10 Ocak 2020

İşsiz üretme fabrikaları

Karatahtaya renkli tebeşirlerle özene bezene, aslının iki üç katı büyütülerek çizilmiş bir TV kamerası 'resmi' vardı. Merakımı yenemeyip karatahtadaki kamera resminin sebebini sordum. Öğrenciler çok doğal bir olaydan söz edercesine cevapladılar: Biz kamerayı o resimden öğreniyoruz hocam…

Bir üniversitenin, hele hele para kazanmak için vakıf kılıfının altına saklanarak kurulmuş 'merdiven altı' üniversitelerin bir tıp fakültesi kurmaları zordur. Pahalı tıp aygıtları, tıbbi araç gereçler, ameliyathaneler filan gerekir.

Tamam para kazanılacak ama para kazanmak için bu kadar çok para harcamak da akıl kârı değil.

Ayrıca bir tıp fakültesinin öğretmenlerinin de mesleğinde bilimsel düzeyini kanıtlamış, akademik kariyer basamaklarını tırmanabilmiş, bilgi ve hüner sahibi hekimler olması gerekir. Üstelik bir tıp fakültesinin, tıp biliminin hemen hemen bütün alt dallarını kapsaması yani çok sayıda bölümleri olması gerekir.

Peki bir hukuk fakültesi ya da bir iletişim fakültesi kurmak için neye ihtiyaç var?

Öğrenci sayısına uygun dershane oda ya da salonlara ve gereği kadar (yeteri kadar değil, gereği kadar) öğretmene.

Başka?

Bu kadar.

Evet, bu kadarı yeter. Yani yetiyor. Yani yeterli bulunuyor ve 81 ile üniversite açmak gibi saçma sapan bir iddianın gereği olarak açılan kamu üniversitelerinin ve adı üniversite olsa da aslında ticarethane olan vakıf üniversitelerinin hemen hepsinde bir hukuk fakültesi ve bir iletişim fakültesi kuruluyor. İstanbul Ankara, İzmir gibi büyük kentlerdeki gelenekli üniversitelerden bir iki profesör, üç beş doçenti haftada bir günlüğüne bu gecekondu üniversitelerin hukuk fakültesine ya da iletişim fakültesine getirmeyi başarırsanız, bunlara bir de 67 yaşını tamam ettiği için kamu üniversitelerinden zorunlu olarak emekliye ayrılmış 'yaşlı' öğretim görevlisi kattınız mı fakültenin öğretmen kadrosunu tamamlamış olursunuz. Sürekli o taşra kentinde kalacak profesör bulmak zor olduğundan, gerekirse bir yardımcı doçenti 'dekan vekili' ilan edersiniz, olur biter.

Peki sonra ne olur?

Sonrasına ilişkin en çarpıcı sonuçlardan birini yüksek tirajlı gazetelerin ya da internetin 'iş ve işçi arayanlar' sayfalarında görürsünüz.

"…Şirketimizin hukuk bürosu için İstanbul ya da Ankara hukuk fakültelerinden mezun, askerliğini yapmış, İngilizce'yi iyi derecede konuşup yazan…" diye başlayan ilanlarda görürsünüz.

Büyük bir holdingin geçtiğimiz ay yayımlanan 'eleman arama' ilanı da çok çarpıcı idi:

"…ODTÜ, Koç, Sabancı, Ankara üniversiteleri, İstanbul Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Bilkent ve 9 Eylül üniversiteleri dışındaki üniversitelerden mezun olanların yapacağı başvurular dikkate alınmayacaktır…"

N’apsak? Oturup ağlasak mı?

* * *

Yeri geldi. Bir kişisel anı aktaracağım:

Doğu’daki bir kamu üniversitesinin İletişim Fakültesi'nin Sinema - Televizyon Bölümü’nde 'haber yazım ve sunum teknikleri' konulu bir konferans için çağrılmıştım. Bizim meslek örgütü TGC üstünden gelen bir çağrıydı, reddedemezdim; karda kışta kıyamette gittim. 7'nci ve 8'inci sömestr öğrencilerine alt sınıflardan eklenenlerle birlikte 60 - 65 kişilik bir öğrenci grubunun doldurduğu bir salondayız. Arkamda kocaman bir kara tahta ve o karatahtaya renkli tebeşirlerle özene bezene, aslının iki üç katı büyütülerek çizilmiş bir TV kamerası 'resmi' vardı. Konferansın sonunda merakımı yenemeyip karatahtadaki kamera resminin sebebini sordum. Öğrenciler çok doğal bir olaydan söz edercesine cevapladılar:

- Biz kamerayı o resimden öğreniyoruz hocam…

Son sömestre kadar yükselmiş sinema - TV öğrencilerinin eline eğitimleri boyunca gerçek bir kamera değmemişti.

Bir yıl kadar sonra o günkü konferans sonrasındaki sohbette tanıdığım bir delikanlı telefon etti ve NTV’de yönetici düzeyde tanıdığım biri olup olmadığını ve varsa kendisini bulunduğu kentte kameraman olarak almaları için yardımcı olup olamayacağımı sordu.

Medyadaki kitlesel işsizliği biraz da burada arasak. 'işsiz gazeteciler' yerine 'daha eğitimlerinin başında işsiz kalmaya mahkum edilmiş gazeteciler' desek…

* * *

Hukuk eğitiminde durum sonuçları açısından daha da vahim.

Hatırlayın geçen hafta İstanbul Barosu'nun Başkanı Mehmet Durakoğlu avukatlık mesleğindeki nicel patlamadan ve nitel düzey düşüklüğünden yakınıyordu. Sadece İstanbul Barosu'na son yılda dört bini aşkın avukatın kayıt yaptırdığına ve bunun vahim bir kalite sorununu da birlikte getirdiğine dikkat çektiyor ve yakınıyordu.

Başkan haklı. Hatta az bile söyledi. Yazıda sözünü ettiğim merdiven altı üniversitelerin hukuk fakültelerinden mezun olmuş, yasal olarak avukatlık yapma hakkı kazanmış, ama hukuk bilgisi ile yazıhane kirasını bile ödeyemeyecek kadar yürekler acısı bir meslek birikimi olan 'hukukçular'(!) ilk fırsatta AKP iktidarının olanak sağladığı savcılık ya da yargıçlık mesleklerinden birine sıçramayı hedefliyorlar. Hele bir de 'bizdendir' desteği elde edebildilerse savcı ya da yargıç olabiliyorlar.

Sonra da bu ülkenin yüz akı aydınları, akademisyenleri, gazetecileri, siyasetçileri yargılayıp hapse mahkûm ediyorlar. Anayasada ise hâlâ Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu yazıyor…

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim