17 Nisan 2022

El-hattu bâkî ve'l-ömrü fâni: Ölüm denen medeniyet; kültür, zarafet

Bir insan okursunuz bir mezar taşı okuduğunuzda. Bunun bir dine mensup olmakla bir ilgisi yok, insanı yakıp bir avuç küle çevirseler bu bir ihtiyaç, adını yaşatacak, adını taşıyacak bir alın taşı dikerler mutlaka başucuna. Bunun ölene bir faydası yok, bu yaşayanlar, geride kalanlar için bir ihtiyaç

Mezar taşı okuyanların hafızalarının zayıfladığına dair oldum olası halk arasında bir söylenti vardır. Aksine, bence hafızayı güçlendiren bir şey mezar taşı okumak. Üstelik insanın kendinden bir insanı, canından bir parçayı, sevdiğini gömdüğü toprağa kök saldığına inananlardanım ben. Habil ile Kabil meselesinde bu böyle cereyan etmemiş olsa bile. "Mezarlıktan korkanın sevdiği ölmemiştir" diyen, bunu ne güzel demiştir. İnsanlar ancak sevdiklerini gömdükleri topraklara kök salarlar. Ancak o zaman oralı olurlar, oradakilere hiç benzemeseler de. Ölünce sevdiğimiz birinin o sonsuz uykusuna sonsuz bir mekân, daimi bir oda, canımız sıkılsa koşup üzerine kapanacağımız bir taş olsun başucunda, varınca o diyara o taşa sırtımızı yaslayıp bir derin iç çekmek isteriz. İstemez miyiz? O gün geldiğinde herkesle beraber gireriz kabristanın kapısından sonra herkes döner, biz kalırız. Ruhun asıl yurdu hakkında hiçbir zaman bir bilgimiz olmayacak belki, ama bir zamanlar varlığımıza delil olan bedenlerin bir yerde olduğunu bileceğiz böylece. Zamanla indirildiği çukura sine sine sirayet ede ede yok olup gitse bile. Hep bileceğiz ki orada, bir alın taşının altında, dünya var oldukça. 

Bir insan okursunuz bir mezar taşı okuduğunuzda. Bunun bir dine mensup olmakla bir ilgisi yok, insanı yakıp bir avuç küle çevirseler bu bir ihtiyaç, adını yaşatacak, adını taşıyacak bir alın taşı dikerler mutlaka başucuna. Bunun ölene bir faydası yok, bu yaşayanlar, geride kalanlar için bir ihtiyaç. Bu tamamen insanın duygusal bağlarla, varoluşla ve yok oluşla ilgili düşünceler taşımasıyla ilgili daha çok. Bir hayat hikâyesi, bir dönemin bir hayata nasıl şekil verdiğini de okursunuz bir mezar taşı okuduğunuzda. Mezarlıklar, boşluğun vücut bulmuş hâli gibi bir yerdir, karşılık isteyen varoluşa. Bir hayat varmıştı, bir hikâye, bir dizeye bile döner orada öylece durup bekleyene, sonra onu alır eve döner orada ne aradığını bilmeyen bile. Eski lahit bir mezarda bir taşın üzerinde kırılmış gülden bir kabartma ilk kez bana da şu iki dizeyi bir biçimde söyletmişti mesela:

alın taşımda bir gül resmi dikenli
severken öldürenleri anlatır gibi

Keşke şimdilerde başka hiçbir işim olmasa bütün gün ve hatta geceleri bile elimde bir fener, ne acıksan ne susasam ne de uykum gelse, eski mezar taşlarını okuya okuya dolaşsam. Hayatımı vakfetmek istediğim şeye bak! Bu sadece eski Osmanlı Türkçesinden haz almak değil, bu ölüm denen şeyin neden bir medeniyet olduğu konusunda sanatsal açıdan da keyif veren bir şey. İnsanın ölüm hakkında fikirler edinmesine de katkıları olan bir şey. Mezar taşlarının değişen dönemleri, yaşama veda edenlerin yaşadıkları dönemleri resmetmesi açısından da tarihi okuyabilmenin tadını, kokusunu alabilmek, o atmosferi yaşayabilmenin de keyfi. İki ayrı yakaya uzanmış Karacaahmet'i adım adım dolaşmışımdır böyle böyle. Eski mezar taşları da böylece girdi hayatıma. Dil konusunda asla bir ideolojinin insanı olmadım. "Ecdadımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz" diyenleri de çok ciddiye almıyorum doğrusu. Dil, her zaman öğrenilebilir bir şey. Kırk yaşından sonra Muallim Naci'nin Fransızca öğrenmesi gibi. Her mezar taşı başka bir hattatın elinden çıktığı için de zaten kendi içinde birçok yazı biçim ve stiliyle Osmanlı Türkçesini çok iyi öğrenmiş birini bile zorlayacak bir yazımdır. Hakeza hiçbir taş bir tek hattatın elinden çıkmadığı gibi dini olarak gönül bağlanmış bu eski mezar taşlarının pek çoğu o mezar taşlarının içinde bulundukları şehirlerin mimarisi gibi Rum ve gayrimüslim taş ve kabartma ustalarının birer eseridir. Sık sık söylediğim gibi yani ölüm herkesi yan yana getirir, yan yana gelmemek için çok da debelenmemek lazım. 

Hangi dili isterse, öğrenmek isterse tabii- öğrenebilir herkes. İnsanların öğrenmek istedikleri hiçbir dilin devletin resmi dili olması gerekmiyor. O zaman bu öğrenmek olmaz zaten, ona mecbur ve mahkûm olmak olur. Osmanlıca hiçbir zaman bu coğrafyanın ana dili olmadı. Öyle olsaydı, bu gün hâlâ pek çok sebeple ya da mazeretlerle yasaklanan diller gibi bir şekilde hiç değilse evlerde, hane içlerinde kullanılan bir dil olurdu. Yani kimse ana dilinden mahrum edilmiş gibi davranmamalı. Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesi, aşırı cumhuriyetçilerin –ben bunu da hiç anlayamıyorum, çünkü çok saçma- karşısında durdukları dillerden biri. Öte yandan Devletin resmi dili konusunda İslami bir profil olarak da Osmanlıcayı ya da Osmanlı Türkçesi'ni ve Arap alfabesini ikisi aynı şeymiş gibi algılayarak dini ve siyasi ideolojilerine bir kapı sanıp ona asılanları da anlamıyorum. Osmanlı Türkçesi sadece Arapça değil, Farsça ve Kürtçenin (Farsça'dan dolaylı) de içinde olduğu çok sanatlı ve diplomatik bir dil. Bir şeyi bir başka dilden başka bir dile çevirdiğiniz zaman bütün diller yine aynı şeyi söyler zaten. "Dar kafalılık" demek doğru mu bilmiyorum, ama dil bilmek iyi bir şeydir. Bu dil İslamiyetin kabulü ile birlikte mezar hayatımıza, mezar taşlarımıza kadar sirayet etmiş bir dil olsa bile. Şu bir yanılgıdır üstelik en çok da bu yüzden eski mezar taşlarını okuması gerekir insanların, Osmanlıca yazılmış her mezar taşının altında dindar bir insanın yattığı şüpheli. Mezar taşları toplumun her kesimden insanın nev-i şahsına münhasır bilgiler içerir. Bir din adamının alın taşı da, bir müptezelin alın taşı da aynı alfabe ile yazıla gelmiştir. Söylemeye gerek yok ayrıca, kişilerin dünyalarını da ahretlerini alın taşlarındaki alfabe değil, takvaları belirler. Zaten Osmanlıca dilinde ısrar edenlerin gerçekten de büyük bir çoğunluğunun Osmanlıcanın Harf Devrimi ile öldürülmüş bir dil olduğu düşüncesi de deli saçması bir düşünce ve iddia. Bugün Edebiyat, Türkoloji, Sosyoloji, İlahiyat, Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı ve Tarih vs. bölümlerinde bu dil dersleri verilen bir dil. Onu öğrenmeye engel teşkil edecek ne yasal ne de toplumsal hiçbir husus yok. Sıradan bir halk eğitim merkezinde bile ders açılması için gereken öğrenci sayısı vuku bulduğunda ücretsiz kursları bile verilen bir dil. Dünyanın en ileri dilleri arasında yer alan günümüz Türkçesini kullanırken bile hâlâ geri sözler edenlerin Osmanlıca hakkındaki düşünceleri de bu yüzden çok mühim değil. Öğrenip sonra iddialarda bulunmaları daha mantıklı olur doğrusu. 

Günümüz mezar taşları kimse kusura bakmasın hem çok çirkin, hem ölümün ne kadar korkunç olduğuna dair kolaycılığın da bir ürünü. Bugün mezarlıklara gittiğiniz zaman dirilerin ölülere ne kadar sadık olduklarını mezarlıkların halinden anlayabilirsiniz. Ölenin kim olduğu çok mühim değil, ama ölümden sonra da insanın insana ettiği muameleyi görmek mümkündür. Bakımlı, çiçekli, yemyeşil mezarlarla yan yana bakımsız bir başka mezarı gördüğünde insan akıbetini düşünür bulabiliyor kendini. Ölümün öbür yüzüyle, o gerçek karanlık ve yalnızlıktan yapılmış yüzüyle yüz yüze gelmiş gibi ürperiyor. Oysa mezar taşları insanın bir zamanlar yaşadığının delilidir. Ne putumsu hale gelmeli ne de ayaklar altı edilmelidir. Mecburi ya da gönüllü, saygıyı hak eder. Eski mezar taşları hakkında derlenmiş, yazılmış pek çok kitap var. Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesi öğrenmekte güçlük çeken ama ille de eski mezar taşlarını okumak isteyenlere şevk ve taşlar hakkında bilgiler veren. Fakat önce şu eleştiriyi de yapmak zorundayım. Bugün eski mezar taşlarının yeni mezar taşları da dâhil buna, hali ortada. Kendini yerden yere atanların önce mezarlıkların sebepsiz ve definecilik gibi yağmacı eylemlere karşı korumalarını salık veririm ya da toplumdaki konumuna yaslanarak yakınlarını defnetmek istedikleri yerde bulunan eski mezarları babalarının bostanı gibi biçip ortadan kaldırmadan önce tarihe de bir zamanlar var olmuş insanlara da saygılı olmalarını... Hani ne diyor bir şarkı: "Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz/ Sultan Süleyman'a kalmadı/ Böyle hiçbir kitap yazmaz."

"Osmanlı Mezar Taşlarının Sırları" adlı araştırma, inceleme kitabında Fatih Çavuş eski mezar taşları hakkında kendi fotoğraf çekimleri ve minyatür resimlerle de bu konuda ayrıntılı ve yürek buran bilgilerin yanında edebi, mimari, diplomatik pek çok bilgiyi belgeyle aktarıyor. Kendisinin mezar taşı okuyarak hafızasının zayıflamadığına, aksine daha kuvvetli bir hafıza olduğunu -yazının başında da ifade ettiğim gibi- rahatlıkla söyleyebilirim. Eski mezar taşlarını tasnif ederken taşların şekillerinden kabartılma biçimlerine, hat edilme yazı stillerinden, bulundukları mezarlıkların sınırları içerisinde olduğu semtlerin mimari ve sanat ortamı dâhil geçmişe ve geçmiş dönemlere dair bilgilerini, sosyolojini de içermesi bakımında bu ve benzeri kitapların çok önemli olduğunun altını çizmek isterim. Bu tür kitaplar bir ideolojinin ürünü değil, gerçek tarihin ve arkeolojinin de önemli unsurlarını içeren kitaplardır. Dilde değilse, dinde değilse bile ortak kültürün buluştuğu bir medeniyet olarak sürüp giden günlük hayatın ölüme ve ölümün insan hayatına nasıl yansıdığının göstergesidir. Bu alanda ırkçı, milliyetçi, aşırı dinci olmak bağlamında hiçbir şey bulunamayacağı, aksine insanlık tarihi boyunca insanın ve hayat serüveninin, her şey bittiğinde bir ışık birden bire sönmüş gibi dünya tekrar aydınlandığında ortaya çıkacak olanın kendisini içerme biçimidir. "El-hattu bâkî ve'l-ömrü fâni" (yazı kalıcı, ömür geçici) gerçeğinin de bir parçasıdır. Eski ya da yeni mezar taşlarının yazının icadındaki rolünün taş tabletlerden başlayıp bugün alın taşlarıyla kendini sürdürmeyi başarmış halidir de. İnsan ne yaparsa yapsın bazen böylece hep en başa dönüyor, kaderin bir oyunu gibi. Belki de insanlık ileriye giderken aslında hiç gelişmiyordur, biçim ve boyut değiştirmekten başka. 

Fatih Çavuş, kendi deyimiyle sadece "edebiyat öğretmeni." Eğitimi sebebiyle öğrendiği Osmanlıca ya da Osmanlı Türkçesini sadece öğreten, mesleğinin sınırlarına hapsetmiş biri olarak kalmamış. Her gün yanından geçip gittiğimiz mezarlıkların tercümanlığını da yapmıştır böylece. Çok acıklı hikâyelerin yanı sıra eminim bazı mezar taşlarında insana tebessüm ettirecek metinlerle de karşılaşmış ve daha önemlisi tarihi simaların örneğin, divan şiiri şairi ve bir dönemin kadısı da olan yazdığı bazı şiirler yüzünden de çok defa idam edilmesi gündeme gelen Sümbülzade Vehbi'nin kayıp mezarını da mezar taşı okuma ve araştırmaları yaparken bulmuş eğitimci bir yazar. Kendisi bu kitap ve bu konudaki çalışmalarıyla mezar taşlarının ve ölümün insanlarda yarattığı korkunun yerine kültür ve zarafet açısından ve elbette Osmanlı Türkçesinin de bu bağlamda ne kadar değerli bir dil olduğunu hatırlatmış, Osmanlı Türkçesini öğrenmek isteyenlere şevk ve heyecan verecek bir duyguya da hizmet etmiştir. Mezar taşları deyince insanlar ölülerle ilgilenen bir insan söz ediyoruz sanabilirler. Bu ölülere değil dirilere bir hizmettir. Çünkü tarih de sanat da edebiyat da ölüler için değil, hâlâ hayatta olanlar için anlamlı eylemlerdir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim