11 Aralık 2019

Fransa’da emeklilik reformu

Yatay bir şekilde dünyayı kesen ulus-aşırı sermayenin emek ve sermayeyi yersiz-yurtsuzlaştırdığı ekonomik politikaların sınırına geldiğimiz bir dönem içine girdik. Aklımızın erdiği tüm veriler silinemeye başladı. İnanılan şeyler de uçup gitmekte: Yaşam biçimlerini zorlayan, son elli yıldır krizi uzun döneme yayan bir buhran

Fransa’da, sendikalar tarafından süresiz olarak ilan edilen "genel grev", Cumhurbaşkanı Macron’a karşı uzun süredir devam eden hoşnutsuzluğu tekrar gündeme getirmekte. 1995’den beri yapılmaya çalışılan ve bir türlü gerçekleştirilemeyen "emeklilik yasası reformu" olarak adlandırılan reform projesi, bilhassa orta sınıf gelir düzeyine büyük bir darbe vurmakta. 1950’li yıllarda Rothschild Bankası’nda görev alan, sonra De Gaulle zamanında hükümette Başbakanlık görevini üstelenen ve 1960’li yılların sonunda Cumhurbaşkanı görevini üzerine alan (1969-1974) Georges Pompidou’nun bu görevi sırasında neo-liberal ekonomiyle ilk olarak tanışan Fransız halkı, bu dönemde kentsel dönüşüm projeleriyle, Paris’i ve Fransa’yı modernleştirme işleminde, ilk neo-liberal dönüşüm sinyallerini almaya başlamıştı. Bu dönem, Fransız sermayesi, zamanına göre "fazla milliyetçi ve içe kapanık " olarak kabul edilen De Gaulle’ün yerine Pompidou’nun gelmesini tercih etti ve sonuçtan bundan memnun oldu.

1973 "petrol krizi" olarak adlandırılan, aslında, başka bir yandan bakıldığında, hakim sınıfların kendi iç mücadelesinin içinden geçmesiydi. Fransa’nın "refah devleti" politik ekonomisiyle biten ilişkinin habercisi olan petrol krizi, Fransa’ya yeni bir hegemonyanın ortaya çıkmakta olduğunu gösterdi. Hakim sınıflarlar arası bir mücadelede sermaye grupları içinden ulus-aşırı sermayenin milli sermaye karşısındaki mücadelesinde egemen olmaya başlamasıyla, hakim sermaye fraksiyonunun ulus-aşırı sermaye olduğu belirlenmiş oldu. Diğer yandan Marksist analizler içindeki tartışmalarda, Marx’ın ekonometri yazılarına bakıldığında, ekonomik olanın "son kertede" belirleyici olduğu tezine karşı, 1960’lı yıllarda Althusser’in ileri sürdüğü siyasi belirlenimci tez böylece örneklenmişti: Üst-belirlenme ekonomik olan belirleyicilik karışına siyaseti çağırmaktaydı.

Marx’ın "Fransa’da İç Savaş" adlı metninde gösterildiği gibi, Fransız devriminden beri yapılan ayaklanmalarda baş aktör rolünü oynayan proletaryaydı. Marx’ın yorumuna göre, "proletarya bunu kanıyla ödemişti". İşçi ve sermayedar arasındaki sınıf karşıtlıklarını aşan proletarya homojenleşmekteydi Fransa’da, 19.yüzyılın ikinci yarısında, Marx’ın "Avrupa burjuvazisi tarafından iktidara getirildiğini" iddia ettiği ve "tarihte ikinci olanın bir fars" olduğunu kendi kişiliğinde taşıyan III. Bonaparte iktidardaydı. Napolyon Bonaparte’ın yeğeni Charles Louis-Bonaparte, Fransa’da, İkinci İmparatorluk döneminde, hakim sınıflar arasındaki çelişkileri bahane ederek ve burjuvaziyi siyasi iktidardan eleyerek tek hakim hale geldi. Dönemi için "karton demokrasisi" terimi ortaya atıldı. Fransa milliyetçilik ile ekonomik büyümeyi iç içe soktu.

19. yüzyıl başında, Fransa’da Birinci Cumhuriyet sırasında, kaybedilen toprakları geri alma projesi gündeme geldi. 1870’de ise ayaklanmalar Fransa’da Cumhuriyeti tekrar geri getirdi. Paris Komünü sırasında proletarya yine öncü rolü oynamaya devam etti. 1866 Avusturya-Prusya savaşı Avrupa’nın gelecek büyük savaşlarını hazırlamaktaydı. Sınırda bekleyen Prusya ordusuna karşı Komün neredeyse iki ay boyunca "yabancı orduya" geçiş imkanı tanımadı. Ayrıca, Komün "Evrensel Cumhuriyet" adı altında Fransız ve yabancıları birlikte temsil ettiğini ilan etti. Ve yabancı seçilmişler Komün'de idari bir rol aldılar. Hemen ardından, gerçekte ancak 1901 yılında kanun haline gelecek olan "din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılması" ilan edildi. Komün idaresi "iman ve tapınma bütçesini" kaldırdı. Kilise mallarını kamulaştırdı. Ve, her türlü faklı dini inançtan gelen sembollerin okullarda taşınmasına karşı çıktı. Fransız burjuvazisi ne kadar milliyetçi ise Komün de o kadar uluslararası bir tavır takındı. Fransız şovenizmini temsil eden ve 1809’da I. Napolyon tarafından diktirilen "Vendome Sütunu" ters yüz edildi. Bugün Fransız aşırı sağının milliyetçi ve şoven törenleri bu sütunun etrafında yapılmaya devam etmektedir. Prusyalılara esir düşmüş Fransız askerilerini düşman ordudan geri isteyerek, Versailles’daki Üçüncü Cumhuriyet’in ilk başkanı Thiers, bu askerlerin geri gelmesiyle Komün’e karşı saldırıyı başlattı. Ve sonunda Ménilmontant ve Belleville tepelerinde Komün yenik düştü.

Bu kısa özet, 19.yüzyıl toplumsal hareketinin proletarya üzerine kurulu olduğunu anlatmak içindi; bugün, 21. yüzyıl başında "emeklilik reformu" bir devrimci proletarya hareketi değildir; çünkü ardından refah toplumu geçmiş; beyaz yakalılar terimi yerleşmiş; orta sınıflaşmış bir işçi sınıfı yaşam biçimi geçmiş; Fransa’nın sömürgeciliği sayesinde Fransız orta sınıf tüketim normları yükseltmiş, alım gücünü çoğaltmış, işçi sınıfının da yaşam biçimi ve arzusu "burjuva yaşam modeli" olmaya başlamıştı.

Sosyolog N. Poulantzas’ın "sınıf fraksiyonu" olarak adlandırdığı orta sınıfın, ideolojik açıdan bakıldığında, işçi sınıfıyla olan çelişkilerini gösterdiği gibi, aynı zamanda üçüncü sektör yani hizmet sektöründe çalışanların fabrika işçisine nazaran farklı bir hayat umduğunu da görmüştü. Godard’ın filmlerinde de görebileceğimiz gibi, orta sınıf olarak adlandırılan marjinal hayatlar, işsizlik koşullarında mağazalarda az bir maaşla borçlanarak yaşamlarını idame ettirmeye çalışmakta veya olmadıysa yasa dışı para kazanma yollarını denemekteydi. "Vivre Sa Vie" adlı filmin baş aktrisi Anna Karina bütün bu rollerden geçmektedir: Sadece sevgisiyle ilişkisini kesen bir genç kız değil, aynı zamanda arzuladığı iyi yaşamı hakkettiğini düşünen, ama bunun için de fahişeliği pratik etmeye başlayan bir dram ortaya çıkar. Orta sınıflaşma zaten 1962 yılındaki bu filmde kendi çelişkilerini göstermeye başlamıştır. 

1970’li yıllarda başlayan ve 1980’li yıllara gelindiğinde krizin farkında olan sağ ve sol hükümetlerin sırasıyla enflasyonu düşürme veya işsizliğe çare arama olarak ikili bir şekilde işleyen çare bulma çabaları, gerçekte krizin yapısal bir kriz olduğunu ortaya koydu. Bu bilgiden itibaren sol veya sağ partiler Fransa’da, birlikte yeni bir geçiş ekonomi politikasını canlandırmaya çalıştılar. Sermayenin yersiz-yurtsuzlaştığı ve Asya dünyasına kaymaya başladığı bir zaman birimi içinde yatırımların eksikliği yapısal krize çare bulamamış gözükmekteydi. Avrupa Birliği reformlarının siyasi olarak çok büyük bir atılım yapmasına rağmen ekonomik olarak krize karşı geliştirilebilecek bir imkan bulamadı. Sermaye hareketlerini takip eden ve tarihi olarak Kapitalizmi inceleyen Fernand Braudel’in araştırmasında, 1979 yılında yazdığı gibi, "artık Atlantik kapitalizmin merkezi olmaktan çıkmış ve Pasifik dünyasına" doğru bir seyir izlemeye başlamıştır. Görülebileceği gibi "uzun dönem" tarihçisi Braudel’e göre artık "ne Londra ne de New York Kapitalin merkezidir". O günden bugüne geldiğimizde Avrupa orta sınıfı, yaşam şartlarındaki gerilemeye göre bir takım marjinal önlemler aldı. Şehir dışına taşındılar, hatta Kuzey Afrika’ya veya başka güney ülkelerine yerleşerek daha ucuza emekli maaşlarıyla yaşamayı denediler. Bu süre zarfında, buralarda, bir yandan yükselen siyasi İslam hareketi Kuzey Afrika’da yerleşen Fransızların yaşam biçimlerini tehdit etmeye başladı; diğer yandan gittikçe düşen alım gücü bu tip imkanların orta sınıf tarafından karşılanmasını engellemeye başladı.

Geçen sene "Sarı Yelekliler" krizi olarak adlandırılan ve bir anlamda arkasında siyasi olarak Fransız aşırı sağının desteğini alan hareket, bu sefer "emeklilik reformu" adı altında orta sınıf Fransızlara yaşam imkanlarının asgarinin altına çekmeye başlayan bir hükümet kararına toslamaktadır. Burada, siyasi çekişmenin veya mücadelenin ötesine geçmekte olan sosyal bir kriz yaşanmaya başlanmıştır. Sadece ekonomik bir alım gücü değil, ayrıca yaşam biçimlerinin değişmesini de beraberinde getirecek bir sosyal kriz ile iç içe yaşanmakta olan bir durum söz konusu. Yaşam biçimini zorlayacak olan reform hareketi, arzu üzerinden okunduğunda, önüne geçilemeyecek bir sosyal krizi tetiklemektedir. İnsanın tutumlu yaşaması başka bir şeydir; "hayat standartlarından" feragat etmesi de başka bir şeydir; ama, ekonomik anlamda tüketim normlarının arzuları kabarttığı yeni teknolojilerle, yeni tüketim maddeleriyle süslenmiş bir reklam dünyasının itici gücü arzuları da bu kanala doğru sürüklemektedir. Macron ve hükümetinin belki de hesaplayamadığı şey şudur: Hazır hükmet Meclis’te güçlüyken, Fransa’da, 1995’den beri sağ ve sol hükümetlerin yapmaya çalıştığı, ama ciddi sosyal bir direnişle karşılaştığında (genel grev ve hayatın paralize olması) geri adım atmak zorunda kaldıkları reform paketini, bugün Meclis’teki mevcut güçle aşmayı denemenin bedelinin ağır olabileceğidir.

Neo-liberal ekonomi dünyada bu yeni durumu ortaya koyduğunda, özgürlüklerin arttırılacağı tezini öne sürmüştü. Tıpkı Fukuyama’nın "tarihin sonuna geldiğimizi" ilan etmesi gibi bir fiyasko ile karşı karşıya bulunmaktayız. Yatay bir şekilde dünyayı kesen ulus-aşırı sermayenin emek ve sermayeyi yersiz-yurtsuzlaştırdığı ekonomik politikaların sınırına geldiğimiz bir dönem içine girdik. Aklımızın erdiği tüm veriler silinemeye başladı. İnanılan şeyler de uçup gitmekte: Yaşam biçimlerini zorlayan, son elli yıldır krizi uzun döneme yayan bir buhran.

İşaretleri daha 1960’lı yılların ikinci yarısında gözükmeye başlamıştı. Yukarıda tek örnek olarak verdiğim Godard’ın filmi yüzlerce örnek arasından birisi. "68 hareketi" belki de tam istihdamlı Refah-devleti içinde gerçekleşmişti; ama krizin başlangıcını görmekteydi. 68’in en çok okunan yazarlarından biri olan Marcuse’nin "gerçek ilkesi" ve "haz ilkesi" olarak adlandırdığı ikili ayırım, belki bu anlamda, Deleuze ve Guattari’nin "arzulanan makinalar" kavramıyla yakınlaştırılabilir. Yani; arzu her yerde, akışkan ve dönüşümlüdür. Arzulayan bir özne değil, ama kapitalizmin yarattığı "arzulanan özneler" vardır. Bu grup-özneler hem arzulamaktadır hem de arzulanmaktadır ve bilhassa tüketim toplumu aktörleri olarak arzulanmaktadırlar. Her biri yeni bir şizofren olan insanlar bu ikili yarılma içinde yaşamaktadırlar. Gerçek yaşamın verdiği kesinlik ile hazın tetiklediği fantasmalarla işleyen çelişki, üzerinden kolay kolay geçilemeyecek olan bir çelişki biçimidir. Çelişkiden belki kimse ölmemiştir; ama yine de sosyal alanda kuvvetli bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Arzuların önüne geçerek hayatın koşullarına karşı çıkmak ruhen çok zor gözükmektedir. Toplumsal vaziyetteki güç ilişkilerinde, orta sınıfın bu hâli içinden çıkılamaz bir döneme girmiştir. Sınıra dayandığı ve kabul etmek istemediği bir duruma girmiştir. Kabul edilemeyen bu durum serttir. Yumuşak çizgiler, toplumsalda katı çizgilere dönüşmeye başlar. Yeni siyasi dönüşümlere gebe bir durum arz etmeye başlar: Neyin geleceği fikri, hayat tarzını korunma güdüsüne doğru dönüştürür ve siyasi analizlerin yerini hayatta kalma güdüsü almaya başlar. Hayat için mücadele haline dönüşen yaşam pratikleri sertleştiğinde öngörü ortadan kalkarak sadece deney yaşanmaya başlanır.  

Çok hızlı bir şekilde özetlediğim durum bu: Bu yazı bağlamında söylemek istediğimi destekleyecek teorik bakışların örneklerini göz ardı edemeyiz gibi durmakta. Vahşi deney, eğer öngörünün ve aklı selimin yerini almaya başlarsa, hükümet grevcilerin sesini duymazsa, emeklilerin hayatlarının sonunun nasıl yaşanmaz olabileceğini veya gençlerin geleceğinin ne hale geleceğini işitmezse, onların geleceğinin ne olacağını hayal etmezse, o zaman, sosyal kriz, toplumsalın sonu (Baudrillard) boyut değiştirmeye başlayarak simülakrumları gerçek siyasi kriz hale sokar: Her ne kadar bu gerçek hiper-gerçek olsa bile... Ortak nokta: "Adalet ve ahlak yasalarının hüküm sürmesi" olacaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır