14 Temmuz 2019

Rizikolarla Yaşam

Cinnet toplumu haline gelen bir toplumsal yaşamda sosyal ilişkiler yara almaktadır. Kuralsızlığın tuhaflığı ile her an karşı karşıya gelinmekteyse anomik durum sıradanlaşmaya başlar

1980’li yılların ikinci yarısında, Alman sosyolog Ulrich  Beck (1944-2015) içinde yaşadığımız toplumun artık bir risk toplumu olduğunu ileri sürmüştü. Risklere doğru ilerlemekte olan sosyal ilişkileri ve modernleşme sürecindeki birey ve devlet arasındaki kurumsal ilişkileri riziko üzerinden okumaya başlamıştı. Bilhassa 1986 yılında Çernobil felaketinden sonra dünyanın risk içinde yaşamaya başladığının altı çizilmekteydi. Beck, zenginliğin sosyal üretiminin, riskin sosyal üretimiyle ortak-ilişki içinde yaşamakta olduğunu yazıyordu. Her zaman savunulduğunun tersine, risklerin doğal afetlerle olmaktan çok toplumsal üretim ilişkilerinden de kaynaklanmakta olduğunu belirtiyordu. Risk toplumunun içinde barındırdığı duygular, bu bakımdan, korku ve şok üzerine kuruluydu. Korku toplumu riskin farkında olmakla  birleşmekteydi.

Toplum içinde bireyleşmenin artmasıyla birlikte risk de yükselmekteydi; çünkü herkesin kendi çıkarlarına bağlı olarak davranmaya başlaması demek diğerlerinden bağımsız bir şekilde kendi çıkarlarıyla diğerlerin çıkarlarını ayırması demekti.  Burada, artık dayanışmanın sonuna gelinmiştir. Kurumlara karşı vurdumduymaz davranışların sonucunda, bireyleşme ve risk yan yana yol almaktadır. Kurumların üzerinden geçme ve liberal serbestliğin getirdiği bireyci çıkışlar aynı zamanda dayanışma ahlakını da riske atmaktadır. Ve tam da bu anlamda 1980’li yılların ikinci yarısında Türkiye “anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” (Hikmet Çetin’in, 1987’de Turgut Özal’a söylediği söz) mantığına yerleşmeye başladı: Duruma ve hukuka uymayanı uydurmaya çalışmak.

1980’li yılların sonunda, neo-liberalizmin yol açtığı bireyci topluma girildi. Hayatlar bireyciliğe doğru yönlendirilerek yaşanmaya başlandı. Sanayi toplumlarının modernleşme biçimlerinin tersine risk toplumlarında, bilim ortak çıkarlara değil, özel şirketlere hizmet vermeye başladığından itibaren toplumsal garantinin riski artmaya başladı: İşsizlik ve preker yaşamlarla birlikte borçlanmaya başlayan insan risk toplumu insanı oldu. İş bulma imkanlarının azalması, toplumsal üretim modellerinin değişime uğraması, bu değişimle birlikte, “yaralanmaya” yüz tutmuş duygusallıkları ortaya koymaya başladı. Toplum; zayıflayan duygularla çalışan garantili işleri yapanlar ile duygular erozyonuna uğramış garantisizlerle ikiye bölündü.  Preker yaşama ait olarak hayat sürdürenler ile devamlı iş bulanlar arasında ikilik baş gösterdi. Bu yeni toplumsal ve ekonomik biçimde, modern toplumların ikili sınıf mücadelesi (burjuvazi ve işçi sınıfı) üzerine kurulu sanayi toplumunun sonuna gelinmeye başlandı. İşsizlik sorunları ve iklim değişikliği,  oluşmakta olan  modernliğin içinden geçerek, yeni bir döneme girmekte olan toplumlarda en kuvvetli riziko olgularını belirlemeye başladı. Garantililer olarak adlandırılan, insanların hayatını garantiye alarak, kaliteli bir yaşam yaşama imkanlarını sunmaktayken, diğeri, garantisizler hayatlarının yaşanmaz hale gelmeye başladığını gördüler (günümüzde aşırı sağcı veya solcu ve popülist politikaların veya mülteci ayaklanmalarının baş göstermesi) .

Son günlerde, Türkiye’de, televizyonlara bakıldığında, hangi kanalı açarsak açalım, sıklıkla bir risk haberinin verilmekte olduğunu izliyoruz. Hatta, diyebiliriz ki, 1980’lerde yaşanan risk toplumundan 2000’li yıllarda “cinnet geçiren toplumlara” doğru yol almaktayız.  Yönetilmekten uzak bir kalabalık haline gelmeye başlayan sosyal alan görüntüsü toplumlarımızı belirlemekte. Orman (her zaman tam da doğal nedenlerden ortaya çıkmayan) yangınları ve beraberinde gelen riskler yaz aylarının malum haberlerinden olmaya başladı. Ve,  dünyanın çeşitli yerlerinde, felaketler halinde meydana gelen bu tip kazaları izlemekteyiz. Bir başka felaket olgusu ise fırtınaların belirgin bir şekilde ortaya çıkması: Tornado, Türkiye’de pek görülen bir şey değilken, iklim değişikliği ile birlikte fırtınalarda ölenlerin sayısının artmaya başlamasıdır. Tarlalara düşen yıldırımlar, insanların canlarını kaybetmesine neden olmakta. Geçenlerde bir haberde, bir baba ve küçücük kızı birlikte, yağmurdan korumaya çalıştıkları kurutulmuş tütünlerinin üzerlerini kapatmak isterlerken, üzerlerine düşen yıldırım ile hayatlarını kaybettiler !

Başka bir kanalda, İstanbul’un “sosyal felaket” haberi haline gelen taksi sorunları gösterilmekte. Taksilerin şoför değiştirme sırasında, yani her gün, saat on üç ile on beş arasındaki taksi sıkıntısı oluştuğunda, kısa mesafeye müşteri istemeyen  şoförlerin sert çıkışları yolcularla aralarındaki sempatiyi azaltmakta ve antipatiye dönüştürmekte.   Bilhassa kadınlara karşı şoförlerin ters çıkışları toplumsal bir sorun haline gelmiş bulunuyor. Ağız kavgaları, hatta bazen ciddi boyutlara varan sert kavgalar, hatta sopalı kavgalara dönüşebilen hallerde, vatandaşların yaralanmalarına kadar giden veya mahkemelik olmalarına yol açan hadiseler haberlerimizde.

Başka bir olay ise, akla gelmez kazalardaki gibi, ama sık rastlanmakta olan bir durumda, kamyonlardan düşen bazı maddelerin kazalara yol açması: Bir kamyondan fırlayan kamyon tekerleğinin buradan düşüp, yokuş aşağıya süratle ilerlemesi sırasında annesinin elinden tutan küçük bir çocuğun başına çarpmasıyla çocuğu komaya sokması. Ayrıca, “trafik canavarı” olarak nitelenen, sokaklara ve hatta caddelere ters taraftan giren arabaların, bilhassa kuryelerin ve yemek taşıyan motorların ters yönden beklenmedik bir şekilde belirmesiyle, bazı vatandaşlara çarpmaları felaket kazalarına dönüşmekte. Böylece, vatandaşların hayati tehlike atlatmaları veya sakatlanmaları gibi, hayat boyu izleri kalacak yaraları bedenlerinde taşımaları, yolların ve sokakların artık rahat bir şekilde yaşanır olmaktan uzaklaşmış olduğunu bize göstermekte. Trafiğin kitlenmesinden söz bile etmek, bugün, artık anlamsız.

Bir de buna, vatandaşlar arası veya devlet kurumlarıyla vatandaşlar arası mahkemelik olma hallerini eklenmeye başlayınca, Türkiye’de toplumsal alanda kargaşanın ve huzursuzluğun hakimiyetini izlemekteyiz. Huzurun bozulduğu bir alanda hem medya hem de sosyal medyanın etkileriyle, haberlerin hızlı bir şekilde doğru veya yanlış bir şekilde oradan buraya taşınmasıyla, her şeyden haberdar olan, ama aynı zamanda hangi haberin doğru ve hangisinin yanlış olduğunu takip edememek  zorunda kalan bir halk ile karşı karşıyayız. Birçok kişinin zorba hareketleriyle geçekleştirdikleri “şehir magandası” görünümleri uzun zamandan beri haberlere konu olmakta. Bu haberlerin sonucunda inanılmaz sayıda mahkemelere yansıyan olaya şahit olmaktayız. Bu vaziyet  bize “risk toplumundan” “cinnet toplumuna” doğru gidilmekte olunduğunu düşündürtmekte.

Kadın erkek ilişkilerinde yaşanan barbarca tutumların ve vahşet boyutlarına taşınan çocuk istismarı hadiselerinin yaydığı huzursuzluk topluma hakim olmaya başlamakta. Bağıranlar, taş atanlar, kaçak yapıların sahiplerinin jandarma ile giriştiği kavgalar ve saldırgan hareketler  “toplum psikesinin” inanılmaz sert boyutlara ulaştığını göstermekte. Nerdeyse elli yıl evvel Deleuze ve Guattari’nin  1972’de yazdıkları gibi; bireyin çılgınlığı, hastalıklı ruh halleri veya şizofreninin toplumsal ile ilişkisi söz konusu olmaya başlamıştır.  Bu iki düşünür, insanların psiko-şizoit  vaziyete girmelerindeki sebepleri, her zaman, sosyal ve siyasi olaylara bağlı bir şekilde açıklamışlardı. Bir taksi şoförünün çılgınlığı ile onun siyasi görüşleri (milliyetçiliği veya ırkçılığı) arasında bir paralellik kurmaktaydılar. Benzer bir şekilde bugün, bazı erkeklerin kadınlara karşı çılgınca davranışlarının kadına bakışlarıyla ilgili olduğu ileri sürülmektedir. Bu durum insanların ruh hali ile siyasi görüşleri arasındaki ilişkileri göstermektedir. Erkek egemen bir bakışla davrananlar ile kadına eşit bir vatandaş olarak bakanlar arasındaki davranış farkı belirgindir. Kadına başka bir varlık olarak bakanların trafiğin zorluklarıyla ve sinirlerinin yıpranmasıyla  gelişen davranışları bazen cinnet hallerine  dönüşebilmektedir.  Delilik nöbetleri gösterecek hareketlere kadar uzanmaktadır. Aynı şeklide kıyafetler ve konuşma tarzları arasındaki sınıfsal veya kültürel farklar kendilerini olumsuz bir şekilde göstermektedir.

Bugün; eskiden gazetelerde toplumsal haberler olarak verilen ikinci veya üçüncü sayfa haberleri artık siyasi haberlerin önüne çıkmaya başlamışsa, toplumsal alanda yeni sorunlar ortaya çıkmakta demektir. En küçük nezaketsizliğin büyük vahşet boyutlarına yol açması toplumsal sağlığın risk altında olduğunu göstermektedir. Sosyal ilişkileri cinnete doğru sürüklemektedir.

Psikiyatri, uzun zamandan beri, toplumlardaki “delilik” belirtileri” üzerine çok kalem oynatmıştı. Delilik, paranoya veya şizofreni eski zamanlardan beri bilgelik kitaplarının hedef-öğretisi haline gelmişti. Bilgelik ve huzur üzerine kurulu felsefi anlayışlar ve deyimler insanı, aklının dışına çıkmaması için nelere dikkat etmesi gerektiği hakkında öğütler sunmuşlardı. Normal davranış biçimleri veya nazik ve medeni ilişkiler ile vahşi ilişkilerin toplumsal alanda bir tezat oluşturmaya başlaması görünen bir durumdur; ama bu sert ilişkilerin toplumsal alanda inanılmaz boyutlara ulaşmaya başlaması  ortada büyük bir sorun olduğunu göstermektedir. Yurttaşlık bilgisi artık sanki ardımızda kalmış, unutulmuştur.

Cinnet toplumu haline gelen bir toplumsal yaşamda sosyal ilişkiler yara almaktadır. Kuralsızlığın tuhaflığı ile her an karşı karşıya gelinmekteyse anomik durum sıradanlaşmaya başlar. Bu sağlıksız durum her türlü kodun kırılmasından kaynaklanmaktadır. Tamamen serbestleşmiş, kuralsız bir toplumsal alan insanlar-arası ilişkilerdeki riskleri  göstermeye başlar. İlişkilerde; medeni hallerin kodlarından ayrılan vahşi ilişkiler, kuralsızlıklar, kurumların sıfıra indirilmesini beraberinde getiriyorsa ve bu ilişkiler topluma hakim olmaya başlamış ise, bu demektir ki, herkes yasakaşma, toplumsal kodları ihlal etme durumunda bir yaşama tutunmaya başlamıştır. Böyle bir vaziyette ne toplumsal sözleşme ne de konsensüs kalır. Cinnete doğru giden insanların davranışları toplumu rahatsız ve huzursuz etmekte!

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır