28 Haziran 2020

Bir orangutan hikâyesi

Küçüğü kollarına alıp bir beşik gibi salladı, gözleri aşağıdan kendini seyredenlerden uzaklaştı, sadece onun bildiği bir yere odaklandı. Kocaman ağzını açıp dişlerini gösterdi...

İzleyenleri tek tek gözden geçirdi yavru orangutan. İki ağacın arasına gerilmiş bir halatın üstündeydi. Onunla birlikte orada kendilerini izleyen bir grup ziyaretçiye, annesi babası olduğunu düşündürten iki yetişkin ve genç bir orangutan daha onunla birlikteydi. Buluğ çağındakinin tüyleri diğerleri gibi kızıl kahverengi değil koyu kahverengi renkliydi. Sanki bir şeye fena halde sinirlenmiş gibi suratını asmıştı. Belki diğerlerinin bir davranışına alınmıştı ya da bulunduğu yerden memnun değildi. Belki de çiftin daha önceki yavrularıydı ve kardeşinin gelişiyle kendisini dışlanmış hissetmişti. Yavru orangutan iki eliyle halatı tutup iki kez havada döndü ve seyircilerin başlarının üstünden iki metre ötedeki direğin tepesine atladı. Kalabalık grup hep birlikte gayri ihtiyari ellerine ağızlarına götürdüler nefeslerini tutmak istercesine ama yine de çığlık atmadan edemediler. Somurtkan olanı kalabalığın heyecanını bir süre bulunduğu yerden izleyip, elleriyle yere tokmak gibi vura vura yakındaki binanın pencere pervazına çıkıp sırtını kalabalığa dönüp oturdu. Yetişkinlerden biri yavru orangutana ulaşıp, bir çanta gibi kolunun altına sıkıştırıp ağaçların arasındaki halatı bir akrobat gibi kullanarak yağmur ormanlarının en yaşlı ağaçlarından biri olan muhteşem demir ağacına ulaştı, ağacın uzun gövdesini bir kaydırak gibi kullanıp dibine kaydı, sırtını ağacın rahat ve geniş gövdesine dayayıp yavrusunun tüylerini tek tek gözden geçirmeye başladı. Tüm bunları kalabalığın gördükleri şeyin nadirliğine inanamayan şaşkın bakışları altında tam bir sessizlik içinde yapmıştı.

Kalabalığın kendisini seyrettiğini ve yüreklerinin kendilerine akraba olan bir canlının yavrusuna gösterdiği sevgiyle eridiğini, yavrusunun tüylerini tek tek temizleyen anne Orangutan fark etmiş miydi? Yoksa onun için orada fotoğraf makinalarıyla saatlerce bekleyen insan grubu, çitlere zaman zaman uçmalarına ara vermek için konan kuşlar gibi miydi?

'İşte gözlerinin üzerine çık çık çık diye ses çıkaran sevimsiz bir şeyle kapatmış, iki ayakları üstünde hiç de zerafetli bir şekilde hareket etmeyen bir canlı grubu küçüğüm. Üstelik ara sıra pek de çirkin bir ses çıkarıyorlar. Buralarda onları doğal ortamında bulamıyoruz ama buraya gelip, hayatlarında gördükleri tek şeymişiz gibi bizi izliyorlar bir süre. Onları doğal ortamında göremememize rağmen bizim yaşadığımız yerler iyice küçülüp, yok oluyor.' Anne Orangutan yavrusunun kızıl tüylerinin arasından bulduğu bir şeyi, iyice gözden geçirdikten sonra, ellerini kalabalığa doğru uzatıp silkeledi.

Yavru Orangutan annesinden gördüğü ilgiden sıkılıp, atletik hareketlerle somurtkan olanın yanına ulaştı. Diğeri hala sırtı kalabalığa dönmüş tam bir meditasyon sessizliği içindeydi. Küçük olanı annesinin endişeli bakışları altında diğerinin sırtına tırmanıp, başından kucağına yuvarlandı. Somurtkan ve asi görünen, küçüğe kayıtsız görünmesine rağmen düşeceğini düşünerek kolunu genişçe açıp kucağına oturmasına yardımcı oldu. Bir süre ikiside sırtları kalabalığa dönük oturdular. Kalabalığın bir kısmı yavru orangutanı göremediklerinden 'hışt, hışt' diye seslenip, biraz sonra da ilgilerini kaybedip uzaklaşmaya başlamışlardı.

'Şu gördüğün canlılara sevimli görünme, incinirsin ufaklık' diye fısıldadı somurtkan olanı, yavru orangutanın kulağına 'mademki, suratsızlığıma rağmen benden ilgi bekliyorsun, seninle daldan dala hoplayıp zıplamayacağım ama sana bir hikâye anlatacağım. Bu hikâye benim hikâyem olduğu kadar senin de geleceğini ilgilendiriyor. Sakın üzülme, benim gibi depresyona girme ama anlatacağım hikâye bizim umutsuz hikâyemiz ve aynı zamanda bizi seyreden şu sevimsiz canlıların da aç gözlülükten kör olmuş gözlerinin hikâyesi. Belki de o yüzden buraya bizi seyretmeye geldiklerinde gözlerinin üstünü çık çık sesi çıkaran ve bizi rahatsız eden o şeylerle örtmeleri. Küçüksün, büyük alanlara ihtiyacın yok şimdi ama büyüdüğünde bu çitlerle çevrili alan sana dar gelecek. Aynı annene babana ve bana dar geldiği gibi.'

Yavru orangutan kocaman ağzını öpecekmiş gibi diğerinin yüzüne yaklaştırdı. Somurtkan ise aynı ciddilikle sürdürdü. 'Beş ya da altı yıl önce senin yaşında ya var ya yoktum. O yaştaki küçücük gözlerime dipsiz, uçsuz bucaksız gelen yağmur ormanında, ağaçtan ağaca zıpladığımız, bir gün bal ağacının en yüksek dallarında, diğer gün demir ağacının sık koyu yapraklı kollarında beşik gibi sallandığımız mutlu zamanlardı. Yiyecek boldu ya da bana öyle geliyordu. Öyle ya annemin yanındaydım, beni koruyan diğerleri vardı yanımda. Grubumuzda sayımız altıydı. En küçükleri ise bendim. Aynen senin gibi kaygısız, endişelerden uzaktım, beni sevenlerin şefkatiyle sarılıp sarmalanmıştım.'

Çitin diğer tarafındaki seyirciler, yavru orangutanı gözden yitirmişlerdi. Anne Orangutan bir süre dikkatli gözlerle somurtkan genç orangutanla oturan küçüğü seyrettikten sonra, yavrusuna bir zarar gelmeyeceğine kani olmuş olmalıki demir ağacının dalları arasında kaybolmuştu. Baba orangutan ise öğlenin bastıran sıcağını fırsat bilip ağaçların karanlık köşelerine doğru çoktan siestaya çekilmişti. Kendilerine yüz vermeyen orangutanların hareketsiz sırtlarını seyretmekten sıkılan seyircilerin son kalanları da uzaklaşmaya başlamışlardı.

İkisi de arkalarında olup bitene tamamen kayıtsız pencere pervazındaki oturumlarına devam ettiler. ' Bu mutluluk çok uzun sürmedi' diye devam etti somurtkan olanı, 'Bir akşam vakti, beslenme zamanımızda hepimiz uğultu gibi yayıla yayıla gelen bir gürültü duyduk. İçimizden biri demir ağacının yüksek dallarına çıktı. Şu çitin diğer yanında gördüklerinden olanlar, ellerinde zzzzzz diye ses çıkaran şeylerle ağaçları kökünden deviriyorlardı. Yüzleri maskeli korkunç görünümlüydüler. Bazıları kesilen ağaçları devasa araçlara yüklüyorlardı. Başlarında maskeli olmayan bugün gördüğümüz canlılar gibi örtünmüş olanlar da vardı. O kadar yanımıza gelmişlerdi ki, panik içinde annem beni sırtına attığı gibi diğerleriyle birlikte uzaklaşıp ormanın daha derinliklerine doğru uzaklaştık. Her geçen gün o duyduğumuz uğultu biraz daha yakınımıza geldi biz biraz daha derine gittik. Bir gün bir baktık ki orman da yok olmuştu. Çevremiz düzenli bir şekilde dikilmiş, kısa boylu palmiyeye benzeyen ağaçlarla dolmuştu. Gidecek hiçbir yer yoktu. O yaşta büyüklerin mutsuzluğunu görebiliyordum. Dahası açtık, bizi güneşten koruyacak, akşamları yatağımız olacak olan ağaçlarımız uğuldayan makinalarla gelen canlıların elinde telef olmuşlardı. Evimizi yaşam alanımızı kaybetmiştik.

Günlerce çorak toprağı deşip yiyecek bir şeyler bulmaya çalıştık. Büyükler uçsuz bucaksız bu çirkin ağaçların arasında yön bulma iç güdülerini kaybetmişlerdi. Bu ağaçların kabuklarını yemeye çalıştık. Kocaman ağır ve pütürcüklü meyvelerinin kalın kabuğunu delip, yiyecek kısmını bulmaya çalıştık, nafileydi. İşte bu çaresiz günlerin birinde annem beni, sanki olacakları biliyor gibi karşısına aldı. 'Küçüğüm' dedi 'Küçüğüm, fazla zamanımız kalmadı. Gidecek yerimiz, yiyecek yemeğimiz yok edildi. Ormanımızı tamamen yok eden canlılar eskiden böyle değildi. Birbirimize yakın olmasak bile biz ormanda onlar tam ormanın dibinde birlikte yaşardık. Dallarında beşik gibi yattığın ağaçlara çok büyük saygıları vardı. Bazen ellerini havaya kaldırır, çirkin sesleriyle inilti gibi bir ses çıkarırlardı. Bize 'ormanın insanı- orang gutan' derlerdi. Kendileri ise insan- Orang'dı. İçlerine nasıl kötülük girdi ne zaman girdi ve vardı da biz mi fark etmedik? Eskiden de zaman zaman bize saldırırlardı. Ama orman derin ve dipsizdi, saklanabilirdik onlardan. Oysa içlerindeki kötülük ve hırs büyüdü büyüdü durdurulamaz hale geldi. İlk önce nereden geldiklerini unuttular, oysa onlarda bizim gibi tabiatın bir parçasıydılar. Tabiata saygı göstermeyi iğrenilecek bir şeymiş gibi bir kenara bıraktılar. Soludukları hava, içtikleri su, yedikleri yemek olan ormandan başladılar yok etmeye. Çirkin sesleriyle tınılar yükselttikleri o ulu ağacı nerede buldularsa kesip, devasa araçlara doldurup götürdüler. Yaşam alanı orman olan diğer canlılar dayanamadılar bu yıkıma. Ormanımızı kesip dikili alan haline getirmişlerdi. Ne için? Meyvesi bile yenemeyen bir ağaç için. Toprağın tüm verimini alıp kırk yılda çoraklaştıran bir parazit için. Ormanlar küçüldükçe küçüldü, hiçbirimize yetmez oldu.

Dikili alanlara girdiler diye filleri, güneş ayılarını, kaplanları, ve bizi öldürmekle başladılar ikinci yıkımlarına. Uçan kuşları ise hiç saymıyorum bu yıkımın içinde. Binlercesi telef olup gitti. Öldürmediklerini ise daracık karanlık kutulara koyup alıp gittiler.'

'Duyduklarıma inanamamıştım, ağlamaya başladım, 'Nasıl sürdüreceğiz yaşamımızı bu vahşetin içinde?' diye inledim göz yaşlarımın içinden. 'Ben de bilmiyorum küçüğüm' diye sürdürdü annem 'Yıllardır ormanın derinliklerine kaçtığımızı düşünürken, yolumuzun sonuna gelmişiz. Binbir ağacın birbirine sarmalandığı karanlık ve derin ormanımızda herbirimiz bir pusula gibi yolumuzu bulurken, bu dikili uçsuz bucaksız bodur ağaçların arasında gözsüz, kulaksız, burunsuz canlılara dönüştük. Eğer bir yağmur ormanı kaldıysa buradan çok çok uzaklarda olmalı. Ama durmak yok küçüğüm, yürümeye devam...' Burnunu başıma dayadı, saatlerce öylece oturduk. Diğerleri ağaçlardan zorlukla kopardıkları dikenli top gibi olan meyveleri açmaya çalışıyorlardı. Etrafımız bu toplarla dolmuştu. Nereden geldilerse birdenbire çıktılar karşımıza, şimdi çitin arkasından bizi seyredenlerden olanlar.Ellerinde uzun, ucundan ateşler çıkan bir şeyler tutuyorlardı. Bu şeyleri patlatmaya başladılar. Duyduğumuz patlama sesiyle her birimiz panik halinde her bir yere dağıldık. 'çuvvv, çuvvv, çuvvv' sesleri ne kadar sürdü bilmiyorum. Ellerimle kulaklarımı tıkadım. Gözlerimi kapadım.'

'Tekrar gözlerimi açtığımda kapalı bir yerdeydim. Yanımda ne annem ne de diğerleri vardı. Karnımı beyaz bir bezle sarıp sarmalamışlardı. Yaralanmıştım. Bir süre sonra içeriye bu canlılardan bir tanesi girdi. Deliye döndüm. Bir ağaç gibi beni çevreleyen şeye tırmanmak istedim. Homurdandım, tısladım, duvarları yumrukladım. Gözlerimden yaşlar aktı. Diğeri de benimle birlikte ağlıyordu. Niye ağlıyordu anlamadım? Bizi yok eden o vahşi canlılardan biriyse neden ağlıyordu? Aylar sonra alıştım yeni halime. Onun gibi başkaları da vardı. Bizi besleyip, sevgi gösteriyorlardı. Gelenler hep benim gibi bir saldırıdan kurtulmuş, ya da karanlık kutulara konulup, başka yerlere gönderilmek üzere limanlarda beklerken, buradaki bizi yok eden vahşi canlılardan olup ama bize yardım etmek isteyenler tarafından kurtarılmışlardı. Aralarında az da olsa yaşadıkları tabiata saygılarını kaybetmemiş olanlar vardı demek ki!

Zamanla beni annenle tanıştırdılar. O da benim gibi yaşam alanını kaybetmişti. Başına ne gelmişti henüz bana anlatmadı ama yazgımız kendisine insan diyen canlının kendisini tabiattan üstün görmesinin sonucuydu. Tabiata hürmetini kaybeden bu canlıları, aralarında olan bizimle ağlayıp, bize barınak bulmak için devasa yıkımın içinde hayatlarını kaybetmeyi bile göze alan az sayıdaki oranglar bile kurtaramayacak. Keşfettikleri ama tabiatın içinde yapayalnız kaldıklarında hiçbir değeri olmayan 'para' dedikleri güç en sonunda kendilerini de yok edecek.'

Yavru orangutan, onun son anlattıklarını duymamıştı. Öğleden sonraki kızgın güneşin ve nemin sıcağıyla ve bir masal gibi kulağında çınlayan dinledikleriyle başı düşmüş, derin bir uykuya dalmıştı. Somurtkan, yavaşça onu sırtına koydu, pencere pervazına tutunup, uzun kolunu halat gibi uzatarak, yere indi. Seyircilerden yeni grubun arasındaki bir oğlan çocuğu 'Baba baba bak! Orangutan bebeği' diye sevinçle bağırdı. 'Aaaa çok sevimliler, şunlara bak!' dedi anne. 'Niye bizim bir orangutanımız yok?' dedi çocuk, dudaklarını büzdü. 'Orangutanlar her yerde olmaz' dedi baba, 'onları ancak böyle barınaklarda görebiliriz.'

Kulağına çirkin bir tını gibi gelen bu seslerin arasından, aynı ciddi somurtkan yüz ifadesiyle yeri yumruklayarak geçti orangutan, demir ağacına geldiğinde çevik hareketlerle ağacın yüksek dallarının birine oturdu. Küçüğü kollarına alıp bir beşik gibi salladı, gözleri aşağıdan kendini seyredenlerden uzaklaştı, sadece onun bildiği bir yere odaklandı. Kocaman ağzını açıp dişlerini gösterdi.

Orangutan Rehabilitasyon Merkezi
Sandakan
Sabah/Borneo

Yazarın Diğer Yazıları

Freya'nın hikâyesi

Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini

Terk edilmenin ölümcül ağırlığı

Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını

Farah'nın global bir dünyada çalışma hüsranı

Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...