17 Kasım 2019

Siyaset nasıl bir şeydir?

Algılarımızın genişlemesine yol açacak olan siyasi bir oluş düşüncesine girmek ilginç bir tecrübe olacaktır; denemeye değebilir

Siyaset üzerine her zaman, her ülkede, her siyasi gurupta (ev kadınından üniversite öğrencisine, siyasetçiden gazeteciye, sanatçıdan romancıya, entelektüellere) çok şey yazılmakta ve konuşulmakta. Bunların tarihleri var, geçmiş olayları, başarıları ve hataları var. Bizim gibi siyasi olarak sürekli kesintiye uğrayan ülkelerde ise kurumların tarihleri süreksiz bir şekilde kısalmakta, partiler kapanmakta ve kapatılmakta. Uzun süren, gelenekselleşen bir tarihten çok sınıfsal, mesleklere göre vb. geleneksel olarak sınıflandırılmış veya çeşitli alanlarda birbirleriyle mücadele içinde duran dini, etnik grupların örgütledikleri siyaset bir yandan siyasi partilere, diğer yandan ise tarikatların bu siyasi gruplarla veya partilerle ilişkilerinde, kapalı da olsa, görünür olmakta.

Bu siyasi tarih yapısal bir şekilde mi yoksa bağlamlara bağlı olarak mı işlemekte? Bu, bir tartışma konusu olarak bazen gündeme düşmekte. Bir yandan; toplumsal alanın, yapısal bir karaktere sahip olduğu, kurumların varlığı veya yokluğu tartışması içinde, bu yokluk veya varlığın yapıları güçlendirmekten çok zayıflattığı veya tam tersini ortaya koyduğu ileri sürülmekte. Diğer yandan ise yapıların bu kurumların kuvvetli varlığı üzerine argümanlar ileri sürülmektedir. Mesela iktidarın bir yapı olarak tarihi bir süreklilik taşıdığı ileri sürülüp, değişik idarecilerin siyaseti bir geleneksel yapıya göre sürdürmeye devam ettikleri ileri sürülmektedir. Veya toplumsal alışkanlıkların süregiden yapılarında tarihi olarak süreklilikler aranmaktadır. Bu konular üzerine uzmanların yazdığı onlarca bilimsel makale veya kitap var ve bunların bazılarını birçoğumuz da okudu. Benim son 35-40 yıllık sosyal bilim okuması üzerine geçen yaşam sürecimde. Herkesin kendi zamanı ve yaşam sürecinde.

Bu yakın tarihte, 1960'larda en çok Sistem ve Yapı konuşulmaktaydı. Ülkelerin sosyal ve siyasi tarihlerinin sistematik ve yapısal sorunları söz konusu edilmekteydi: En çok da "toplumsal yapı", "az gelişmişlik", "bağımlılık", "emperyalizm", "sömürgecilik" konuşulmaktaydı. 1980'lerde, dünya tarih literatüründe Hintli entelektüellerin çıkışıyla da "sömürge-sonrası" politikalar konuşulmaya başlandı ve bu, bugüne kadar da geldi. Dünya tarihi ile ilgili olarak her az gelişmiş ülke, kendi tarihini bu süreçlerin genel tarihi ile birleştirmeye çalışmaktaydı. Asya Tipi Üretim Tarzı tartışmaları tam da sosyal alandaki yapısallığı bulmak üzere geliştirilmişti. Kemal Tahir'in edebiyat ve tarih alanında ileri sürdükleri, sosyolojiden tarihe, sinemadan sanata, ekonomiden siyasete kadar her alanı salladı ve bir yerelleşme olgusu hizasına oturttu.

1990'ların başında ise, bu söylemin üzerinden geçerek kıyaslamalı bir edebiyat, belki de, Orhan Pamuk ile gelişmeye başladı. Dilin kıyaslamalı kullanımın içinde, kişiler rahatça yer değiştirir hale geldiğinde, Avrupalı ve Osmanlı kimlikleri yerlerini benzerlikler üzerinden kıyaslamalı bir şekilde oynattılar (Beyaz Kale). Yahut, Pamuk'un diğer romanlarında ikizler sağlam bir figür olarak kıyaslamalı bir şekilde farkları göstermekteydi (Kara Kitap). Siyaset alanı tam bu sırada, 1980'lerin sonu ve 1990'lı yılların içinde, yapısal olan bir durumdan, devletçi yapılanmalardan uzaklaşmak istenci ile sivil toplumun önemini keşfetti. Resmi olmayan bir tarih gündeme geldiğinde sivil toplum "yapısının" Kurtuluş Savaşı'ndan itibaren mi (Bülent Tanör) yoksa tersine ancak bazı engellenen girişimlerden sonra 1990'lı yıllarda mı kendisine bir zemin bulacağı soruları siyaset alanını kaplamaya başladı. Birey ve toplum ikiliği üzerine oturan bu söylem, yine iki homojen kavrama yaslanmakta ve soyutlaşmaktaydı. Kimin birey, kimin özne olacağı sorunu burada özne-sonrası bir söylem ile kendisini başka bir dalgaya doğru taşıdı (buna kısacası postmodern söylem de denilebilir): Özne değil ama öznellik sorunsallaşmaya doğru çekildiğinde, sözde-tartışmanın içine giren postmodern /modern ikilemi yine iki homojen kavramı karşı karşıya getirmeye başlamıştı.

Tarih, resmi tarihten çıkmaya başladığında ise, "sömürge-sonrası" yeni bir tarih yazımı gündeme oturduğunda, belki de, yapısal tarih kendisini yine sahneye çağırmaya yönlendi. Bağlamsal okumalar yerine tarihin şekillendirdiği bir tarihi okuma siyasetin söylemine yakalandı. Hesaplaşmalar, çelişkiler etnik veya dini kimlikler üzerinden, bu sefer, sömürge sorunu içinden ele alınmaya başladı. Tarihi olarak emperyalizmin "tuzağına" düşen Osmanlı-Türk toplumsal yapılanması "sömürge" olmamıştı; ama acaba kendi içinde bir "sömürgeleşmeyi" gerçekleştirmiş miydi? Bu sefer soru tarihin varyasyonlarının içinden bulup da gösterilecek olayların bulunmasına kalmaya başladı: Polisiye roman türünden sömürgeciliğin farklı veçheleri ele alınmaya başlayacaktı. Dil ve adetler üzerinden veya "sürgünlerin" veya "mübadelelerin" getirdiği bir tarih okuması kendisini görünür kılmaya başladı. Ve bunlar tabii ki ciddi ve doğru araştırmalardı. Burada varolan karmaşık vaziyet, benzerliklerin ve ayrımların üzerinden yapılan okumalar yapısal olan bir tarihin içinde yüzmeye devam etmekte olduğundan, belki de, taraflar arasındaki tartışmanın "asıl" belirleyicisi Lacan'ın "yüzmekte olan Gösteren" fikrinin içine hapsolmuştu. Kaygan ve yüzen Gösteren hâkimiyeti üzerine bir dil okuması, göstergebilim alanı okumalarına kayarak gerçekleşmeye yüz tuttu.

İçinde yaşamakta olduğumuz zaman biriminde, siyaseti tartışmak ya güncel siyasetin içinden geçen olaylara odaklı olarak ya da bu siyasi partilerin, oluşumların veya hareket olarak adlandırılan siyasi akımların kendi yakın tarihlerinde yaptıkları başarıları veya hataları saymakla geçen bir aktüel söyleme oturtulmakta. Bu tartışma alanı televizyonlardan, kahvelere, evlerin içlerine, sokaktaki alış veriş dükkanlarına, çarşı ve pazara, sofralara kadar sirayet eden bir vaziyeti ortaya koymakta. Bu, uzun zamandan beri yapılan bir sosyalleşme pratiği. Kimi zaman eğlenceli ve gülerek, kimi zaman ise kavgaya dönüşecek kadar sinirli ortamlara taşınarak yaşanmakta.

Peki, tarihi olarak hesaplaşmalar yapısal veya bağlamsal olarak kabul edilse bile, tartışmalar hep tarihi olaylar üzerinden hesaplaşmaya gitmekte değil mi? Hangi grup nasıl ve niye öyle karar aldı ve davrandı? Bu vaziyet nasıl bir açılıma veya kapanmaya yol açtı? Bu yüzden, bazıları sorumlu mu? Yoksa bunlar naif miydiler? Veya "aslında" suçsuzlar mı? Güçleri var mıydı? Etki gücü nereye kadardır? Hangi siyaset adamı şöyle veya böyle davrandı? Neden orada bunu söylemekteyken sonra şunu söylemeye başladılar? Bu söylemler üzerinden hesaplaşmalar ortaya atılmakta televizyonlara ve diğer yerlerde ! Burada; belki de, olayın veya olay olarak kabul edilen milatlara bakmak ilginç olabilir? Olay nedir? Olay her zaman belli önemli bir tarihe mi bağlı olacaktır? Sosyal Bilimler sıklıkla olayı bu şekilde anlamakta ve anlanmakta. Veya belki de "güç ilişkilerinin" farklı olmaya başladığı anlara "olay" olarak bakma bugüne yaklaşan bir bakışı ortaya koymakta mıdır?

Ama Anglosakson bilim felsefesinin olay için önerdiği bana ilginç gelmekte: Olay; yaşanmakta olan her anın, bir evvelki an ile girmiş olduğu ilişkideki farklı değişimlerin kendilerini ortaya koymaları olmasın. Her an bir evvelki ile farklılaşmakta. Olay, acaba, bir rüzgarın yön değiştirmeden bile kımıldattığı toprak ve nefesler olmasın? A. N. Whitehead daha evvel var olanların radikal bir eleştirisini gerçekleştirdi: Büyük ilkeler, kategorilerin çoğalması, vaka ve evrenselin barıştırılması. "Bir Mısır Piramidinin bile, zamanın geçişi olarak, titreşim içinde yayılan bir olay" olduğunu yazmaktaydı. Buna göre, süreç halinde olan kaotik bir dünyada yaşamaktayız. Ama, kaos "imkanların bir bütünüdür". Kaostan ortaya çıkan süreçler hep oluşa açılmaktadır. Her an, yeni başlayan bir anı içinde saklamakta ve dönüştürmektedir. Her an içinde hissedilen bir gerçeklik duygusuyla bizleri farklılaşmaya doğru yöneltmektedir. Fark edilemez değişimlerdir bunlar; ama zamanla bir anda fark edilir hale gelecektir (ebedi minör kımıldamalar). Verili olanların fark edilmesi hissetmekten geçmektedir. Potansiyel ile aktüel birbirlerini takip ederek işlemektedirler. Buna göre, her parçacık doğada, elektronlarla, bunların elektrik verili yüküyle bir bedeni etki alanına alır, onu kımıldatır. Ve yerini fark edilemez bir şekilde değiştirir. Kımıldayan minör bir fizik alan ortaya çıkmaktadır. Fark edilemeyen değişimler fiziki olarak olduğu kadar düşünce biçimlerini de değiştirmeye başlamaktadır. Whitehead'ın 1920 yılında yazdığı Doğa Kavramı adlı kitabı organizma felsefesine doğru yönlenmektedir. Özne ve nesne fenomenolojisi yerine yaşamın dirimselliği üzerine kurulu bir anlayış yerleşmektedir. Buna göre, tecrübe üzerine kurulu bir anlayış, yapısal veya bağlamsal olan "yapılanmaların" yerine yerleşmeye başlamıştır. Bu; sosyal bilimler, felsefe ve bilim dallarının birbirleriyle olan temasında etik ve estetik olarak işlemektedir.

Mesela, adalet kavramı, burada, "kozmik" bir karaktere bürünmektedir. Kişinin kavrama yetisi her an kımıldayan bir doğanın içinde gelişmektedir. Kavrama denilmektedir, çünkü, kişiler aralarında girişmiş oldukları etkilerin hissedilmesiyle birlikte, ortak bir şekilde gelişmektedirler. Bir olay olarak kavrama yetisi; bir öznenin kavradığı bir dünyadan, bir olaydan, siyasi vaziyetteki bir durumdan çıkarsadıklarından çok öznenin kendisini açarak, diğer öğeleri kendi içinde hissetmesiyle birlikte gerçekleşecek olan bir olaydır. Burada artık özne ve nesne ayrımı yapılamayacağı gibi, ben ve öteki, bizden ve sizden ikili ayrımları üzerine kurulu bir anlayış da geride bırakılmacaktır. Hissetme fizikidir, ve sonrasında akla ait olarak yaşanan bir tecrübedir. Özne (süje) burada bir superject haline bürünmektedir. Yani, tüm duyumların ve hislerin bütünleşmesiyle özne kendisini ileriye doğru taşımaya başlar, doğada ve toplumda tecrübeye dayanan ve yaşadığı tecrübeyi kendi içine hissederek öne çıkma eylemini gerçekleştirir ( kişi, verili genel bir sıradan öne doğru fırlar). Tecrübeyi yaşayan kişi, değişik merhaleleri kendi içinde geliştirerek, varolduğu ve yaşadığı dünyaya, topluma, gruba, aileye, kendisine bakmaya başlar. Toplumsal alan, bu anlamda, dönüşüm ve gelişim (tranzisyon) geçirerek, hem tam hem de nispi olarak yenilenen bir" beraber büyüme" içine girer. Burada geçmişin hesaplaşmaları geride kalmaktadır; çünkü olayların kendi içindeki tekillikleri yeni duyum tarzlarına doğru açılmaktadır. Hesaplaşmalar belki olmaktadır; ama tarihi olayların doğruluğu veya yanlışlığı bir kenarda kalacak ve yeni ortak ve birlikte büyüme içinde yeniden düşünme biçimleri kendilerini kuracaklardır. Siyaset kendi tarihi varlığını (seyislik veya şehir yönetimi) oluş içinde anlamlandırmak zorunda kalabilecektir: Fizik hem ruhu hem de bedeni yöneten bir dal olarak metafizik bir bakışı fiziki olan alana taşımaya başlayacaktır. Kant'ın düşüncesi içinde kalan "öznel verilerin nesnel bir dünyada görünür kılınması" (yapısal veya bağlamsal hesaplaşma) düşüncesinden organizma düşüncesine doğru yön alır. Yani, nesnel dünya verilerinin (tarih, toplumlar, arzular, inançlar ve birey vb.) öznel bir tatmin haline gelmesine" doğru gidilir. Tatmin düşüncesi karmaşık olanların ayrı ayrı belirlenerek tek hale getirilip tekilleşmesidir. Böylece yeni siyasi bakış olarak adlandırılan; etrafımızdan ve kendimizden aldığımız ve verdiğimiz etkilerin (doğulan yer; köy, kasaba, şehir kültürleri, dini vaziyet, etnik gruplaşmalar, siyasi genel söylem, aile ritüelleri, evlilik adetleri, cinsel hissiyatlar, resmi veya gayri-resmi tarih, vb.) aktüel bir bütün olarak hissedilmesi üzerine kurulu bir öznellik biçimidir.

Her an kımıldayıp değişmekte olan siyasi etkileri ve duyuları bir yana bırakarak, değişik ideolojik gruplaşmaların kendi düşüncelerini birer ilke haline soktuklarında, ne kadar eskiyen bir siyasi anlayış içinde kaldıkları, burada, görünür olmaya başlamaz mı? Belki de yeniye bakmak çok zordur? Ama bir düşünmeye, denemeye değer. Siyaset tartışmalarının hep böyle, ortalama bir şekilde "kahve konuşması" halinde kalması üzücü değil midir? İnsanların yaratıcılıkla ilerlemelerinin önünü kesen savunma mekanizmalarının düşünceye çağırılması yaratıyı, estetik ve etik büyümeyi engelleyen bir tarzı zorla dayatmakta değil midir? Kimsenin kimseye hesap sormak veya vermek zorunda olmadığı bir oluş düşüncesine doğru birleşmek yerine eski hesapları açmak ve hesaplaşmaya girmek ne kadar yorucudur ! Geçen zaman, tabii ki, izler ve yaralar bırakmaktadır. Ama 20.yüzyıl düşüncesi içinde gelişen, oluş üzerine kurulu bir zaman ve olay siyaseti bizi buralarda zaman kaybetmekten, belki de kurtarabilecektir. Bu en azından entelektüel bir kurtulma olabilir.

Siyasetin ilgisi olan toplumsal alanı rahatlatmak, imkanlarını büyütmek, serbestleştirerek özgürleştirmek için her an, ortak bir şekilde, doğal, entelektüel ve fiziki olan havayı (bilimsel, siyasi, sosyal olarak etik ve estetik havayı) birlikte büyütmeye doğru koşullandırmak ve bunu ortak bir şekilde içimize çekmek kuşkusuz algılarımızı da bir balon misali büyütecektir. Algı güçlerimizin açılmaya yönlenmesi bizi; "dünyayı küçük algılarımızla" hisseden ve kavrayan, kapısı ve penceresi olmayan kapalı birer monad olmaktan çıkarmaya başlayabilecektir, belki de. Algılarımızın genişlemesine yol açacak olan siyasi bir oluş düşüncesine girmek ilginç bir tecrübe olacaktır. Denemeye değebilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır