06 Mart 2022

Medeniyetler çatışması: "Haykır acını ey halk!" bilgeler çağı kapandı

Evcilik oynar gibi oynuyorlar insanlıkla, kelimelerle ve kurşunlarla, nükleer silahlarla. İmza atmayı da hiç ihmal etmiyorlar fotoğraflara, hiçbir yerde bir anlamı olmayan bildirilerin altına. Bunlar romantik eylemler, değil barışı tesis etmeye yetmez üç günlük ateşkes anlaşmasına bile. Tatmin olmak için "yürüdüm" diye, bir saatlik yol işte

Dünya yıkılsa, elekten geçse… Nafile. Nafile. Kumunu ne kadar elerse elesin Tanrı, yine bir insan yaratacak, daha öncekilere benzeyen. Bu değirmen hep böyle döndü, insan kanı karışmış su ve çığlık içen rüzgâr ile. Fazladan bir imzalı fotoğraf, bir kitap daha satabilmek yahut şık ve üstten bakan sözlerle kuşatılmış bir demeç. Dünyada da böyle bu, ülkemizde de. Her şey siyaset, her şey ticaret… Bu iki kavram ister solda yan yana gelsin, ister sağda. Tarikat, tarikattır; artık kelime anlamı olan "doğru yol"dan çıkmış olarak. Teknoloji düşmanı değilim, ama teknoloji sadece konuşurken bile tüketen bir insan tipi yarattı. Bunu sosyal medyanın kullanım biçimine bakınca da görüyoruz. Kimse ya da hiçbir şey insan öldüren bir silah gibi gelişmiyor. Bu çok da mümkün değil zaten. İdeolojilerin kölesi olanların başka şeyler beklemesi bu yüzden saçma. İdeolojiler bu yüzden sadece siyaseti değil, ticareti de içeriyor. Buna bir kere boyun eğdinse, sen artık başını kaldırmasan da olur. Yeni neslin yüzüne bakacak yüzün varsa, kaldır başını bak tabii… Sen ona bakmıyorsun diye, güneş ebediyen batacak değil, ama artık yeni bir şey yok; her şey plastik, düşünceler, eylemler, tepkiler bile. Bütün günler ve insanlar aynı marka birer kopya gibi birbirine benziyor. Sadece kurşunlar gerçek. Dün yas tutanlar, bugün düğüne gidiyorlar. Savaş karşıtı gibi durdukları fotoğraflarda öylece donup kalıyorlar, gülümseyerek. Tabii hayat devan ediyor, onlar da haklılar.

Ama sahi, neye gülüyorlar? Bir beyni olduğunu iddia edenler bize beynin kendisinin acı çekmediği bilgisini de böylece doğruluyorlar aslında. Tıbbi olarak da… "Rus Çarı" çok korkmuş olmalı… Geceleri voltajı düşürülmüş şehrin ışıkları gibi ben dahi titriyorum. Oysa nükleer silahlar küçücük bir düğme ile hareket eder. İmzalanan metinler hiçbir diktatörü korkutmuyor -o ayrı bir mesele zaten de- insan biraz dikkat etmez mi, kimlerle yan yana geldiğine? "Savaş karşıtlığı" da böylece ego tatmininde yeni bir boyuta ulaştı. "Yeniçağ" biraz tuhaf, bunlara alışmayız umarım. "Koşu bittikten sonra da koşan atlar" derken, şair onları kastetmiyor olmalı bu yüzden. Etiketsiz hiçbir şey yok artık yeryüzünde, insan bile. Biliyorum, bazen anlaşılmaz sözler ediyorum, ama dünya da çok anlaşılır bir yer değil zaten. Biraz bu yüzden de, "Anlaşılır olmak kendini satmaktır" demiyor muydu Fernando Pessoa? Bu adam neden görünür olmanın bu kadar karşıtıymış, şimdi daha iyi anlıyorum onu. Yalnız bana mı öyle geliyor, her şeyin konuşan billboardlar gibi sınıfsal bir hareket olduğu gerçeği. Bu öyle sınıfsal bir hareket ki, savaşlardan, krizlerden daha çok etkilenen daha aşağıdaki sınıfların haberi bile yok bundan. Bir araya gelince devletleşen herkesin bilmesi gereken bir şey var ayrıca: "Barış çatışmanın, acının ve kederin başlangıcı ve sonu arasındaki mesafe değildir. Devlet barış getiremez, devletin getirdiği barış yozlaşma ve çürümedir" der, günlüklerinde J. Krishnamurti. Her şeyi "kendilerine göre" bir çerçeveye sığdıran her grup ve yapı da devlet gibi bir şeydir. Bunu belki de şöyle ifade etmek gerek: Toplumsal olaylarda duygusal tepkiler hastalıklı tepkilerdir. Duyarlılık değil. Duyarlı olmak, sadece kendi yaşantısı, çıkarı için hareket etmemeyi gerektirir. Çünkü insan merak ediyor, "peki ya sonra?" 

"Vücut bütünlüğünü yitirmiş bir beden, kandan bir çukurun içinde paramparça" bir cümle içinde durduğu gibi durmuyor gerçek hayatta. Savaş, insandan ve ölümden de eski bir kelime. Oturduğu yerden konuşanlara bakıyorum da, "yeterince insan ölmemiş" gibi. Savaş, henüz insan yeryüzüne fırlatılıp atılmadan önce başladı. Bir dem nefes dururken buğdayı seçen insan nefsiyle hırsını perçinlediği zaman daldaki elmanın bile tadı gibi anlamı da değişti birden. O halde bu dağlar, sis çöktüğünde yeryüzüne, bulutlara dokunduğunda, -gökleri gösteren bir işaret parmağı gibi- bu yağmurlar, bu rüzgârlar da bir şeyler söylüyor olmalı mutlaka. "Herkes kaybedecek, tabiat kazanacak" derken, ne söyledik ki biz acaba? Bilgeler çağı kapandı, geçmiş ola! İşaret parmağının gösterdiği ‘tek olan' hep şaibeli bir sessizlik gibi dursa da üzerimizde… Sessizlik de bir dildir, bazen insana gerçekten de korkunç şeyler söyleyebilir, söyletebilir. "Bir kez şüpheye düştüğünde karar da verdin demektir" der, Sherlock Holmes kitaplarının birinde, Arthur Conan Doyle. Oysa biz burada şüphe etmekten karar veremiyoruz hiçbir şeye. İşte bu, "yalnız kendine Müslüman" entelektüellerin, STK'ların, siyasetçilerin nasıl var olduğunu görmek için de bir ilahi fırsattır. Hatta kendi kendini aktivist ilan edenlerin bile. Neoliberalizmden ruhumuzu da var oluşumuzu da sakınalım. Büyük, küçük birbirlerinin içinden fışkıran matruşka bebekler gibi birbirleriyle de savaşan hegemonyalar yaratmayalım. Bu şizofreni yapar insanı.

Şüphe etmeden kendinden, çok da emin sözler edenlere bakıyorum da, "bir şey biliyor" olmanın budalalığı içinde yayılıp oturdukları yerden her şeyi tiye alarak "tiye alınacak" demeçler verenler de var. Neden? Nasılsa sırtları pek, karınları tok... "Kendi kültürlenme biçimleri" öyle gerektiriyor bunu. Savaş artık bir medeniyet çatışması ve eskisinden daha da şiddetli. Kültür tamamen bireysel bir şey olmasına rağmen "medeniyet" diye ifade ettiğimiz şey artık bugün evrensel çatışmanın geçidi. Sağdan da soldan da bir grubun çıkıp "biz sözümüzü söyledik" demesi diplomatik açıdan da diplomatik olanlarla da beraber bir anlama gelmiyor. "Sınıf bilinci" derken bunu mu kast ediyordu Marx? Temiz kapitalizm yoktur. Düzen yayılmacı sömürü düzenidir. Yani herkesin ait olduğunu sandığı sınıfın ağzıyla, tavrıyla konuşma biçimiyle topluma, toplumlara salık vermesi, canı öyle istiyor diye, aklına gelen her şeyi, bu da buna ayrıca hizmet etmektir. Nasılsa, "ne söylesem birileri dinleyecek, ben ne söylediğimi kendim bilmesem bile" içgüdüsüyle. Tam bir hayal kırıklığı ciddiye aldığımız insanların ciddiyetsizlik ve boş özgüvenle dolu sözleri. Edebiyatı bugünden başlatmakla başlarsak örneğin, hep bugünü yaşarsak yani, ileriye ne bırakacağız, nasıl gideceğiz? En baştan başlamayan sonunu nasıl tahayyül edecek ki zaten? Tarih sadece bugünü konuşmakla, bugünün gündemiyle ileriye gitmez. Edebiyat da. Her şey dipte bir kökle bağlıdır hayata. Bugün ne yapıyorsak geçmişin bilgisi ve o bilginin insana verdiği öngörüyle yapmıyor muyuz? Tarihi sıfırlayamazsınız. Tarih sıfırdan başladı bir kere. Her şeyi yutan sıfırla. Yani bir biçimde tarihi sıfırlamak isteyenler şunu kabul etmeli, tarih zaten sıfırlıyor her şeyi. Yeniden başlatıp duruyor karışık bir kaset gibi bildiğimiz her şeyi. Bugünden başlatamayız tarihi de, edebiyatı da. "Tarihi de edebiyatı da bugünden başlatalım" diyenler, "bizden başlayın" diyorlar, bunu böyle anlayacağımızı ne yani düşünmeden mi söylüyorlar? Çağ kapandı, çağ açılıyor derken bu kadar aksiyon içine girenler böylece yeni kuşağa liderlik etmekten de söz ediyor, olabilirler! Fakat önce ayakkabılarını düz giymeyi öğrenmeliler. Yeni kuşağın zaten bunlardan daha büyük dertleri var. İki çağ arasında kalmış kendini pazarlayan bir kuşağın öğretebileceği hiçbir şey yok kendinden sonraki kuşağa. Haramdan, hırsızlıktan, şov yapmaktan, gösteri insanı olmaktan ve taraf tutarken ilkel tercihlerde bulunmayı öğretmekten başka… İşte bu yüzden, "çıkarını gözetenin çağı" yazan bir tabela asmak lazım belki de yeniçağın kapısına. 

Avrupa'nın bile henüz kabullenmediği bir ülkenin, onu Avrupa'nın bir parçası sayarsak yine de, "yurdunu savunan" devlet başkanını –dili, dini, ırkı ne olursa olsun- geçmişteki mesleği üzerinden geçmişteki hatalarına da takılıp kalarak hedef alanların küçümsediği şey komedyenlik değil. Trajikomik olan bunun üzerinden ortaya koydukları komik paranormal senaryolar. İşte buna gülelim. Charli Chaplin'in hem oynayıp hem de yönettiği 1940 yapımı ilk sesli filmi de olan The Great Diktator/ Büyük Diktatör'ü hatırlayalım. Komedyenleri bu kadar da çok hafife almayalım. Zira saraylarında soytarılar besleyen krallar, diktatörler daha komiktir. Çünkü onların akıbeti de tıpkı Firavun gibi, tıpkı Nemrut gibi ezelden bellidir. Gülünecek bir şey arıyorsanız eğer işte buna gülerken gözyaşı bile dökebilirsiniz. Yani yeni liderleri eleştirirken, tarif ederken Cem'lerden Şahan'lardan söz etmek çok manasız. Acınası bir aydın hareketi. Yanma pahasına etrafını aydınlattığını iddia edenler, mum biter ışık söner. Karanlık, karanlıktır. Neden, çünkü tarafında olduklarının damarına basmaktan korkuyorlar. Hep bir savunma hattı gibi ileri geri sözler. Oyalar gibi hem kendini hem kitlesini. Bence kendileri de çok iyi biliyor, durdukları yerde batıyorlar. Bu tarihte bir yer edinmek sayılırsa, tarih böyle geçmiyor silinmez metinlere, hafızalara. Bu genlerle akışını sürdürecek evrensel bir travmadır. Siz travma geçirmiş bir toplumu da onunla şekil almış tarihi de edebiyatı da böyle dalgaya alamaz ve değiştiremezsiniz. Çünkü gırgır da ciddi bir iştir. Onun için bile biraz ciddileşmeniz gerekir. Yani bir komedyen bir lider olduğunda da şu tarihi cümle değişmez: "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır."

Biz insanoğlu hep yanlış yerden başlarız konuşmaya. Uzlaşmayı değil, kıyaslamayı seçeriz çünkü. Savaşın olduğu yerde oranın neresi olduğu önemli değildir. Siviller her yerde onları yönetenler ve onlara konuşarak kazanç elde edenler yüzünden yaralar alır ve ölürler. Bu da bir çeşit iktidar savaşıdır; bir coğrafyanın kaderi, tarihi, ekonomisi, kültürü üzerine konuşma yarışına giren entelektüellerin arasında bile. Oturup masalarına parlak ışıklar altında günün "en çok okunan yazılar"ı arasında yer alsın diye "savaş karşıtı" bir metin yazarken bile savaşırlar birbirleriyle. Bu sağ ile sol arasında nasıl bir şeyse sağın ve solun içinde de aynı biçimde cereyan eden bir şey. "Ben bili'yorumcular"ı dinlemekten düşünmeyiz hiç Kabil ile Habil'den önce de bir evvelin olduğunu. Tarihten önce mitoloji vardı. Bu doğru. "Akademi devletten de eski bir kavramdır" diyenler, bir zamanlar akademi devletin kendisiydi. 18. Yüzyıla kadar "sivil toplum" ve "devlet" kavramı özünde aynı şeydi. Zira Platon'un "İdeal Devlet"ine baktığınızda şöyle bir öneriyle karşılaşırsınız: "Devletin yönetimi demokratik oylamayla değil, ‘akademik' ciddiyete dayanmalıdır." Bu pek çok açıdan da yorumlanabilir tabii. Şu an tartışmaya kapalı. Hâlihazırda bunu tartışacak olgunlukta ve birikime sahip bir ortamımız da yok doğrusu dünyanın şu durumunda. Daha mı geriye gidelim, daha mı ileriye? Burası dünya, burada her şey mahvolmaya mahkûm! Burada her şey savaş sebebi, barışın kendisi bile. Belki de yönetenler ve yön verenleri eleyip dünyanın kaderini belirleyecek çoğunluğun yani halkın-halkların bir başka irade yöntemi belirleyip bir son vermesi gerekecek bütün bunlara. Şair de kendince bir yol göstermiş işte:

Haykır acını ey halk, baş eğme haykır
Bir yol kavşağındasın ve ancak
Yaraların, haykırışlarla onarılır
Bir yol kavşağındasın ve senin 
Değişmek için çırpınıyor kaderin*

Oldum olası bütün iktisat kitapları hep şu cümle cümleyle açılmıştır: "Kıt kaynaklar, sınırsız ihtiyaçlar." Dünyanın bugün sahip olduğu teknoloji –aslında çok yeni bir teknoloji değil, sadece giderek gelişti/gelişiyor- bu tanımı nedense ortadan kaldıracak güce erişemedi. Nüfus bile devletlerin planlayabildiği bir meseleyken ne kadar tuhaf değil mi? Bugün siyasi-entelektüel-ekonomik güç, enerji paylaşımı kısacacı medeniyetleri karşı karşıya getiren şey aslında "kültür dayatma" savaşıdır. Bu ilk insanlar arasında da böyleydi. Haçlı Seferleri'nde de böyleydi, Kurtuluş Savaşı'nda, Körfez Savaşı'nda, Bosna'da, Suriye'de, Libya'da, Afganistan'da, İsrail-Filistin hattında hatta burada çok uluslu bu coğrafyada, İspanya'da İspanyollarla Katalanlar arasında da ve şimdi dünyanın gözlerinin içinde Avrupa'nın kapısının eşiğinde. Keşke dünyaya bakıp afili sözler ederken arkamızda gizlediğimiz kendi savaşlarımızı, kötü manzaramızı, öteki tarihimizi de bizden başkaları görmüyormuş gibi davranmasak. Bu bir medeniyetler savaşıdır. Burada herkes kendi tezgâhına göre yontuyor sözlerini de silahlarını da. "Haykır acını ey halk!" bilgeler çağı kapandı. İşte kala kala bu mitolojik bir canavar gibi açmış ağzını çağın karşısında oligarklara, zorbalara, diktatörlere, içi boş ve gürültülü ve karanlık dışı neon ışıklı aydınımsılara kaldı dünya. Evcilik oynar gibi oynuyorlar insanlıkla, kelimelerle ve kurşunlarla, nükleer silahlarla. İmza atmayı da hiç ihmal etmiyorlar fotoğraflara, hiçbir yerde bir anlamı olmayan bildirilerin altına. Bunlar romantik eylemler, değil barışı tesis etmeye yetmez üç günlük ateşkes anlaşmasına bile. Tatmin olmak için "yürüdüm" diye, bir saatlik yol işte.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim