Yıllarca aradım kendi kendimi
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Hayal mıyım rüya mı bilinmez
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum
Ekilir biçilir bir nebat mıyım
Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm
Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım
Köle miyim bir güzele kul muyum
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Varlığım yokluğum bir Veysel adım
Gök kubbede kalacaktır ses kadim
Elli üç yıl kendi kendim aradım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni”
Son olarak pek kıymetli, Âşık Mahzuni Şerif’e değinerek toparlıyorum yazıyı. Aşık Mahzuni, ülkece yaşadığımız dertlere, içine düşürüldüğümüz perişanlıklara binaen taa eski zamanlardan şöyle sesleniyor;
“Bu kavgada kim yürüdü kim döndü
Esamemiz okunmaya az kaldı
Bu düğünün sonu mutlak gelecek
Al kınalar yakınmaya az kaldı
Yıllardır uyuyan gözlerim uyan
Görülmez dünyada uykuya doyan
Isırıp ısırıp geçip havlayan
Köpek bizden sakınmaya az kaldı
Akıllının biri çok kurdu pusu
Bizi pestil etti hayat kaygusu
Bunca emektarın çıplak yavrusu
Çifte kuşak takınmaya az kaldı
Kara çuldan kemer olmaz bellere
Hak istese tüy verirdi kellere
Bir zaman gelirki dertli tellere
Keyfli keyfli dokunmaya az kaldı
İnsanın kanından yiyip içenler
Beyler sofrasında yüksek uçanlar
İzini kaybedip vurup kaçanlar
Arkasına bakınmaya az kaldı
Mahzuni sözlerim nedense katı
Doğunun kardaşı olmadı batı
Gözü küllü anadolu ırgatı
Allah deyip yekinmeye az kaldı...”
Yani demem o ki; ulu ozanların, ülkeyi karış karış sırtında sazlarıyla dolaşan âşıkların, yüzyıllar öncesinden bu zamana ulaştırılabilmiş özlü sözlerin, orada bulunanlara şeffaf, olduğu gibi, kalpten ama şifrelerin gönlüyle açarak aktarılması, kişinin bunu kendi kalbinde düşüncesinde hissederek ve belki de sağaltarak benliğine gark eylediği bir akşamdı.
İyi ki deyişler, iyi ki âşıklık geleneğinin temsilcileri var. Ve her dönemin acısı sancısı benzer olmuş, tekerrür etmiş. Güç zehirlenmesi yaşayan, karunlaşma çabası içinde olan firavunlaşanların gözlerinin kör olmasıyla, kötülüklerini insana yağdırmasıyla, eğitimi, iyiliği, adaleti yaşamdan çekmesiyle görülmüştür bunlar hep. Ama elbet bir gün her şey güzel olacak.
Ne demiş Aşık Sümmani;
“Ey Sümmani ne çekersin sonu gelmeyen ahı,
Vücut bir saraya benzer akıldır padişahı,
Ömür bir gece misali, ölüm onun sabahı,
Aç gözün gafletten uyan gördüğün rüya nedir?”
"Ülkeden ülkeye değişen kurallar var. Avrupa ülkelerinde dört ay bekleme kuralı var mesela..."
"Hor baktık mı karıncaya, kırdık mı kanadını serçenin, vurduk mu karacanın yavrusunu ya nasıl kıyarız insana!"
“Bu müziği icra ederken neredeyse babamın yüreğine akmaya başlıyorum ve onu yeniden biraz daha düşünüyorum.”
© Tüm hakları saklıdır.