29 Eylül 2019

Menderes Samancılar: Sinemada erkek hegemonyası son bulacak!

"Devletin sağlayamadığı eşitliği biz kendi sektörümüzde uygulayacağız önce"

Menderes Samancılar, Türkiye toplumumun yakından tanıdığı bir sanatçı. Yaşamında ve sinemada samimi bir duruşu var; halkın içinden geliyor. Türk sinemasında yeni bir dönem başlatan Yılmaz Güney sinemasının izleğinde, İnce Memed Vuruldu (1975), Bereketli Topraklar Üzerinde (1979), Sis (1988), 72. Koğuş (1987), Darbe (1990), Zıkkımın Kökü (1992), Halk Çocuğu (2000), Hayat Devam Ediyor (1212)... adlı filmleriyle 70'lerden günümüze kadar geniş bir zamansal süreçten seslenen Samancılar, aynı zamanda, Türk sinema tarihi ve kültürünün de hafızası durumunda. 26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin Yürütme Kurulu Başkanı olan Samancılar, sinemayı ve festivali  anlattı:

Bu yıl 26'ncısı düzenlenen festivalin tanıtım broşüründe, "Uluslararası Altın Koza Film Festivali, film festivallerinde 2020 yılına kadar cinsiyet eşitliğinin sağlanmasını hedefleyen 5050x2020 cinsiyet eşitliği taahhüdünü kabul eder" ibaresi dikkat çekiyor. Bu ibare, sinemada nasıl bir değişimi öngörüyor?

Kadının artık ikinci sınıf insan olmaktan çıkarılması gerekiyor. Ama maalesef -ülkeyi yönetenlerden mi, ülkenin bakış açısından mı- kadın sorunu temel meselelerin başında geliyor. Kadınların bu kadar zulme uğraması, bu kadar dışlanması felaketleri de ardından getiriyor. Bir hakimin kadın avukatın eteğinin boyuna karışmasından tutun, bir kız çocuğunun okula gitmesinin doğru olmadığına yönelik fetvalara kadar bu felaket etrafımızı sarmış durumda. Yani artık görüyoruz ki ülkemizde kadın yeteri kadar özgür değil.

Bu sorunu artık sinema sektörünün de görmesi gerektiğini anladım bundan...

Evet. Bu bir başlangıç. Kadınların önünü açmak için artık festivaller adım atacak. Adana Altın Koza da, şimdiki ve bundan sonraki çalışmasında kadının ön planda olmasını gündemine almış bulunuyor. Film seçimlerini de buna göre yapacağız artık. Zira ülkemizde bu anlamda sıkıntı büyük. Altın Koza Film Festivali bunu başarabilirse ne mutlu bize. Bunu ilk kez bu festivalde hayata geçirerek önemli bir şey yaptık. Öyle ki kadınların kıymetini bilmeyen bir topluma dönüştük. Kadınların özgür olmadığı yerde erkekler asla özgür olamaz. Yani erkek hegemonyasına son diyoruz! Sinema sektöründe baktığımızda -dizileri de katıyorum- kadınların içinde olmadığı ya da azınlıkta olduğu setlerde asla huzur olmuyor. Çünkü bütün dengeyi onlar sağlıyor. Setlerde eril hakimiyet kuranlara da zaten yaptırım uygulanıyor. Öyle maddeler var ki şimdi yanımda olsaydı sözleşmeyi göstermek isterdim. İnanın ki satır satır dökülmüş maddelerle -mobing başta olmak üzere- kadına yönelik her türden şiddet cezai yaptırım kapsamına alınıyor. Artık kadına yönelik tacizde bulunanın işine derhal son verilecek. Herkes haddini ve sınırını bilecek. Tabii sadece maddelerle olmaz herkesin -izleyici dahil- buna sahip çıkması ve kollayıcı olması gerekiyor. Bizim gibi insanlar bu işlerin önünü kesecek. Yani devletin sağlayamadığı eşitliği biz kendi sektörümüzde uygulayacağız önce.

Filmlerinizde çoğu kez, gerçek yaşamda ihtiyaç duyulan, varlığıyla başkalarına iyi gelen bir tipi canlandırıyorsunuz... Hassasiyetleriniz, özellikle de kadınlar konusundaki hassasiyetiniz nereden geliyor?

Benim çocukluğum Adana'nın varoşlarında geçti. Biz sabaha kadar kadınların yediği dayak seslerinden uyuyamazdık. O zaman 'Kol kırılır yen içinde kalır' anlayışı hakimdi. Ama bugün bakıyoruz bu mantık günümüze katlanarak gelmiş. Çocukluğumuzda yaşadıklarımızın bugün artık olmayacağını düşünürdüm. Genç kadınlar kendilerini asarak intihar ederdi. Bir sorunu olduğunu, bunalımda olduğunu düşünürdük sadece. Ensest, tecavüz... gelmezdi aklımıza. Ama bugün bunların nedenleri medyayla görünür hale geldi. Çocukluğumdan itibaren bunlara tanıklık yaparak bugünlere geldim. Bugün bir sanatçı olarak bir sorumluluğum var. Zaten eğer sanatçıysan, sanatla uğraşıyorsan halkla iç içe olmak zorundasın. Yani önce şiddete, zulme biz dur demek zorundayız. Dünyanın değişimine katkıda bulunmak zorundayız. Sanatçıların şiddete, baskıya dur demediği noktalarda toplum da özgürleşemez.

Adana'nın kültür tarihinde sinema önemli bir yere sahip. Kayıtlara baktığımızda, 1950'lere kadar halk evlerinin, festival düzeyinde film etkinlikleri yaptığını, DP iktidarıyla da bu uygulamaların kaldırıldığını görüyoruz. Şimdilerde kullanılmasa da hemen hemen tüm mahallellerde en az üç sinema olmuş. Adana'da yaşayan önceki kuşakların çocukluğu ve gençliği sinemayla geçmiş. Sizin çocukluğunuzda sinemayla ilişkiniz nasıldı?

Adana geneline baktığımızda -Türkiye genelinde de öyleydi- insanların tek eğlencesi sinemaydı. Topluca komşularla söz birliği yapılıp, sinemaya gidilirdi. Tabii yemekleriyle birlikte giderlerdi. Filmler erken başladığından insanlar yemeklerini evde yemek yerine orada yemeyi tercih ederlerdi. Herkes evde yaptığı, sarmasını böreklerini... getirir film aralarında da bunları paylaşarak yerdi. Film esnasında da devam ederdi bu yemi işi. Çünkü sinema Adana halkı için çok şey demekti, onların vazgeçilmeziydi. Çocukluğu o dönemde geçenlerden çok oyuncu çıkmıştır buradan. Kendimi söylemeye gerek yok zaten. Sinema, Adana'nın eğitim hayatına öncülük etmiştir.  Ama eskiden sinemaların, yani yazlık sinemaların başka bir tadı vardı. Burada her mahallede en az üç-dört sinema bulunurdu. Yazlık sinema Türkiye'de en çok Adana'da vardı.

Sinema izleyici üzerinde nasıl bir etkiye sahip sizce?

Sinema o kadar dehşetli bir uyarıcı etken ki. Yani şöyle söyleyeyim, sanatçıların ve yapımcıların çok dikkatli olması gerekir. Burası keyfiyet kaldırmaz. Sinema, eğitimden, kötü öğretilere kadar hayatımızı belirler. Buna örnek olarak, çocukluğumdaki izleyicileri gösterebilirim. Film izlerken diyelim ki bir aktör efkardan ya da neşeden sigara yakıp, dumanlarını savuruyor. Hemen anında bütün izleyiciler sigara yakar, aynı aktörün yaptığı şekilde dumanlarını savururdu. Yani etkilenme böyle bir şey. Bu değiştim mi şimdi? Hayır. Bugün dizilerde, filmlerdeki aktörleri toplum rol model alıyor ve benzeri davranışları uyguluyor. Örneğin, bir dizideki yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk, babası eve geç geldiğinde ona kızıp, onu sorguluyorsa, aynı yaşlardaki başka bir çocuk da aynısını yapıyor. Filmlerde kadınlara ve çocuklara yapılan şiddet de taklit ediliyor. Filmlerdeki karakterler izleyiciler için rol model işlevi görüyor. Yedinci sanatın büyük etki gücünden dolayı, herkes attığı adımı kontrol etmeli. Yani oyuncuları, yapımcıları, senaristleri kast ediyorum. Yani biz oyuncular, yapımcılar, senarist ve yönetmenler buna dikkat etmek zorundayız. Bunu sansür olarak değil, ilkeler ve kriterlerimiz olmalı anlamında söylüyorum. Burada amaç, topluma doğru mesajlar vermek. Yani insanların birbiriyle yardımlaşmasının, sevginin altını kalın kalın çizecek nüveler bulmalıyız. 

Acil bir durumdan bahseder gibisiniz...

Evet, çok acil. Buna günümüzde fazlasıyla ihtiyaç var. Asıl şimdi, hemen. Üstelik öngörülerim, önümüzdeki yakın sezonda şiddet içerikli film projelerinin artacağı yönünde. Çocuklara, kadınlara, hayvanlara yönelik şiddet ve tecavüzle paralel giden bir şey bu.  Zaten anlamış bulunuyoruz ki, devlet bunu önleyemiyor. Eşini yedi yerden bıçaklayan adam -kadın ölmediği için- ilk mahkemede serbest bırakılıyor. Tecavüzcü serbest bırakılıyor, hırsızlık yapan serbest bırakılıyor... Eğitimin çökmesiyle paralel bir durum bu. Cezayla üstesinden gelinecek gibi değil ama en azından hukukçularımız, daha doğru bir bakış açısıyla en azından ellerini vicdanlarına koyarak, bu kadar katliamcı bir yapıya dönüşmüş erkek milletini disipline etmenin yollarına bakabilirler. Hem suç işleyen cezasını çekmek zorundadır. Suçlular ellerini kollarını sallayarak ilk mahkemede serbest bırakılıyorsa başka bir tehlike var demektir. Bu devlet eliyle suçun teşviki anlamına gelir. Suçlu bundan cesaret alır çünkü. Antep'te baklava çalan çocuğa oniki yıl hapis verip, karısını koyun gibi doğrayan adama da on beş yıl vererek onun afla çıkmasını sağlarsan... Yani biz sinemacılara bu yüzden çok görev düşüyor.

Set işçileriyle ilişkiniz nasıl...

Ben sokaktan gelen biriyim. Hayatımda nasılsam, setlerde de aynıyım. Elimden geldiği kadar eşit davranırım. Mesela, figüranlar daha ucuz bir yemek yerken ben oyuncuyum diye daha farklı yemek yemeye tahammül edemem. Bu yüzden setlerde başım çok belaya girmiştir. Aslında ben burada tek değilim. Birimizin böyle bir tavır göstermesi diğer oyunculara da sirayet ediyor. Yeter ki doğru bir tavır koyulsun. Zaten, ismini sayamayacağım kadar çok oyuncu arkadaşım var böyle davranan.

Sizin gibilerin olmadığı setlerde figüranlarla oyuncular ayrı yemek yiyip, ayrı muamele gördüğü anlamına mı geliyor bu?

Bizim olmadığımız setlerde böyle olsa da, bu zamanla değişecek. Bu sektör eskisi kadar başı boş değil. Artık oyuncu meslek birlikleri var, hak arayan kurumlarımız var, sendikalar var, dernekler var... Artık meydan başı boş değil. Nasıl emeğimimiz peşinde koşuyorsak, insanların hakları için de mücadele etmek zorundayız. Yani bu haklar, sadece karnını doyurmak anlamında değil, oyuncular gibi figüranların da  insan olduğunu kabullenmekten geçiyor. İnsanların eşit olduğunu kabul etmiyorsak, sanatçı kisvesi altında yaşamamız kadar saçma bir şey olamaz.

Menderes Samancılar ismininin Yılmaz Güney filmlerini çağrıştırdığı düşüncesine katılıyor musunuz?

O bizim önderimizdir. Ama o daha yaratıcı, daha toplumcuydu. Yılmaz abi Türk sinemasında devrim yapan gerçek bir sinemacıdır. Umut filmini aşan bir film olmadı şimdiye kadar. Yani, meseleyi net bir şekilde ortaya koyan ilk ve tek sinemacımız Yılmaz Güney'dir. Ama bunları söylerken Lütfü Akadları, Metin Erksanları, Atıf Yılmazları, Şerif Görenleri, Zeki Öktenleri... unutmuyoruz. Onlar da zaten aynı bayrağı taşıyan insanlardı. Yılmaz abinin hocası Lütfü Akad'dır sonuçta. Ama Yılmaz abi inanılmayacak kadar büyük bir kapıyı açtı sektörümüzde. Şimdi yürüdüğümüz koca bir arena varsa, burda Yılmaz abinin ayak izleri var. İnsanlar mayına basmamak için onun ayak izlerinden yürüyorlar.

Senaristi, yapımcısı, oyuncusu, yönetmeniyle Türk sinemasının geldiği aşamayı nasıl buluyorsunuz?

Yani, çok umut verici tarafı var; ülkesini, halkını seven genç sinemacılar çoğaldı. Yılmaz Güney'in açtığı yoldan yürüyen dev bir sinemacı kadrosu var. Mesela, oyuncular bazında ele aldığımızda, dünya starlarıyla artık boy ölçüşecek bir sektörümüz var. Dünyaya bile açılmış durumdayız şu anda.

Aynı şeyi izleyici için de soracağım...

Bu gelişimi halktan bağımsız düşünmedim zaten. Bizim halkımız bizim doğal platomuz durumunda. Yani bize plato içindeki tüm olanakları sağlıyor. Yeter ki doğru yapıldığına inansın bu halk. Halk doğru yapılan her işin yanındadır. Bu yüzden halkın tavrını, tepkilerini küçümsememek gerekir.

Sinema düşünüz, bu festivale hakim olan kriterlerle yavaş yavaş hayata geçmiş gibi görünüyor...

Zeydan başkan bizlerle çalışmayı yeğlemiş, o bize teklif getirdi biz de seve seve kabul ettik. Zaten 'Bağımsız ve Özgür  Sinema' olan çok kapsayıcı festival sloganımız bunu yeterince anlatıyor.

Sinema -sadece- eğlence aracı değildir algısını da güçlendiriyorsunuz sanki...

Eğlence olacak ama eğlendirirken, düşündürecek de. Bizim toplumumuz, boş verilecek bir toplum değildir. Bu halkın aydınlanmaya ihtiyacı var. Sadece küfrü dikte ederek, olumsuzluğu dikte ederek eğlendiremezsiniz.

Son olarak, Adanalı olmak nasıl bir şey?

Adanalı olmak çok güzel bir şey, Muzaffer İzgü'nun, Yaşar Kemal'in, Orhan Kemal'in Yılmaz Güney'in hemşehrisi olmak başlı başına övünç verici bir şey...

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat sosyetesi, baskıcı iktidar(lar) ve arzunun halleri…

Arzunun ta kendisinin kitap halindeki tasarımcılarıyla karşı karşıyayız. Ve onlar büyümüş bir kibirle nesnelerini piyasaya sürerken "iktidarsız öfke"leri körükleyip, celladıyla kurbanı arasındaki ilişki misali, çift taraflı ulaşılamazlık yanılsaması yaratıyorlar

Trajik kötülük varsa, Thomas Sankara da var!

İçimizden birkaç Thomas Sankara çıksaydı bütün bunları yaşar mıydık?

Gayya Kuyusu’ndaki Gregor Samsa…

Düşman olarak görülenlerin de hakları olduğunu unutmamakta yarar var; öyle ki, düşmanın bile olsa kara çalamazsın, iftira atamazsın!