25 Haziran 2020

Doğu ve Batı üzerine

Sanırım, Batı ve Doğu ayrımcılığından vazgeçmenin zor bile olsa, en azından sorgulamaya başlamanın zamanı artık geldi. Batı, Doğu’nun karşıtı değil, tersine aynı tarihin iki coğrafi yüzünden başka bir şey değil!

Doğu ve Batı ayrımı üzerine kurulu olan bir anlayışın üstesinden gelmenin zamanı çoktan geldi; ama hâlâ bu ayrımın içindeyiz. Bu yapay karşıtlığın, ne dil için ne de düşünce için ne de kültürel ilişkiler için doğru bir kullanımı olmadığını, sanırım, söyleyebiliriz. Doğu ve Batı yerine, belki de, Orta Çağ dünyasının kullandığı enlem ve boylam üzerine konuşmanın tekrar vakti gelmiş gibi durmakta; çünkü bu hem ifade bakımından yanlışlıklar taşımakta hem de zihin düzeyinde iki ayrı karşıtlık varmış gibi bir anlayışı ortaya çıkarmakta. Oysa, belki de, bu ayrıma baktığımız zaman, bunun zeminini Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasında aramak düşünülebilir (Yunanlıların Atinalılar ve Barbarlar ayrımına bu şekilde bakmak doğru gibi gelmiyor bana -dil farkı yüzünden.) Roma imparatorları arasından Dioklesyen ile Maksimiyen arasındaki coğrafi ayrım birinciyi Doğu'ya ikinciyi ise Batı'ya hakim kılmıştı. Bu, tarihçilerin cevap verebileceği bir soru olarak Bizans tarihçilerinin araştırma konusudur diye düşünmekteyim. Ama bize coğrafi ayırım üzerine bir işaret vermekte sanırım.

Bilhassa söz konusu edilen karşıtlığın üzerine kurulu olan anlayış, muhtemelen Batı’nın sömürgeciliği ve emperyalizmiyle modern dönemlerde ikili karşıtlık haline büründü. Bize en esaslı yansıması ise, kanımca, Şarkiyatçılığının başladığı 17. yüzyıldan itibaren önce Fransa’da ve sonra diğer Avrupa ülkelerinde yerleşmeye başlaması oldu. Hıristiyanların Süryani ve Arap metinlerinin çevirileriyle başlayan 13. Louis ve 14. Louis zamanında Kraliyet Koleji - bugünkü Collège de France- çalışmaları; masallarıyla ünlenen La Fontaine’in hayvanlara olan merakı için Pers ve Arap metinlerine bakması ve 1699’da drogmanlarla tercüme işleri ve Levantenlerin Osmanlı İmparatorluğu'na yerleşmeleri ve seyyahların yazıları (Volney, Sylvestere de Sacy vb.) bu sürece yol açmış olabilir. Ama, zaten bu merak daha Rönesans’ta başlamıştı bile. Başka bir oryantalizm ise Uzak Doğu ve Çin coğrafi dünyasına olan merakla başlamıştı. Cizvitler Çin’de büyük bir misyonerlik ve tercüme görevini başlatmışlardı. İslam’a duyulan merak ve metinlerin tercüme edilmesi de Aydınlanma Avrupa’sının bir çabasıydı. Bu dönemde Türk demek Müslüman Arap ise Bedevi anlamına gelmekteydi.

18. yüzyılda ise Oryantalizm Batı mucizesini anlamak için bir kıyaslama örneği olmaya yüz tutmuştu. Batı’nın istisnailiği bu kıyaslama sayesinde gösterilmekteydi. Montesquieu’nün iklim üzerine geliştirdiği "adetler-arası kıyaslamalarıyla" bize Doğu üzerinden iklim farklarıyla toplum farklarını (Doğu’da yatırım eksiklikleri ve ilgisizlik) ve Doğu’nun Batı karşısındaki gerilemesini açıklamaya başlamıştı. Sonunda Osmanlı devletinin gerilemesiyle sömürgecilik hayalleri baş göstermişti.

Söz konusu olan bu dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun hâlâ kuvvetli olduğu 1699 sonrasına (Karlofça Antlaşması) ve hatta 1718 sonrasına (Pasarofça Antlaşması) tekabül etmesi ilginç şekilde bir rastlantı olmasa gerek diye düşünmekteyim. Şarkiyatçılık (Oryantalizm) Doğu ile Batı arasında kurulan ikilemin bir bakıma modern kaynağı olabilir. Edward Said’in çalışması 1978 yılından itibaren bu ayrıma başka bir anlam katmış olduğunu da düşünmek lazım herhalde? Her ne kadar kitabında, Said ilk çabaların 1312’de Viyana’da toplanana Kilse Şürası sırasında yapıldığını (Paris, Bolonya, Oxford, Avignon ve Salamanca Üniversitelerinin Arapça, Yunanca, İbranice ve Süryanice kürsülerinin kurulmaya karar verilmesi olduğunu) yazmış olsa bile, asıl konusu 19. yüzyıldan İkinci Dünya Savaşı sonrasına gelmek istemektedir. Bu çalışmayla, Said bize Oryantalizmin, daha çok 19. yüzyılda oluştuğunu ifade etmek istemektedir. Victor Hugo’nun "14.Louis çağının Helenistik 19. yüzyıl çağının ise Şarkiyatçılık" çağı olduğunu yazması bu konuda vurguyu ortaya koymaktaydı.

Said’den önce, bizim gibi ülkeler için, Doğu/Batı ayrımı, 19. yüzyılda Marx’ın analizlerinde önemli bir yer teşkil etmekte değil miydi? Marx "Doğu Sorunu" üzerine düşündüğünde, iki ayrı üretim biçimi iki ekonomik ve hukuki zemine göre ayrılmaktaydı: Batı’da feodaliteyle birlikte özel mülkiyetin gelişimi (çitleme) Doğu’da ise kamu mülkiyetindeki toprak hukuku (Miri rejim) arasındaki farka dayanarak Marx bize iki farklı üretim biçimini açıklamaktaydı: Feodal ve Asya Tipi Üretim Biçimi. Doğu (devletin despotik siyaseti) ve Batı (kapitalistleşen özel mülkiyet) karşıtlığına dayanmaktaydı.

Geçmiş tarihten örnekleri çoğaltmak yerine, asıl düşüncemi söylemek isterim. Bu yapay ama kültürel ayrım, elbette uzun bir tarihe dayanmaktaydı. Osmanlı’nın Batı karşısında güç ve itibar kaybetmeye başlamasının, yukarında da belirtmiş olduğumuz gibi, bu tarihin bir ürünü olduğunu da unutmamak gerekli. Ve, aslında bizde, 1960’lı yıllarda, en çok Marx’ın üretim biçimleri üzerinden yaptığı ayrım etkili olmuş gibi durmaktadır. Bu etki, bilhassa, 1960’ların sonunda ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) çevirileri ve Osmanlı toplumu ve ATÜT araştırmalarıyla, Sencer Divitçioğlu, Selahattin Hilav, İdris Küçükömer, Baykan Sezer gibi iktisatçı ve sosyologların ilgisini çekmişti. Bunlara resim alanında Özer Kabaş’ı, sinema bağlamında Halit Refiğ ve Metin Erksan’ı eklemek mümkün gözükmekte. Bu yarığı açan ise Kemal Tahir olmuştu. Yukarıda saydığım isimleri etkileyen (orta Anadolu diliyle) Kemal Tahir’in Devlet-Ana kitabı olmuştu. Kemal Tahir, Osmanlı-Türk toplumunu Batılı terimlerle açıklamanın yetersiz kaldığını söyleyip, bu fikri sorgulayarak tespitini ortaya koymuştu bir kere. Gerisi, ikili karşıtlık şeklinde gelmeye başladı.

Bana göre, ikili karşıtlık üzerine geliştirilen sürekliliği ilk kıran eser Orhan Pamuk’un Beyaz Kale romanı olmuştur. Doğulu "Hoca adlı alim" ve "Batılı esir düşen bir köle" ikizlikleri üzerine kurulu olan bu roman, iki kişinin yerini ters yüz edip, değiştirdiğinde Batılı Doğulu, Doğulu ise Batılı olmaya başladı (romanda Doğulu hoca keşfinde başarısız olunca, ikizi olan köle bilgin ile yer değiştirip Batı’ya kaçmıştı, diğeri ise artık Doğuluydu). İkisi arasındaki fark, bir yer değiştirmeyle özdeşlik ilişkisine doğru çevrilmeye başladı.

Son olarak şöyle bir ekle örnekleyebilirim: "Batılı Latince yazanlar ile Doğulu Arapça yazanlar" gibi genel bir önermenin yol açtığı ikili ayrımın üzerinde durmak gerek. Bu ayrımın Orta Çağ içinde başlamasıyla birlikte, farkın ikili karşıtlığa ve iki dile indirgenmiş hale sokulması sorununu hala yaşamaktayız. Halbuki İbn Rüşd Batı’da (Endülüs İspanya’sında, Kordoba’da vb.) Arapça yazmaktaydı. Latince yazanlar ise Mısır’da İskenderiye’deydiler. Batı ve Doğu sadece coğrafi terimlerden başka bir şey gibi durmamakta zaten. Bu iki coğrafi bölge arasında her zaman ticaret olduğu gibi her zaman da entelektüel alış veriş, çeviriler ve şerhlerle yazılan entelektüel ilişkiler vardı. Aynı konuları tartışmaktaydılar. Arapça, Doğu coğrafyasından Batı coğrafyasına İbranice ve Grekçeyi çevirdi ve taşıdı. Aristoteles ve Platon dolaştı durdu bir yandan diğer yana. Bu bir dolaşımdan başka bir şey değildi tarihi olarak. Tek yönlü olmadı hiç. 17. yüzyılda Descartes’in bunlar yerine modern, düşünen bir özne fikrini ortaya atana dek! Böylece beden artık düşünmekten geçmekteydi. Bu modernliğin ve medeniliğin çağı olarak tarihe geçti. 17. yüzyılın ikinci yarısı düşünceyi sekülerleşmeye doğru taşıdı.

Sanırım, Batı ve Doğu ayrımcılığından vazgeçmenin zor bile olsa, en azından sorgulamaya başlamanın zamanı artık geldi. Batı, Doğu’nun karşıtı değil, tersine aynı tarihin iki coğrafi yüzünden başka bir şey değil! Saat farkları, güneşin doğuşu ve batışı arasındaki farklardan başka bir fark sadece siyasi ve kültürel bir yapaylığın ve de emperyalize edilen modern bir tarihin uzun bir sürekliliğinden başka bir şey değil!

Vatandaşlar dünya varlıklarını ve ilişkilerinin bağlarını düşünmek için bir çaba daha!

Yazarın Diğer Yazıları

Dostluk üzerine

Siyasi partilerin seçim sonuçlarında aldıkları seçmen oyları, mümkün olabildiği kadar, oyların eşit dağılımı üzerine kuruludur. O halde, neden hâlâ bazı düşmanlık sözleri toplumun içinde yer bulabilmekte ve hak arama imkanları kısıtlanabilmektedir?

Seçimlerde toplumsalın vektörleri

İstanbul odaklı söylemlerin içinden geçen ve Türkiye bütününde siyasilerin ve devlet aygıtlarının medya ve kamusal alandaki aktörlerin sahada boy gösterdiklerini izledi

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır