02 Temmuz 2019

Yeni bir ‘U’ dönüşü mü?

Yeni siyasal  parti oluşumlarının dışında toplumsal alan içinde mesleki veya profesyonel dayanışmalar yeniden oluşmaya başlamakta dünyada

Neo-liberal ekonomi üzerine çok yazıldı. Yazılmaya da popülizme ait bir sağ veya sol siyaset ve hakikat-sonrası medya bağlamında hem Türkiye’de hem de dünyada devam ediliyor. Bu durumdan, olgusal olarak, daha çıkmış değiliz. Bugün başka bir şekilde, ama yine içinde yaşanan krizde, oluşmakta olan toplumsal ekonomiye bakmanın ve bugün var olmaya başlayan  başka ekonomi- politik bir mantığa yaslanmanın zamanı geldi, sanırım.

1990’lı yıllara Türkiye Özallı yıllarla girmişti. Ultra-liberal Avusturya ekolü Friedrich Hayek sonrası, M. Thatcher’in deyişiyle “entelektüel özgürlük savaşçısı” Milton Friedman’ın  “Şikago ekolü” olarak adlandırılan ekonomi politikasını yaşayanlar bu pratiği gündelik yaşamda gördü. İlk örneklerini 1970’lerde Pinochet iktidarının Şili’sinde yaşatan bu politik-ekonomi sonrasında, küreselleşmeyi hazırlayan “sermaye özgürlüğü” ortaya çıkmıştı. Türkiye tarihi olarak pek gecikmeden bu ekolü 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde denedi, ama hızlanamadı (24 Ocak 1980 Demirel hükümeti sırasında Özal’ın ellerine bırakılan, IMF politikalarının neticesinde, “İstikrar Kararları”) ve büyük devrimci bir direnişe maruz kaldığından dolayı, ancak 1980 darbe sonrası bunu pratiğe geçirebildi.  Devletçi politikalar ve kamu merkezli ekonomi geride bırakıldı ve sonuçta terk edildi. Böylece Keynes ekonomisi üzerinden giden “Korkut Boratav’ın o dönemlerdeki deyişiyle “popülist ekonomi” (yani, çalışanların maaşlarının yerel iç piyasaya dönük olarak yüksek tutulması) terk edildi. Sonunda, sermaye birikim modeli değişikliğe uğradı: İthal ikameci politik ekonomiden dünya piyasasına yönelik dünya ile entegre olmaya başlayan ihracata teşvik modeline geçti.  

Hatırlatmak için: Faiz politikaları, orta direk adlı yeni bir sınıfın kavramsallaştırılması  ve doğuşu ile birlikte devlet memurlarının orta sınıfından kendi işletmesini gerçekleştirecek bireylere doğru giden bir aile yapılanması ortaya çıktı. O dönemde, en çok dikkat çeken imaj, elinde James Bond çantalı bilhassa taşradan gelen gençlerin, diğer gençlere eklemlendiği, işletmeci kıyafetleri, davranış biçimleri ve tavırlarıydı . Tam aynı olmasa da “Golden Boys” olarak adlandırılan Arrow marka mavi gömlek giyen New Yorklu finans sektöründe çalışan gençlerin benzerlerini, İstanbul “arabesk versiyonunda” en göze çarpan tiplemeleriyle ortaya çıkardı. Bu yıllarda İstanbul’da bir yerden başka bir yere doğru koşuşturan bu tip gençler banka ve borsa sektörlerinden döviz bürolarına doğru gelişen bir hatta, şehri kat etmekteydiler. Döviz büroları 1990’lı yılların liberal veya neo-liberal ekonomisinin nerdeyse sembolüydü. Dolar merkezli bir dünya başlamaktaydı. Serbest pazarda serbest ekonomi, toplumun kültürüne göre, gemisini kurtaran kaptan olarak işletmeleri şekillendirmekteydi. Ortak bir kültür içinde bu yeni hayat tarzı kendisini belirlemeye başlamıştı. Bu ortak kültür aynı zamanda sosyal mobilitenin oynaklığında, sınıflar-arası geçişli bir şekilde işlemeye başlamıştı. Sınıf katmanları arası geçişlilik yükselmekteydi. İlişkilerde hiyerarşi ortadan kalmaya yüz tutmaktaydı. Patron ve işçisinin kültürü ise aynılaşmaktaydı: Arabesk kültürü.

Orta sınıf devlet memuru statüsünden veya entelektüellerin devrimci ve sosyalist düşüncelere ve devletçi ekonomiye yakın kafaları bireyci ve  liberal ekonomiye doğru kaymaya başladı. Birey meselesi ön plana çıkarılmaya başlandı. Edebiyat; köylüden, şehirli işçiden ve burjuvadan sonra biricik olan bireyi keşfetti. Küresel ekonominin ilk dönemlerinde, bireyciliğe (Robinsonculuk)  doğru giden bir zihniyet belirlenmeye başlamıştı. O kadar ki, bu “birey liberalizmine” gidecek olan yeni bir siyasi parti ve bir yayın organı bile, bu sırada, oluşmaya başladı. Bu oluşumlar sosyolojik dönüşümün siyasal çehresini kurmaya başlamak üzere hazırlanılmaktaydı. Yeni Demokrasi Partisi ve Yeni Yüzyıl gazetesi bu sırada ortaya çıkmış oldu.  Kapitalizmin küresel çehresi ile liberal demokrasi iç içe girmek üzere birleşmekteydiler. Ortak bir zemin, emek sermaye çelişkisini, bu yolla, demokratik bir ortama çekmeye çalışmaktaydı.

Bu sıralarda,  entelektüellerin geliştirdiği “birlikte yaşama pratikleri” medyayı sarmaya başlamıştı. Özel radyolar ve özel televizyonlarla birlikte ise “konuşan Türkiye” sloganı “demokratik hayatı”, sembolik bir halde, topluma sunmaktaydı. Serbestleşen ekonomi ile özgürleşen fikirler birlikte bireyci toplumu şekillendirmeye başladı.  Siyasal alanda da “arabesk burjuvazisi” olarak adlandırabileceğimiz bir grup sermaye çevresini yeniden kurmaya başlamıştı. Devletin elini ekonomiden çekmesi gerekliliği, memur zihniyetinden çıkış ve post-modern yaşam biçimleriyle birlikte, sosyolojik olarak yeni sosyalliklerin ortaya çıkmaya başlamasıyla, toplumsal alanın ayrışması da bu dönemde gerçekleşti. Post-modern tanımı gereği, yaşam biçimlerini çeşitlendirmekteydi. Ve, hatta aynı gün içinde kıyafetler ve gidilen yerler farklılaşmaya doğru evirildi. Sabah iş kıyafetleriyle takım elbiseli bankacılar, deri ceketleriyle geceleri İstanbul barlarında başka hayatların içine girebilmekteydi. Sabah akşam ve öğlen yemekleri git gide dışarılarda yenilmeye başlandı. Yemek yeme biçimleriyle kilo ölçüsü değişikliğe uğradı. İnsanlar ve hatta gençler kilolu olmaya başladı.

Bab-ı Ali gazetecileri büyük plazalara, hatta daha çok Gayrettepe, Maslak mahallelerine doğru kaymaya başladı. Buralarda zamanla büyük binalar finans sektörünün merkezi olarak Mashattan gibi bir karma isme bağlı olmaya başladı.  Gazetecilerin maaşları arasındaki hiyerarşi arttı.  Haber gazeteciliğinden yorum gazeteciliğine doğru ağırlık verilmeye başlandı. Haber gazeteciliği ise, öznel haberlerin kurulması üzerine odaklanmaya başladı (nerdeyse hakikat-sonrası bir medya başlamaktaydı). Kendi haberini yapan ve kuran bir gazetecilik ortaya çıktı. Bu gazetecilik, televizyonlarda ve radyolarda olduğu gibi, köşe yazarlığında da bir ağırlık noktası oluşturmaya başladı. Tartışma programları ise, “konuşan Türkiye’den” “uzmanları dinleyen Türkiye’ye” doğru bir kayma yaşadı. Meydanlarda siyaset, “Siyaset Meydanı” adında bir televizyon programına dönüştü. Kamusal alan yerini “kamusal bir televizüel espasa” bıraktı . Siyaset, imaj siyaseti olarak “Cilalı İmaj Devrine” döndü.

Türkiye’de de, dünyanın çeşitli yerlerinde görüldüğü gibi, birey üzerine  kurulu bir sosyoloji ile birlikte, ekonomi politik yerini ahlak ve zihniyet meselelerine doğru taşımaya başladı. Birey üzerine kurulu bir finans sektörünün gelişimiyle birlikte, toplumsal entegrasyon borçlanma ekonomisine göre şekillenmeye başladığında, kamusal alanı dolduran onca bireyin “borçlu insan” haline gelmeye başladığını izledik. Ve, 2008 kriziyle birlikte bir dünyasal dönüşüm Türkiye’deki dönüşümle kesişmeye başladı. Türkiye belki dünyasal dönüşüm hareketinin krizini bir kaç sene daha geciktirdi ; ama yine de küresel bir ekonominin parçası olarak, bu krize takıldı ve tökezlenmeye başladı.

Otuz yıllık bir süreç içinde bu yukarıdaki vaziyet ekonomi, toplum ve devlet düzeyinde yaşandığı kadar kültür ve sanatlarda da benzer bir şekilde bir devinim izledi. Sanat alanında geri çekilen devletin yerini  özel sermaye ve finans sermayesi doldurmaya başladı. Bu gelişim bir yandan olumlu örneklerini verdi; ama diğer yandan da sanatın destekçisi olarak gelişen sponsorların iyi niyetli yaklaşımları, sanatı piyasa ekonomisinin içine sokan bir sanat dünyasının tuzağına yakalanmadan geçemedi.

Kültür alanında ise özelleşmeye başlayan toplumsal ortam kamuya ait üniversitelerden vakıf üniversitelerine doğru genişledi. Ve özel üniversiteler bayrağı nerdeyse devraldılar. Birey ve sanatçı adı ön plana çıkartıldığında ise, tıpkı dünya piyasalarında olduğu gibi, ortak çalışmalar ve sanatçıların özerkliği zayıflamaya başladı. Sanatın özerkliği üzerine kurulu olan bir söylemden bireyselleşmiş sanatçılara doğru bir yol açıldı. Marka olmanın önemini de zaten en iyi reklamcılar bilmektedir ve onlar bu gelişimi hızlandırmak istediler. Tabii yine neo-liberal ekonomilerin mantığında yaşayan önce Batılı ve sonra Güneyli toplumlarda yeni marka-isimler ortaya çıkmaya başladı (Bu her alanda böyle: sanattan futbola ve aktör ve aktrislere kadar). İmaj ve markalaşma üzerine kurulu bireyci toplum ve bireyci sanatçı var olmaya ve neo-liberal toplumun kriziyle de burası bir sekteye uğramaya başladı. Galericilerin krizi de burada ortaya çıktı. Tıkanan piyasa koşulları ile sanatın ve koleksiyoncuların da bu gidişattan pay aldıkları son beş yılı yaşadık. Sıkıntılı yıllar içinde, borç ekonomisi ile toplumsal veya sanatsal entegrasyon krize girmeye başladı.

Neo-liberal ekonomi, bu sırada, “otoriterleşmeye” başlamak zorunda kaldı. Talepler ve borçlanma ile birlikte 2012 yılından itibaren huzursuzluk artışı ve ekonominin krizi toplumsalın ve demokrasinin krizini beraberinde getirdiğinde “komplo teorileri” üzerine kurulu bir güvenlikçi politika  ile borçlanma krizinin aşılmaya çalışılması denendi, ama, toplumsal entegrasyon artık, kriz dönemlerinde, borç yerine korkuyu tercih etti.

Bugün geldiğimiz nokta bize ne göstermekte ? Belki de son otuz yıldan beri şekillenen toplumsal alanın bireyci sosyolojisinin de krizine girmiş vaziyetteyiz. Yeniden şekillenen bir toplumsalın entegrasyon biçimlerine ihtiyaç duyulmaya başlandı. Borcun ve finans kapitalin kurduğu neo-liberal ekonominin sonlarını mı yaşamaktayız ? Başka modellere olan ihtiyaç toplumsalın yeni beklentilerine doğru düşünmek zorunda kalacak. Bu, sadece siyasi olarak değil, ama bir toplumsal entegrasyon ihtiyacı olarak bizi nereye doğru götürecek, bunun izinde analizler yapılamaya başlandı.

Birey üzerine kurulu analiz biçimlerinin buhranları toplumsalın ve dayanışmanın krizini yaşatmaktaydı bizlere; çünkü ufukta gözüken o ki,  yeni siyasal  parti oluşumlarının dışında (buralarda siyasi partilerle yapılan, insanları  siyasi entegrasyon içine alan ve ideolojik olana çeken yapılanmalar ve militanlıklar her zaman vardır) toplumsal alan içinde mesleki veya profesyonel dayanışmalar yeniden oluşmaya başlamakta dünyada: Yeni gruplaşmalar, ekolojistler,  eko-sistemi korumak isteyenler, küresel ısınmayı protesto edenler,  Vejeteryanlar, Veganlar, Feminist kadınlar, Gay ve Lezbiyenler, Biseksüeller, Trans’lar, İnter-seksler, Queer’ler, Artı’lar, sosyal ve mesleki toplanmalar: üniversite mensupları, mimarlar, gazeteciler, sanatçı gruplaşmaları, sanatçı dayanışmaları, anti-kapitalist Müslümanlar, ve de her türlü (B)üyük siyaset dışında kalan mikro mücadele biçimleri.  R. Queneau’nun ve A. Kojève’in bir zamanlar Hegel için söyledikleri gibi: “Hareketli tarihi takip eden bir Pazar” gibi bir dönemi geride mi bırakmaktayız ?  Yeni pazartesiler gözükmekte.

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır