26 Haziran 2022

Pollayanna yorgun: Seni dağladılar, değil mi kalbim?

Pollaynacılık, kalbin kendi kendini iflasa sürüklemesidir. Pollyannacılık artık onunla baş edemeyecek güçte bir gerçeklikle yüzleştiğinizde, onu kabullendiğiniz ama bunu gizlediğinizi idrak ettiğinizde gerçekten pozitif ya da mutluluktan, iyimserlikten neyse ne yapılmış bir iskeletin yıkılıp ruhunu yitirince bir bedenin çökmesi gibi bir şeydir dizlerinin üzerine

Seni dağladılar, değil mi kalbim,
Her yanın, içi su dolu kabarcık.
Bulunmaz bu halden anlar bir ilim;
Akıl yırtık çuval, sökük dağarcık.*

Şahsiyetiyle neredeyse kavgalı olduğum şairlerden biri Necip Fazıl Kısakürek. Fakat şiirini sevdiğim de bir şair. Solda Ece Ayhan ne ise, sağda da Necip Fazıl odur. Toplumlarda her cenah insanlardan anlayış bekleyen anlayışsız insanlarla doludur. Bu şairler o insanlar arasından bir örnek sadece. Ama işte bir dize, gelip işliyor kendini insana. Seni dağladılar değil mi kalbim? Kalbim, Pollayanna'dır. Pollayanna iyimser değil, dağlanmış bir kalp gibi çaresizliği öğrenmiş yurttaşların bir temsilidir. Sinir uçları ezildikçe genişleyen halkların çocuklarına ettiği muamelenin hikâyesidir, Pollyanna'nın hikâyesi. Anlayışlı olmak her şeyi anlıyor olmak anlamına gelmez. Anlayış, toplumsal gösterilerden başka bir şey değil artık. Bu gösterilere soyunanlar anlayış beklerken, anlayışlı olmayı kendi ideolojileri bağlamında salık verirken bağışlanmak isterler aslında. İnayet ve tekerrür ve tekrar ve tekrar… Bunları bana öğretmişlerdi çocukken. Simone Weil ve Søren Aabye Kierkegaard. İslamcılar da siyasal İslamcılar da severler çileciliği, çilenin tımarına girmedikçe tabii. Acıdan ve sabırlı olmaktan söz etmeyi seveler, acı çekmedikçe ve sabrın dar eşiklerinde boyuna baş aşağı sallanmadıkça. Aç karna. Aksini söyleyen yalan söylüyordur, çünkü yalan söylemek çok kolay. Oysa yalan söylemek de insan öldürmek gibi bir şeydir bazen. Ne renk olursa olsun. Pollyannacılık da böyle değil midir? Durumlarla, olaylarla, koşullarla mücadele etmek yerine onları olduğu gibi kabullenmek insanın kendisini de başkalarını kandırması demek değil midir? Öyledir.

Pollyanna bir çocuk kitabı olarak iyimserliği, anlayışlı olmayı mı öne sürüyor, yoksa iyimserliğin altında yuvalanmış öğrenilmiş çaresizliğin insanın hayatına nasıl mâl olacağını mı? Pollayannacılık, iyimserlik değildir. Çaresizliğini kabul edemeyenlerin gururlu sözler etmesidir sadece. Onu yazarken bile doğru yazamayanlardan da doğru sözler umuyor değilim elbette. Bunu hâlâ ayırt edemeyenler var. Solda belirmiş bir muhafazakâr gibi görenler beni, benim muhafaza ettiğim şeyin tercihleri, inançları, dili, ırkı fark etmeksizin insan olduğunu bilsinler. Hiçbir iktidara, hiçbir şaire inanmıyorum, İnsan sorumluluktur diyen şaire inandığım kadar. İnsanın iradesinden daha kısıtlı olan bir sabrı ve sabrından daha da kısıtlı bir ömrü var. Öteleyerek erteleyerek yaşamak, yaşamak değildir. Bir türkü Geçen gün ömürdendir diyor! Çünkü insan çıplak akılla şunu görüyor, başka bir yeni hayat yok bu hayattan sonra.

Sanki artık kelebekler bile insanlardan daha uzun ve daha güzel yaşıyor. Çünkü bıkmışlar, yorulmuşlar mücadele etmekten. Pollyannacılığı ilke edinmek "olumluluk önyargısı"dır. P. T. Barnum'un Barnum etkisi olarak da anılan Forer etkisi adlı gözlemi Pollyannacılığı düşündüğümüzde iyimserliğin ya da anlayışlı olmanın yarattığı algıyı tanımlıyor bir bakıma: Bireylerin kendileri için hazırlanmış gibi görünen ama aslında büyük çoğunluktaki insanlara uyacak kadar genel ve belirsiz kişilik betimlemelerine yüksek puan verme eğilimidir. Pollyannacılık gerçeğe kör bireylerin görüntü oluşturmasından başka hiçbir şey değildir. Belki de biraz bu yüzden 1970'lerin neredeyse sonuna kadar psikoloji çevrelerinin çok da sıcak bakmadığı bir düşünce olarak kalmıştı pozitif psikoloji. Pozitif psikoloji beni de hâlâ ikna edebilecek güçte değildir bu nedenle. Karamsarlığın her zaman daha gerçekçi ve gerçek olanla ilgilenen insan profilleri yarattığı düşüncesine inanırım. Çünkü insan durumlar ve olaylar karşısında ancak ve sadece gerçek veriler elde edebilirse gerçek bir çözüm yolu bulabilir, toplumsal ya da kişisel hezeyanlar ve problemler karşısında. 

Tarafı olmayan ve gerçekler karşısında zayıf kalan Pollyannacılığın kişilik bozukluğuna zemin hazırlayan evreleri arasında "değiştiremeyeceklerini kabullenme" gerçekleştiğinde, iyimserliğin "bir çaresi bulunur nasılsa" düşüncesi yerle yeksan olur. İnsanlar onlara mutluluğun ne olduğunu anlatan ilkeleri olan düşüncelere ya da artık gerçekten siyasetin ve ticaretin bir ürünü haline gelen pozitif psikoloji başlığı altında sunulan şeylerden faydalanamıyor. Pollyanna'nın bir elin beş parmağına gerilmiş iplerin ucunda sallanan bir Pinokyo'dan çok da büyük bir farkı yok. İkisi de yalan söylüyor ve yalan söylemekten memnun da. İkisi de başlangıçta hep her şeyin daha iyi olacağını sanıyor. 

Hayatta kalmanın karşılığında sadece karnını doyurabilenlerin bir sabah daha uyanmış olmalarının mutlulukla değil, giderek daha derinleşen travmatik bir şeye döndüğünü tecrübe edenlerin kendilerinden öğrenmek gerek belki de, neyi neden reddettiklerinin ya da kabul ettiklerinin hikâyesini anlayabilmek için. Pollayanna bir kız çocuğu üstelik. Egemen olanın, erk olanın üstünde güç geliştirebileceği kadar küçük bir kız çocuğu. Üstelik annesini kaybediyor çok küçük yaşta. Hani annesinin ölümünü anlatırken şöyle diyordu ya Doğan Cüceloğlu, gözleri dolu dolu yutkunurken boğazı düğüm düğüm: Annen yok, kimsen yok! Kimsesi olmayanın içinden geçirdiği sözleri duyacak kimse yok. Doğan Cüceloğlu bu hikâyeyi anlattığı yıla kadar Pollayannacılık oynuyormuş gibi kalbinin itirafını yapmıştı sanki. Sonra yine yenildiği şey kalbi olmuştu. İçini senelerce doldurduğu her şeyi kalbinin içinden dışarıya çıkardığı için belki de. Pollaynacılık, kalbin kendi kendini iflasa sürüklemesidir. Pollyannacılık artık onunla baş edemeyecek güçte bir gerçeklikle yüzleştiğinizde, onu kabullendiğiniz ama bunu gizlediğinizi idrak ettiğinizde gerçekten pozitif ya da mutluluktan, iyimserlikten neyse ne yapılmış bir iskeletin yıkılıp ruhunu yitirince bir bedenin çökmesi gibi bir şeydir dizlerinin üzerine. Kalbin dağlandığını, yaralandığını, suyunu çekmiş kabuklu bir meyve gibi çürüyüp içine kapandığını, artık nefes alamadığını çok geç fark eder insanoğlu. Gerçeğin ne olduğunu bildiği halde başkalarını iyileştirmeye çalışanların iyileşmediğini de biliyoruz böylece. 

Pollayana'ya nereden bakarsanız bakın, toplumda kurulmak istenen sosyal politikaları inşa edenlerin istediği şekilde yontulmuş bir hikâyedir onun hikâyesi. Ondan alınanlarla ona verilenler arasında bir sağlama işlemi yaptığınızda hikâyenin tersi kendi kendine çıkıyor zaten ortaya. Gerçek bir tahakküm alanı kurabilmek için inşa edilmiş bir proje alanı gibi. Kimseye benzemeyen herkese benzesin istiyorlar. Evinde bir yalnız evrende de yalnızdır, bilmiyorlar. Dünya her gün renk değiştiren bir fotoğraf gibi duruyordu eskiden insanın göz çukurlarında. Şimdi artık sesler geliyor durup baktığımız her manzaradan. Akreple yelkovanın arasında sıkışıp kalmış insan sesleri, fışkıran. Ebu Hallac-ı Mansur'un sesiyle çağlayan Dicle bile bir şey söylüyor hâlâ akıp giderken, anlayana. İçini görmek istekleri herkesin sırtını bıçaklarla açıyorlar bugün. İnsanın içini başka şeylerle doldurmak için. Ama sanırım artık yer kalmadı içinde insanın. Kendine bile. İnsanlar, saatlere bakarken köle gibi hissediyor kendini. Bunu hisseden biri gerçek açlığın tepkimesine girmiştir artık. Açlığın uyandırdığı bir insanı tasarruf etmeye davet edemezsiniz, çünkü bilir artık "tasarruf"un hiç de tasarruflu bir şey olmadığını. Her tasarruf kelimesini zikrettiklerinde bir nesil harcayan iktidarlar yolcudur artık. Daha tesirli sözler de biliyorum, bıçaktan daha ölümcül. Bazı sözlerin telafisi bile yetmiyor artık onun incittiklerini tedaviye. Dünya bir tek kişinin uçkuruyla boğazına çalışmaktan yorulmuş, bıkmışken Pollayanna yorulmasın, bıkmasın mı yani?

Muhabbet kuşumuz öldü
Arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak
Biliyorsun ölüm mavi boş kafestir kimi zaman
Acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur Pollyanna**

Yalan çünkü. Yüz kiloluk bir cüssenin üstünde konuşan bir baş, oturduğu sofralardan kalkarken insanlara, nüfuzunu gösteren yazılarda "tasarruflu" olmaktan söz etmemeli. Pollyanna haklı falan değil. Tıpkı Simone Weil gibi, o bir azize değil anarşistti. Eline silah almıştı. İnsan eline silah aldığında fikirlerinin kendisinde yarattığı o ilk etkiyi yitirmiştir çünkü. Tıpkı Søren Aabye Kierkegaard gibi, o bir dindar değil, sadece inançlıydı. Evlerde, toplumlarda kurulmuş tahakküm alanlarının önümüze attığı birer insan örneği sadece. Pollayanna haklı falan değil, Pollayanna yorgun. İktidarların toplumsal mutluluk ve refah seviyelerini yükseltmek yerine yurttaşlarının birer Pollayana olmasını salık vermesi kişi başı gayri safi milli hâsılanın daha giderek düşeceği anlamından başka hiçbir anlama gelmiyor. Pozitif psikolojiye ya da Pollyannacılığa çok da sıkı sarılmamak gerek. 1960'lardan itibaren akıl hastanesine yatan pek çok kişinin hayattan kopma sebebi o yıllara oranla çok daha fazla Pollyannacı kişilik özellikleri taşıyor olmaları olmuştur. Kendi iradesini ilan edenlerin neredeyse çoğu gerçeği kabullenmiş ama ileri derece başkalarını mutlu etmenin yorgunluğuna yenilmiş kişilerdir. İnsan tasarruf edecekse ille de tasarruf etmek gerekiyorsa kendi kaynaklarından ve hatta kendi itibarından etmeli. Pollayannacılık toplumun her alanında her manada bir resesyondur. Her geri çekiliş toplumlarda bir yeni toplu mezar kazma girişimidir. 



* Necip Fazıl Kısakürek şiiri
** Didem Madak şiiri

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim