23 Mayıs 2022

Montaigne’den dersler almak

Montaigne’in cümlelerine bakarsak “adalet ile ilişikli olarak yasalara olan güvenin” vurdum duymazlıktan başka bir yere gidemediğini okuyabiliriz. Halbuki bizi koruyacak olan “ortak bir adalet duygusu” değil midir?

16. yüzyılın içinde yaşayan klasik bir yazar, filozof Michel de Montaigne’in Denemeler ’ine dönüp bakıldığında bize o yüzyılın hâlâ söylemekte olduğu laflar olduğunu görmek insanı ürkütmez mi? Her ne kadar Rönesans Batı Avrupa dünyasının parlak, insani ve aydınlık yılları olarak tarihe geçmiş olsa da ve bu çağda yaşayan birisinin düşünceleri bilgece ve insanı düşünen hümanizma içinde yer almış olsa da, aradan bu kadar yüzyılın geçmiş olmasına rağmen hâlâ insanlığın vaziyeti ve adalet duygusu hakkında insanlığın bu kadar geri bir yerde durmasına şaşmamak elde değil sanırım. Nedir bu kadar adalet duygusundan yoksun bir dünyada yaşamak? Neden böyle oldu?

Neden insanın sağlığını koruyan, yaşamını uzatan tıbbın buluşları sayesinde onca bilimsel devrim olduğu halde, salgınlara çare bulan aşıların sayesinde bir sürü hastalığın üstesinden gelebilen insanlık aya gitmeyi de başarmış olsa, adalet kavramını bir türlü gerçek yaşama oturtamıyor?

İlerlemenin insanlığı iyiye ve mutluluğa doğru taşımasını tüketmek üzerine kuran ve ekonomik refah devletinin büyümesini mutlulukla bir sayan bir anlayışın geldiği nokta nasıl olur da hak ve haksızlık konusunda bu kadar patinaj yapmaya devam eder? İnsanın konuşan bir hayvan olduğunu düşünürsek, düşünen hayvan dili sayesinde eğer konuşabiliyorsa konuşmak ve düşünmek arasındaki bu uçurum nerden kaynaklanmaktadır?

Düşünmeden konuşan bir demokrasi olabilir mi? Sosyologların konuşma ve iletişim sayesinde insanlar arasında barışın ve anlaşmanın sayesinde demokratik toplumlarda yaşayacağımıza olan inanç 21. yüzyıla geldiğimizde nasıl da oldu da karaya oturdu. “Lafla peynir gemisi yürümese” de faillerin eylemleriyle lafları arasındaki uçurum bir felakete doğru sürdürmekte dünyayı. Tam bir şeylerin yerine oturabileceğine inanılırken yeni bir haksızlık ve hukuksuzluk ortaya konulduğunda bir adım ileri giderken iki adım geriye sallanıldığını izlemekteyiz. Husumet, düşmanlık ve siyasi kötülük dünyayı sarmış değil mi? Savaşlar, soykırımları, etnik temizlik, etnik dışlama veya ırkçılık neden bu kadar kuvvetli bir şekilde yüz yıl sonra tekrar hortlatılmakta?

Benzer şekilde 16. yüzyılda, Montaigne içinde yaşadığı dönemde olanlara baktığında çağdaşı olduğu dönemin düzensizliğini görmekteydi. Makyavelli’nin gördüğü şeye bakmaktaydı. Düzensizliğin temelinde yolsuzluğu ve liyakatsizliği fark etmekteydi. Laflar ile eylemler arasındaki mesafeyi (discoto) hatırlatmaktaydı.  “Gökyüzünün kamuoyu ile yeraltının ahlakı arasında kalan güçler insanı aşarak, ondan uzaklaşmaya çalışmaktadırlar”.  Hümanizma döneminde, aslında insan ıskalanmaktaydı: “İnsanlar bu nedenden dolayı birer melek haline geleceklerine birer hayvana dönüşmektedirler. Yükseleceklerine aşağı çekilmekteler”.

Montaigne döneminin bu vaziyetine, bu krizine çare aramaktaydı felsefi olarak. Yazmaya duruma ait  trajik olanı açıklayarak başlamıştı. “İntikam duygusunun” çirkinliğini vurgulamaktaydı. Tiranların  intikam duygusuyla kılıçtan geçirdikleri şehirlerin sefaletini anlatmaktaydı. Mağluplara karşı adalet sever ve merhametli olarak anılan Büyük İskender’in savaşlarının vahşetini anımsatmakta: “İnsanlık üzerinde duran bu duygunun adalet duygusuyla olduğu kadar söz ve eylem ile var olan mesafesinin” üzerine düşünmektedir. “İnsanın bu durumlarda hayatını nasıl kurtarabileceğini” sorgulamaktadır. Böylece insanlık duygusunun kaygan bir zeminde var olduğunu, neden ve sonuçlar arasında insanın belirsizlik içinde kaldığını ileri sürmektedir. Hegel’in “köle ve efendi diyalektiğinin” örneğini adını vermeden koymuştur.

Montaigne “etik yasalar” ile “siyasi yasalar” arasında bir ayrım yaparak bu iki tip yasanın nasıl işlemekte olduğunun altını çizmektedir. Etik yasalar her bir insanın kendisine ait olan ahlaki tutumunu göstermekteyken, adaletin bu ikisi arasındaki kanunlarda sıkıştığını söylemek istemektedir. Evrensel olması gereken ahlak yasalarının temeli (Kant) ile içimizdeki yasalar arasındaki ayrım burada iki tür yasa fikrini ortaya koymaktadır.

Doğal olarak neyin adil bir karar neyin adil olmayan bir karar olduğunu görmek önemli bir farka dayanmaktadır. Yasaların arkasında yatan mistik bir ruhun olduğunu ileri sürdüğünde, biz belki de Montesquieu’nün “Yasaların Ruhunu” anlamaya başlayabiliriz. “Kuvvetler ayrımı” bu fikre yaslanmakta değil midir? Yasların mistik bir otoriteye dayandığını yazdığında ise, mistik olan görünmeyen el, hatta Melih Cevdet Anday’ın romanın adı “Gizli emir” karşımıza çıkmaz mı? Yasaların ardında duran akışkan kararlar o halde bir yasanın arkasındaki gizde mi saklıdır?

O halde geldiğimiz noktada, hakikat ile faydacılık arasındaki yarık kendisine zemin yaratmaya başlar. Montaigne bu yarığın tam da “yasanın masalsı yalanı” olduğunu yazar; çünkü ona göre, hakikat ile faydacılık arasında tam bir “hiçlik” mevcuttur. İşte bu hiçliktir yasanın arkasında duran “gizemli yalan”. Yasanın gizi, tam da yasadan başka bir şey olmadığı gerçeğinde yatmaktadır. Adaletli olmak iddiasında olsa bile yasa insanlığın tüm zayıflığını göstermekten başka bir yere yaslanmamaktadır. İnsanlık zayıfladığı ve kilo kaybettiği dönemlerde adalet için, yasanın kendisinden başka bir gerçeği kalmayacaktır. Bu gerçek ise hakikat olmaktan uzaklaşmakta ve ardında “sisli bulutu içinde bir gizem” taşımaktan başka bir yere doğru gitmemektedir. Montaigne’in cümlelerine bakarsak “adalet ile ilişikli olarak yasalara olan güvenin” vurdum duymazlıktan başka bir yere gidemediğini okuyabiliriz.

Halbuki bizi koruyacak olan “ortak bir adalet duygusu” değil midir?  Onsuz ne yaparız, ama hepimiz? 

      

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta