25 Temmuz 2022

Yeni hayatı metropollerden kurmak

Metropoller çoğul yaşam tarzlarının bir arada yaşadığı yerler. Bu yaşam tarzlarının ve alanlarının birbirleriyle ilişkilenebilecekleri politikalar tasarlamak, vizyon üretmek gerekiyor

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilerine göre Türkiye nüfusunun yüzde 32’sini oluşturan 27 milyon 189 bin 433 kişi yardımlarla yaşamını sürdürebiliyor. Merkezi hükümet üzerinden yapılan yardımlar gıdadan yakacağa, sağlıktan barınmaya kadar birçok kalemde veriliyor. Genel sağlık sigortası prim ödemesi, yaşlı aylıkları, şartlı eğitim yardımları, engellilere verilen maddi yardımlar gibi birçok farklı uygulama var. Bunların bir kısmı doğrudan hanenin geçimine değen yardımlar. Bir kısmı da genel sağlık sigortası primi, eğitim materyali desteği gibi doğrudan geçime etkisi olmayan yardımlar. Yine bakanlığın verilerine göre 2019 ile 2021 arasında bu yardımlardan yararlanan hane sayısı iki katına çıkmış.

Ama bu veriler yaygınlaşan ve kalıcılaşmakta olan yoksulluğu açıklamak için hâlâ eksik. Çünkü merkezi hükümet yardımları dışında yerel yönetimlerin, sivil toplumun, şirketlerin ve sermayedar ailelerin, bireylerin örgütlü ya da örgütsüz yaptıkları yardımlar da var. Ne yazık ki merkezi hükümet dışındaki kurumsal ya da bireysel aktörlerin yaptıkları yardımların hacmi ve tutarları hakkında derli toplu bir araştırma ve rapor yok.

Yoksulluk hem derinleşiyor hem de kalıcı hale geliyor

KONDA’nın yaptığı araştırmalar üzerinden çok özet bir bulgu seti paylaşabilirim. Temmuz 2007’de yetişkin nüfusun yüzde 7.8’i, Eylül 2010’da yüzde 6’sı yardım aldığını söylemiş. Bu oranlar Mart 2017’de yüzde 13’e, Ekim 2021’de yüzde 26.3’e sıçramış. Bu oranlara yalnızca merkezi hükümet değil, diğer tüm aktörlerin yardımlarının dahil olduğunu not etmeliyim. Yani araştırma bulgularındaki oranlar bakanlığın açıkladığı oranların da gerisinde. Öte yandan oranların son 15 yıldaki artışı da bir şey söylüyor ki yoksulluk yayılıyor, yardımlarla hayatını sürdürebilenlerin oranları katlanarak artıyor.

Yine de araştırmalardaki oranların gerçekte olandan geride olmasının iki nedeni var. Birinci neden psikolojik. Çünkü bu toprakların adap ve geleneklerinde yoksulluğunu göstermek ya da acziyetini söylemek ayıp sayılıyor. Ama bence ikinci neden daha önemli. Yardım alan insanların bir kısmı özellikle merkezi hükümet ve yerel yönetimlerin yaptığı yardımları artık yardım olarak değil “hak” olarak değerlendiriyor. Bu nedenle de yardım olarak söylemiyorlar. Toplumun bir kısmının yardımları “hak temelli” algılamasının, geleceği inşa edebilmek için bir enerji kaynağı olacak farkındalık yükselişi olarak değerlendiriyorum ben. Tam da geçen hafta metropolleşmenin ürettiği sorunlara değinip bu hafta için metropolleşmenin ürettiği fırsatlara değinme arzumu da destekleyen bir nokta bu farkındalık meselesi. Tüm veriler, dünyada da özellikle Türkiye’de de yoksulluğun yayılmakta ve daha da önemlisi kalıcılaşmakta olduğunu gösteriyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik iyileşmeye doğru değil daha da kötüleşmeye doğru seyrediyor. Yoksulluk artık yeni kuşaklara devrediliyor. Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun toplam ulusal gelirden aldığı pay yüzde 47.5 iken en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun aldığı pay yalnızca yüzde 5.9 ve bu iki grup arasındaki fark her yıl daha da açılarak geliyor. Bu sayılar TUİK’in 2021 yılında açıkladığı 2020’ye ait oranlar. Pandemi ve ekonomik tufan sonrası bu oranların daha da arttığını tahmin edebiliriz. Zaten bu nedenledir ki yerel yönetimlerde yardım vaatleri ve politikaları en önemli siyasi gündem maddesi. Özellikle de metropollerde ya da bizdeki idari ismiyle büyükşehir belediyelerinde. Artık hangi partiden olursa olsun yeni seçilecek hiçbir belediye başkanının da bu politikalardan vazgeçme şansı yok.

Sosyal devleti yeniden kurmak zorundayız

Yoksulluk ve adaletsizlikle mücadele edeceksek sosyal devlet kavramını yeniden tartışmak zorundayız. Meseleyi yardımlar kapsamından çıkarıp sosyal devleti yeniden kurmak zorundayız. Bunun başlangıç noktası da sosyal devleti metropollerden ve yerel yönetimlerden kurmak. Çünkü bugün merkezi hükümetin yardım politikaları bir yandan şeffaf değil, diğer yandan da siyasetçilerin ve onların denetimindeki merkezi bürokrasinin keyfi kararlarına bağlı. Bu nedenle de partizanlığa açık. Nitekim AK Parti 2009 yerel seçimlerinden sonraki süreçlerde seçmenini “Ak Partilileştirmek” arzusuyla yardımları bilerek ve isteyerek partizanca kullandı. Nitekim seçmenine karşı kullandığı en etkili propaganda “iktidar değişirse yardımların kesileceği” tehdidi oldu.

Sosyal devlet politikalarını şeffaf ve katılımcılığa açık hale getirmek zorundayız. Bunun yolu yardımları merkezi hükümet üzerinden değil şimdikinin tam tersine yerel yönetimler hatta mahalleler bazında yeniden örgütlemek. Bugün metropoller ülkenin en yoksullarının da yaşadığı yerler. Üstelik metropoller doğadan, birbirinden, ailesinden kopmuş insanların açlık karşısında tek başlarına kaldıkları yerler. O nedenle yerel yönetimler üzerinden, şeffaf, hesap verebilir, destek verilen aile, kişi seçimlerinin somut ölçütlerle, katılımcılığa açık biçimde kurgulanması daha mümkün.

Eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliği yeniden sağlanmak zorunda

İkinci nokta, insanların alın terleriyle ve ahlaklı insan olarak çalışıp, emekleriyle bir üst refah seviyesine ulaşmaları giderek imkansız hale geliyor. Refah seviyesini artırmanın yolu ya yerelde veya ulusalda iktidar partisine yakın ekonomik ve siyasal çıkar ilişkilerine girmek ya da suç örgütleriyle iş birliği yapmak. Alın teriyle ve ahlaklı insan olarak refah seviyesini artırabilmenin en önemli aracı da eğitim. İnsanlar ancak eğitim üzerinden maharetlerini artırabilir, kariyerlerini ve gelirlerini yükseltebilirler. Ama bunun ön şartı eğitimde fırsat eşitliğinin olması. Ne yazık ki bugün eğitim sisteminin genel çöküşünden de öte eğitimde fırsat eşitliğinin artık tümüyle yok olduğu bir süreç yaşanıyor.

Benzer bir fırsat eşitliği meselesi sağlık hizmetlerine erişimde de yaşanıyor. Sağlık sistemindeki genel gerilemeden de öte sağlık hizmetlerine erişimde adaletten söz edebilmek artık mümkün değil.

Yeni sosyal devlet ‘tek tipçi’ olamaz

Özü itibarıyla gelir adaleti, geçim ve yardım, eğitim ve sağlığa erişim adaleti meselelerinin tümünü “onurlu yaşam hakkı” olarak tanımlayabiliriz. Sağlıklı bir çevreden temiz içme suyuna, barınma hakkından bireysel güvenliğe kadar temel yaşam haklarını bu kapsamda değerlendirebiliriz. Tüm bu konuların hizmet üretimlerini tümüyle denetim dışı ve yalnızca özel sermayeye bırakmak yerine Türkiye sosyal devleti yeniden inşa etmek ve onurlu yaşam hakkını tüm yurttaşlara garanti etmek zorunda.

Bu sorunlar ve çözümleri de hemen her şehirde, metropolde farklı. Yeni sosyal devleti eski anlayışla, tek tip çözümler, politikalar ve merkezi uygulamalar yerine kendi farklılıklarını model ve politikalara yansıtabilecek imkanı verebilmeleri nedeniyle metropollerden ve şehirlerden düşünmek gerekiyor.

Yeni sosyal devlet tek tipçi değil, dağınık ve ademimerkeziyetçi bir yapıyla, farklılıkları, ihtiyaç ve talepleri dikkate alan, katılımcılığa ve şeffaflığa, hesap verebilirliğe açık, yurttaşların da katılabildiği, hesap sorabildiği bir ölçekten kurulmak zorunda. Yerel yönetimlerin ana rolünü, anayasanın da teminatı altında, yeni bir sosyal devlet anlayışıyla, yurttaşlara geçimlerini, eğitim ve sağlık hizmetlerini ihtiyaçları ve arzuları olduğu yaşa, seviyeye kadar garanti etmenin mekanizmaları olarak tanımlamak zorundayız.

Yeni ekonomik model metropollerden filizlenmeli

Metropollerin açtığı üçüncü fırsat alanı yeni ekonomik modellerin ve aktörlerin filizlendiği yerler olmaları. Teknolojik sıçrama nedeniyle ekonomik işleyiş de aktörlerin tanımları da sektör ve alan tanımları da değişiyor. Son yılların girişimcilik, inovasyon, araştırma geliştirme yatırımlarının çok büyük çoğunluğu yeni ekonomik modeller ve aktörler üzerine. Yeni ekonominin en önemli kaldıraçlarından birisi bilişim, iletişim teknolojileri, yeni aktör ve modellerin de çoğunluğu bu alanlarda. Bugünkü hesaplamalara göre dünya nüfusunun yüzde 20’si dünyanın en büyük 300 metropolünde yaşıyor ve bu nüfus tüm dünyanın gayrisafi hasılasının yaklaşık yarısını üretiyor. KONDA’da geliştirdiğimiz tanımla söylersek, Türkiye yetişkin nüfusunun yüzde 52’si 11 metropolde yaşıyor ve gayrisafi yurt içi hasılanın yüzde 67’sini üretiyor. Bu 11 metropol aynı zamanda ülkenin entelektüel sermayesinin, girişimcilik ve yenilikçilik potansiyelinin belki de dörtte üçüne sahip. Bu nedenle, diğer şehirlerde başarılı olsalar da tüm serbest meslek erbabının, ticaret ve sanayi erbabının hâlâ ulaşmaya, göç etmeye çalıştığı bir parıltıya ve potansiyele sahip metropoller.

Bölgeler arası gelir dağılımı adaletsiz

Türkiye’nin en önemli ekonomik sorunlarından birisi de ekonomik faaliyetin de refahın da bölgeler ve şehirler arasında son derece adaletsiz dağılımı. Bölgeler arası kalkınma farklarını geleneksel endüstriyel üretimle kapamak fırsatını kaçırdık. Geride kalanlar ya da görece ekonomik ağırlığı gerileyen bölgeler için fırsat yeni ekonominin, dijital dönüşümün, yeşil dönüşümün, akıllı şehirlere dönüşümün açacağı fırsatlar olabilir. Türkiye ister “sanayi 4.0” kavramından ister “bilgi toplumunu yakalamak” hedefinden olsun yeni bir ekonomik model üretmeden ne kalkınma ne gelir adaleti meselesini çözemeyecek. Sosyal devletin inşası konusunda olduğu gibi yeni ekonomik model de tek tipçi değil, dağınık ve ademimerkeziyetçi bir yapıyla, farklılıkları, ihtiyaç ve talepleri dikkate alan, katılımcılığa ve şeffaflığa, hesap verebilirliğe açık, ilgili aktörlerin de sürece katılabildiği, hesap sorabildiği bir ölçekten kurulmak zorunda. Bunun yolu da metropolleri ve yerel yönetimleri esas almak.

Katılımcı demokrasiyi yerelden inşa etme fırsatı sunuyor

Metropollerin açtığı dördüncü fırsat da katılımcı demokrasiyi inşa edebilmek konusunda. Metropoller dünyada da Türkiye’de de ulusal hükümetlerin, ulusal politikalarının taşıyıcısı konumunda. Yumuşak güç olarak adlandırılan, ülkelerin entelektüel ve sosyal sermayeleri metropollerde yerleşik olduğu için, metropoller ülkelerin ekonomik ve siyasal stratejilerini doğrudan etkileme potansiyeline sahipler. Hal böyleyken, yerel yönetimler ya da şehir yönetimleri hâlâ ulusal yönetim hiyerarşisinde ikincil durumdalar. Halbuki yeni bir yönetim zihniyeti ve modeli ile metropoller, ulusal hükümetlere göre daha hızlı, etkili ve daha demokratik bir yönetim modeli üretebilirler. Ulusal düzeydeki bazı gerilimler kalıcılaşıyor, özellikle Türkiye’de olduğu gibi kimliklere sıkışma ve kutuplaşmalar nedeniyle sorunların çözümünde kilitlenmeler yaşanıyor. Metropollerde ve yerel yönetimlerde vücut bulacak bir zihinsel dönüşüm, metropollerin ulusal politikaları etkileme gücü sayesinde, kimliklere ve kalıplaşmış siyasi pozisyonlara sıkışmanın yarattığı çözümsüzlükleri aşmayı sağlayabilir. Ulusal düzeydeki kimliklerin, ideolojilerin, çözümsüz ve kadim meselelerin ürettiği zihni ve ruhi ambargolar; temiz içme suyu, temiz hava gibi gerçek sorunlar karşısında önemlerini kaybedebilir, zihni eşikler aşılabilir. Metropol hayatının bugün eriştiği karmaşıklık düzeyini, standart, fabrikasyon çözümlerle bir merkezden, mesela Ankara’dan yönetmek mümkün değil artık. Konya Ovası’nın kuraklık, İstanbul’un da betonlaşma derdi var. Muğla’daki plansız yapılaşma sorunuyla Şişli’deki sorun aynı adı taşısa bile tümüyle farklı dinamiklerle büyüyor. Bu noktada beliren bir başka sorun ve ihtiyaç daha var. Metropoller çoğul yaşam tarzlarının bir arada yaşadığı yerler, bu yaşam tarzlarının ve alanlarının birbirleriyle ilişkilenebilecekleri politikalar tasarlamak, vizyon üretmek gerekiyor. Böylesi bir vizyonu merkezi hükümetin ya da bir belediye başkanının kararlarıyla şekillendirmek mümkün değil. Metropolün ekonomik, kültürel, entelektüel, akademik ve sivil toplum aktörlerini bu vizyona dahil edecek katılımcı demokrasiyi yerellerden başlayarak inşa edebiliriz.

Metropoller barındırdığı tüm aktörlerin kendi örgütlenme modelleri üzerinden bu süreçlere dâhil olmalarını sağlamanın, partizanlık ve kimlik tuzaklarından değil gerçek sorunlar ve onurlu hayat hakkı üzerinden yeni bir demokrasinin kuluçka merkezleri olabilirler. Hepsinin başlangıç noktası da Türkiye’yi yeniden düşünmek, yeni toplumsal uzlaşmayı, ortak ufku nasıl, hangi ilkeler ve hedefler çerçevesinde kuracağımızı düşünmek elbette. 


 Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

 

Yazarın Diğer Yazıları

CHP yerellerdeki yaygın ve güçlü iktidar fırsatını doğru kullanabilecek mi?

Partilere sadakat çözülüyor ama henüz karşı tarafa olan olumsuz duygular aşılabilmiş değil. O nedenle muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler sandık başında aynı oy pusulasını kullanıyor olsalar da o pusulaya aynı anlam gözüyle bakmıyorlar. Sekülerler ve Kürtler gidişatı değiştirmek için oy verdi, partisinde gidişatı değiştirme kapasitesi görmeyenler de sandığa gitmedi. Muhafazakârlar iktidara itirazlarını göstermek için sandığa eksik gitti. Bu eğilimler kalıcı mı? Araştırılması gereken konu bu

CHP için büyük başarı hikâyesi

CHP’nin başarısında elbette birinci aktör Ekrem İmamoğlu oldu. Hem genel seçimlerin hemen ardından partisini kurultaya zorlayan duruşu, kurultay süreci ve yerel seçim sürecindeki kararlı ve iddialı kampanyası ve söylemiyle bugün tabloda görülen CHP başarısının ilk mimarı o. Özgür Özel bu tabloyla beraber artık gerçek bir genel başkan olma fırsatı yakaladı. Elbette bir de 30 puanlık fark üretmiş Mansur Yavaş etkisi var

Kazansa da kaybetse de Erdoğan’ın rakibi İmamoğlu

Yerel seçimlerin odağı, sembolü İstanbul. Seçim de İmamoğlu ile Erdoğan arasında. O zaman soru şu: 2017 referandumuyla kıvılcımlanan, 2019 yerel seçimlerinde görünür olan iktidarı değiştirme hikayesi güçlenerek mi devam edecek yoksa sönümlenecek mi? Çünkü herkes biliyor ki 2028’de iktidarın rakibi ve talibi İmamoğlu olacak