17 Eylül 2021

Toplumsal enerji kaybı

Düşük enerjili, sevgisiz ve utanç duymayan bir toplum nasıl yan yana yaşayabilir? Siyasetin ve hukukun sağlık kadar büyük bir önemi burada öne çıkmakta değil midir?

İstanbul'da, ancak bulunduğu zaman taksilere binildiğinde, hep aynı konuşma tarzı çarpıcı bir şekilde kendisini tekrar ediyor. Hayat pahalılığından geçip, şoförün ailesini geçindirmekte zorlandığını, saatlerce çalıştığı halde az para kazanıp iyi bir hayat yaşayamadığını, çocuğuna hediye alamadığını değil, ama çocuğunun ayakkabısı ayağına artık olmadığı için ayakkabı parası kazanamadığını vb. anlatıyorlar. Müşteriler ise nerdeyse günün herhangi bir saatine yayılmış bir şekilde, imkansızlık içinde taksi durdurmaya çalışıyorlar. İşe gitmek isteyenlerden randevularını kaçıranlara kadar onlar da sıkıntılı bir hayat içinde olduklarından yakınıyorlar. Demek ki, işlemeyen bir sistem var. Öncelikle bu herkesin bildiği durumun düzeltilmesi için neler yapılabiliyor veya neler yapılamıyor? Bunun bir şeffaf hale gelmesi lazım değil mi? Vatandaşların taksiye binmesi belki de fazla büyük bir sorun değildir. Bu kamu araçlarıyla çözülebilecek bir hal alabilir belki? Ama burada başka bir sorun çıkmıyor mu karşımıza? Hayatından memnun olmayan taksi şoförleri ile hayatından memnun olmayan taksi kullanıcıları.

Sadece geçtiğimiz ağustos ayında, erkeklerin tacizine uğrayan kadın sayısının çokluğu, çocuk istismarının aynı şekilde dayanılmaz hali, bu mutsuzluk alanının bir parçası olarak durmakta: Libidinal enerjinin sevgiye değil, ama tacize ve istismara açık olarak ilerlemesi arzunun libidinal yatırımının şiddete ve desüblimasyona dönüşerek işlemeye başlaması toplumsal alanın sağlıksızlığının bir göstergesi değil de de olabilir? Bu halin, hastalıklı olarak nitelendirilmesinden başka bir açıklamasının getirilmesi mümkün müdür? Ne olmuştur da bu hale gelinmiştir?

Eğer hayattan memnun değilse bir şehrin içinde yaşamaya çalışan insanlar; o halde "eksilen nedir?" sorusunu sormak meşrudur. Eksilen, herhalde hayat enerjisinin çökmesidir; insan sevgisinin sevgisizliğe dönüşmekte olduğu söz konusudur. Bireyin libidinal enerjisindeki aktarımın arzuya değil, ama şiddete doğru yöneldiğini görmezden gelebilir miyiz? Bu şiddet kimi zaman sözlü kimi zaman ise eylem halinde olabiliyor. Toplumsal alanda psişik olanın tıkanıklığını izliyoruz. Psikolojinin değil sadece ama sosyo-psikoloji olarak basitçe söylenebilecek veya Deleuze ve Guattari'nin şizo-analiz olarak adlandırdıkları bir alanın içinden geçmeye başlıyoruz. Memnuniyetsizliğin ve şikâyetin yanında enerjinin bir arzu olarak kanalize olduğu yerin sevgisizlik olmasıyla insanların birbirlerine olan saygı ve sevginin yanında utanma duygusunu da yitirmekte olduklarını gözlemlemeye başlıyoruz. Utanma duygusunun kaybı demek hayattan alınabilecek olan hazın kaybıyla birlikte toplumsal alanda yaşayan ve birbirleriyle zorunlu ilişkilerinde desüblimasyon sürecinin hâkim olmaya başladığını fark edebiliyoruz. Bu enerji kaybı, siyasi olduğu kadar ekonomi politiğin de enerji kaybıyla paralel gitmekte olduğunu söylemek yanlış durmayacak, kanımca; çünkü sıkıntının kaynağını hep parasal eksikliklerde aramaktayız bir taraftan; ama diğer taraftan başka bir nokta daha var: Bizi düzenleme içine sokan siyasi ve ekonomik hayatın bize dokunamayan bir şekilde işlerlik kazanmış olduğu bir siyaseti görmekteyiz. Hiçbir çare bulmadan biteviye güzel şeyler yaptığını anlatan bir siyasi söylemi takip ediyoruz veya buna karşı çıkan eleştirel bir söylemin enerjiye yapabileceği bir katkının zayıflığını izlemekte değil miyiz?

Değişen bir şeyler var. Alışık olmadığımız bir söylemin içinden geçmekteyiz. Siyasi söylemin önceliklerinde bir değişim var. Bu insanların tavırlarına yansımakta ve toplumsal alandaki süregiden alışkanlıkların dışına çıkan, alışkanlıkları kıran ve bizi başka bir yere doğru çekmeye çalışan eylem ve söylem dünyası içinde kaybolmuş bir vaziyette yaşamaya başladık. Sahtelikleri, sahtekarları, sahte haberleri, sanayi popülizminin yükselişini takip ediyoruz. Olmayacak şeylere inanan bir insan grubunun üzerine eğilen, inanılamayacak kadar garip söylemleri ifade eden siyaset adamlarının etkisi nedir? Bu enerjinin kaybıyla alakalı mıdır? Biri çıkıp da söylentilerini inanılamayacak boyutlarda masallara yaslanarak ifade etmekteyse, buna inanmak mümkün olabilir mi? Canavarların doğacağını ilan eden aşı karşıtı bir söylem ne kadar inandırıcı olabilir?  Kimseyi inandıramasa bile   yine de enerjiyi geriye çekecek değil midir? İçinden geçmekte olduğumuz bu zor salgın döneminde zaten bozulmuş morallere eklenen libidinal bir enerji kaybı toplumsal entropiye katkı vermekte değil midir?

Batı dünyası için de benzer şeyler söylenmekte. 2002 yılında Vatikan'ın başında olan Papa II. İoannes Paulus (1920-2005) "Tanrı'nın kendisini göstermekten kaçtığını, gökyüzünde saklandığını ve insanlığın girmiş olduğu durumdan utandığını" söylemişti. Demek ki sadece fakirler ve hayatta çalışmakta olduğu yerlerden memnun olmayanlar değil, dini bir cemaati yönetmekte olan bir Papa bile gidişattan memnun gözükmemektedir. Benzer bir söyleyiş tarzını ünlü Fransız antropolog, etnolog Claude Lévi-Strauss (1908-2009) da ileri sürmekteydi. Din adamı değil, bu sefer 2004 yılında bilim adamı konuşmaktaydı: "Çeşitli türlerin azaldığı, tabiatın kendini yeniden üretmekte zorlandığı bir dünyanın kendisinin dünyası olmaktan uzak" olduğunu söylemekteydi: "Bu dünyayı sevmiyorum geçmiş ve yaşamış olduğum dünyayı seviyorum" demişti. Sevgisiz bir dünyaya girdik. İnsanlar birbirlerini sevmemeye başladılar. Başkaları hiç sevilmiyor zaten. Öteki olarak adlandırılanlara bazı cemaatlerde yer bile yok. Herkes kendi çevresini korumaya çalışır vaziyete girdi. Neden? Eşitsizlik ve adaletsizliğin almış gitmiş olduğu boyutlardan mı? Kimsenin hukuka güveninin kalmadığından mı? Düşük enerjili, sevgisiz ve utanç duymayan bir toplum nasıl yan yana yaşayabilir? Siyasetin ve hukukun sağlık kadar büyük bir önemi burada öne çıkmakta değil midir? Çareler aramak zaten bir görev olarak kabul edilmiş değil midir? Yeminler edilmemiş midir bu çareleri bulmak üzere? Bir çaba değil çok çaba gerekmekte!

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta