29 Haziran 2019

Entelektüel zaman ile toplumsalın zamanı arasındaki mesafe

Homojen olmaktan çok uzak, ama buna rağmen tekleşen bir zaman anlayışı üzerine kurulu toplumsallığın çelişkisinde, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında ortaya çıkıp, başta duran ikilikten uzaklaşmaktan başka bir şey yapmamaktayız

Türkiye’de siyaset ve sosyolojik durum arasındaki mesafe, toplumsaldaki entelektüel fikir alanının gelişimiyle alakalı olarak düşünülebilir. Bu mesafe toplumsal ile entelektüel bir “mesafe alanı” olarak durmaktadır, ama aynı zamanda da toplumsal vaziyetin durumuyla de belirlenmektedir. Bu iki farklı alan arasındaki  mesafeyi açıklamak ve  açmak için şöyle söylenebilir: “Entelektüeller, ilk dönem olarak düşünebilecek bir zaman biriminde, Cumhuriyetin kuruluşundan 1960’ların sonuna nasıl bir yaşam biçimi düşüncesini tahayyül etmekteydiler?” ve “yaşanmakta olan toplumsal şartlar ne göstermekteydi ?”. Bu iki soru  toplumsal alan ile düşünce alanı arasındaki mesafeyi oluşturmuş olduğu gibi, aynı zamanda ileriye giden ve geride duran bir zamansal ile de bağ kurmaktadır. Bu bağ, içinde yaşanan zaman ile yaşanması arzulanan zaman arasındaki mesafeyi de sanki belirlemektedir.

Bu mesafe, Cumhuriyet ile başlayan ama bir sıçrama olarak ileriye doğru kendisini fırlatan modern düşünsel zihniyet ile toplumsal alan arasındaki ayrımda kendisini  gösterir gibidir. Cumhuriyet kurulduğunda; kurucu elit olarak bakılan kesim, yazılarıyla, edebiyatı ve dergileri ile düşünsel alanın içinde kendi arzularını ve gerçek durumun dönüşüm arzusunu göstermeye çalışmışlardı (Kadro dergisi, Ar dergisi vb.).  Ve, dönemin ruhuna dahil olarak SSCB ve İtalya veya Almanya ve hatta Fransa entelektüel “devletçi düşüncesi” içinde gelişen ideolojilerden etkilenerek geleceği kurmaya kalkmışlardı.

Dönem, gelecekte modernliğin getireceği “yeni insanı” oluşturmak üzere şekillenmektedir. “Yeni insan” sosyalist bir hayal olmasının yanında edebiyatta, plastik sanatlarda, tiyatro ve ideolojik politikalarda ortaya konulmuştur. Aynı dönemin içinden geçen, 1924’te Breton’un Sürrealist Manifestonun da içinde sayılabileceği bir rüya/ hayal dünyasını bu dönem doğurmuştur. Bir rüya dünyası içinde, gelecek kurulmaya doğru sürüklenmektedir. Yeni bir mimari anlayış ve yeni zihinsel entelektüel yapılanmalar birbirini, ülkeden ülkeye, takip etmiştir. Türkiye’de, bir bakıma, entelektüellerin, her anı anında takip edemeseler de, en azından gazetelerdeki haberlerden bunu takip etmeye çalışmış oldukları gözükmektedir. İçinden ve özünden olmasa da , söylenenlerin tersine, bir anlamda sürrealist ve fütürist bir edebiyat ve şiire bağlı bir siyaset  düşüncesi oluşmaktadır. Bu, Türkiye’de belki, hala 1930 ve 1940’lı yılların içinde örneklerini göstermekte olsa bile, daha sonra sosyalist gerçekçilik hareketiyle bezenerek   başka bir değişime, bir biçime geçmiştir.

Burada ilginç gibi duran sürrealist (bu kelimeyi, hayal kurmak anlamında, rüya görme formunda anlayabiliriz) şiiri  ve hatta siyaseti izleyen bir edebiyatın ve resmin olmamasıdır; çünkü belki de bunu, arkadan izlemelerin getirdiği “zaman kaymaları”, birbiri içine giren zamansal edebiyat ve sanatsal akımları harmanlayarak gerçekleştirmiş olmasına bağlamak yanlış olmayacaktır. Bu bir sorudur. Ve araştırılması gerekeceğini düşünebiliriz. Ezber kalıpların içinden geçmeyi bırakarak ayrıntılı bir araştırma alanına girmek gerekebilecektir.

O halde, zamansal mesafe bir yandan entelektüel arzunun geleceğe bakışı ve toplumsal alanın adetleri ve örfleriyle ilgili bir yarılmanın söz konusu edilebileceği bir dönem başlamıştır. İleri gitmek isteyen zihniyet ile yaşanana ait muhafaza (Evet, neden olmasın? Geleceğe dönük bir saklama) iki ayrı zaman fikrine bağlı kalarak işlemiştir:  Saklamak ve değiştirmek. Saklayanların muhafaza ettiği  kültürel ve ahlaki değerler ile değişime açık olarak düşünülen zihinsel ve entelektüel değerler arasındaki zaman anlayışı ve mesafesi nüfusun artmasıyla birlikte, bu mesafenin dengeden dengesizliğe doğru bir adım atmış olduğu söylenebilecektir. 1962 yılında ölen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”. Bu, ikili zaman anlayışının üzerinden geçen bir hayatın entelektüel belirleyiciliği olarak durduğu, belki, söylenebilir.

Bu süre zarfında ikili bir hareket mevcut olmuş olabilir: Biri, kırdan şehre göç; diğeri ise şehir kültürünün şoku karşısında köy ve kır kültürünün entelektüel şehir yaşamına yabancılaşması.  Şokun ilk başta uyum ve hatta asimilasyon şeklinde gelişmesine  karşın sonra taşra farklılığının hakimiyeti daha ağırlık kazanmıştır. Büyüyen nüfusun karşılığı olarak muhafazakar entelektüeller, bu ayrım ve zaman farkı içindeki çelişki ihtiyacını karşılamak üzere, siyasi muhafazakar fikirlerin oluşumlarını ve siyasi partileri ortaya çıkarmışlardır. Bu ikili toplumsal bakışın her biri kendi zihinsel temellerini atmaya başlayarak iki ayrı kültürün içinde çelişkili olarak yaşamaya başlamıştır. Bu da, sadece muhafazakarlarda değil devrimci oluşumlarda da, aslında 1966 Çin Kültür Devrimiyle de birlikte, başka bir imkan arayışını ortaya çıkarmıştır belki de ? Ama burada zaman anlayışı mesafesi yavaş yavaş kapanmaya ve tekleşmeye doğru yönelmiştir. Mesafe kapandıkça tek siyasi rüya ama iki temel siyasi tercih ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu, köy ile kır kültürü (taşra) hakimiyeti üzerinden gelişen modern bir sanayi toplumu rüyasına dönüşmeye başlamıştır (barajlar, inşaat, yollar, köprüler, havaalanları vb.).

Türkiye’de 1968 hareketi içinde bu çelişki bariz hale gelmiştir. İstanbul kültür ve yaşam dünyası  ile  Ankara’da bilhassa üniversitelerdeki siyasi dünya içindeki kültürel çelişki kendisini başka bir zemine taşımış gibidir: Klasik gitardan  halkın sazına doğru bir yönelim. Yani, sürrealist entelektüel zihniyet ile Anadolu kültür zihniyeti yerlerini değiştirmeye başlamıştır. Bu değişim İstanbul ve diğer yandan bu yaşamın belirleyicisi olan yeni zihniyet, yeni kapitalist insan ile muhafaza edilen değerler arasındaki birleşme ve eklemlenmede kendisini bulmuş gibidir. 1970’lere girildiğinde, 1950’lerde başlayan  siyasi hareket kültürel çelişkiyi ve ikili zaman anlayışı arasında mevcut olan arzuyu pekiştirmiş gözükmektedir.

Bu dönem, ikili zaman fikri arasındaki çelişkinin devrimci bir zihniyetin hâkimiyetiyle aşılacağının düşünüldüğü dönemdir; ama aynı zamanda da iki ayrı kültürün, zihniyetin “halkçılık” önermesiyle  aşılabilme rüyasına teslim olunduğu zamandır (“halkçı Ecevit” sloganları). Burada görülebileceği gibi, söz konusu iki zaman anlayışı arasındaki entelektüel mesafe düşünülmektedir; siyasi ve askeri hareketler bu zihniyetin hakim karakterleri gibi dursa bile, sanırım aslında bunlar, yine de alttan alta mikro düzeyde gelişen iki ayrı düşünce biçiminin zaman anlayışları arasındaki mesafeye ait olarak işleyen zorbalıklardır: Siyasi ve askeri zorbalıklar.

İki zaman anlayışı arasındaki mücadele başından beri “Kemalizm” ile “köktendincilik” adları altında şekillenmeye başlamış demektir.  Siyaset bu ikili ve homojen saydığı bakışın arasına sıkışmış olarak şekillenir. Ama  zamanda, rüyanın şekli de değişmeye başlamış gibidir. Bu siyasi ikiliğe uluslararası bağlam da eklemlendiği vakit (Müslüman Kardeşlerin görünürlüğünün artması, Filistin meselesi ve sonra da İran devrimi) Türkiye’deki entelektüel bakış iki ayrı zaman nosyonundan tek zaman nosyonuna doğru evirilmiştir. Bugün bu tek zaman içine sıkışan düşünce ve uyarlamaları gelecek rüyasında artık hangi zaman anlayışının hakim olacağı belli olmayan bir mücadeleye dönüşmeye başlamıştır.

1970’lerde slogan haline gelen “halk” ve “halkçılık” kavramı ile 1950’lerde öne sürülen ve bugün tekrar gündeme gelen “millet” kavramı arasında şekillenen zaman anlayışı, kendisini tek zaman anlayışının çelişkilerindeki mücadeleye odaklamış olur. Mesafe ile kurulu iki zaman anlayışı arasındaki “boş alan” asgariye inmeye başlar. Cumhuriyetin kuruluş aşamalarındaki “sürrealist rüya” ile “muhafaza edilen bir kültürün rüyası” arasındaki zamansal ve dolayısıyla siyasi çelişki ve mesafe 1970’erden başlayarak daralmaya yüz tutar. Bu, 1980’lerde “arabesk” kültürünün içinden geçerek sanki birbirlerine yaklaşır; 1990’larda siyasi olarak  “birlikte yaşamak” söylemine oturmaya başlayan ve de “modern mahrem” kavramıyla kamusal alana açılan birliktelik sayesinde artık tek zaman fikrine indirgenerek, mesafesiz bir mücadele alanı ortaya çıkmaya başlar ve bu zaman anlayışının hegemonya mücadelesi siyasi ortamda egemenlik isteğine bağlı kalır.

Belki de; iki rüyanın içinden geçen ve hala bunu sürdüren modern bir rüya anlayışı ile muhafazakar rüya çelişkisinin tek zaman anlayışına çevrilmesiyle birlikte, birbirlerine zıt bile olsa kültürel farkların, yaşam biçimlerinin homojen bir kamusal alanda birleşebileceği düşüncesiyle oluşan “zaman anlayışı” diğeriyle var olan mesafeyi kapatmış gibi durmaktadır. Ancak burada, homojen olarak bakılan ve ikili çelişki gibi duran sosyolojik bir bakışın  krizi de burada gözükmeye başlar.

Bugün ise homojen olmaktan çok uzak, ama buna rağmen tekleşen bir zaman anlayışı üzerine kurulu toplumsallığın çelişkisinde, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında ortaya çıkıp, başta duran ikilikten uzaklaşmaktan başka bir şey yapmamaktayız. Çoklu ve çoğullaşmış heterojen alanlardaki bunca değişik yaşam biçimi ve zihinsel entelektüel dönüşümler, artık bir yandan birbirlerine geçmeye başlamış ve diğer yandan da dolayısıyla heterojen bir şekilde  mesafelerini ve zaman anlayışlarını bir o kadar çoğaltmış ve ayırmışlardır. Bugün mesafesiz tek zaman anlayışına sıkışan siyaset ile heterojen sosyalliklerin çelişkisini yaşamaktayız. Bu nedenden dolayı söz konusu bugünkü siyaset nerede kendisine yer bulabilecektir ? Belki de soru: Toplumsalın krizi klasik siyasetin krizini  de mi beraberinde getirmektedir ?

 

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır