Diyaloglu romanlar

Anlatı sanatlarında sözün, konuşmaların, diyalog ağırlıklı bölümlerin geniş yeri olduğunu biliyoruz; gelgelelim, üzerinde durmak istediğim roman örnekleri, baştan uca diyaloga yaslandıklarını gördüklerimiz...

03 Aralık 2015 13:00

Söz yazıya daha da sokulunca

Baştan beri, söz-yazı ilişkisi beni sık sık kurcaladı. Bu iki farklı ifade yolunun zıtlıkları, ortaklıkları, zaman zaman içiçe geçişleri hakkında, değişik kitaplarıma dağılmış yazdıklarım yanyana getirilse (ki neden olmasın) oylumlu bir bütünlük ortaya çıkardı. Onlara, sözlü etkinlikler bağlamında edindiğim deneyimlerden süzdüğüm kimi sonuçları eklemek isterim. Besbelli bitmiş, tükenmiş bir soruşturma değil bu: Buluşma ve çatışmaları, gün geliyor, el atmadığım bir alanda dile gelmeye yöneltiyor beni. Bir süredir, diyalog-eksenli romanları gözden geçiriyorum. Anlatı sanatlarında sözün, konuşmaların, diyalog ağırlıklı bölümlerin geniş yeri olduğunu biliyoruz; gelgelelim, üzerinde durmak istediğim roman örnekleri, baştan uca diyaloga yaslandıklarını gördüklerimiz — aralarından sekizini seçtim, ama çıkış noktasına onlarla tıpatıp aynı çizgide yeralmayan bir dokuzuncuyu yerleştirerek yola koyuluyorum burada:

Gustave Flaubert, 8 Mayıs 1880 günü beyin kanaması geçirerek öldüğünde, Bouvard ve Pécuchet’nin[1] onuncu, son bölümü üzerinde çalışmaktaydı. O bitmemiş romanını, aynı yılın sonunda, bir dergi tefrika halinde okura sundu. Eleştirel basımı için 1964 yılını beklemek gerekecekti: Yazarının romanına nasıl eklemleyeceğini kimsenin kesinleyemediği, kesinleyemeyeceği yarıda kalmış parçalarla birlikte, uzak hısmı Tristram Shandy bir yana, Asrî Zamanların ilk çizgidışı romanıydı Bouvard ve Pécuchet.

Flaubert’in romanı bütünüyle diyaloglar üzerine kurulu değilse bile, o tarihe gelesiye roman sanatı bağlamında rastlanılmadığı ölçüde ‘karşılıklı konuşma’ örgüsüne sahipti. Bu alışılmadık kullanım, yazıda sözün ağırlığını öne çıkarmıştı. Son bölümü yazamamıştı yazar, ama kâğıtları arasında bulunan “plan”, finali matrak bir “konferans” fikri üzerinde tasarladığını gösteriyordu. Orada, sözün bittiği yere varılacaktı.

Bouvard ve Pécuchet’nin[2] bir çizgi doğurduğu görüşü daha önce dile getirilmiş olabilir şüphesiz; ben rastlamadım. İlk çocuğu romanın, okur önüne 1970’de çıkan, Samuel Beckett’in Mercier ve Camier’sidir.[3] Bu ilk basımda, yazar metninin sonuna yazılış tarihini eklemiştir: 1946. Romanın yazılış sürecine ilişkin kimi veriler Beckett’in mektuplarından ve yaşamöyküsel çalışmalardan derlenebilir.

Mercier ve Camier, tiyatro oyunlarını tarihsel olarak önceleyen bir roman. Onları tetiklediğini ileri sürmek büsbütün yanlış olmaz sanırım. Flaubert’in romanı birçok açıdan “model” niteliği taşır Beckett için: İki kafadar motifi, tiplemelerine kadar romanını ve oyunlarını etkilemiş, dahası: ‘Karşılıklı konuşma’ ana eksen olarak metni yoğurmuştur. Yabana atılamayacak bir ortaklığı acı alaya yaslanma biçimlerinde görüyoruz iki yazarın.

Sıralamayı bozmamın nedeni, Bouvard ve Pecuchet ile Mercier ve Camier arasındaki hısımlık derecesinin yüksekliği. Yoksa, romanla diyalog ilişkisinin ilk modernist uygulamasını, Beckett’in ustası Joyce’da, Ulysses’de görüyoruz: Başlıbaşına ortaboy bir roman oluşturan kerhane sefâsında (Circe) konuşmalar fink atar. Şehvet, asıl söze binmiştir: Rabelais’den Swift’e, oradan Ubu’ye sıçrayan bir şifahî akrobasi. Yeri gelmişken, Joyce’un Flaubert’i bir ata olarak gördüğünü, 1913’de Saint-Antoine’ı ve Gençlik Yapıtları’nı satın aldığını (Ellmann, s. 778) anımsatalım.

1955’de, Céline’in Profesör Y ile Söyleşiler[4] kitabı yayımlanıyor. Bir tür belirtkesi ayrıca kullanmamış yazar, başlığına dayanarak büyük olasılıkla. Céline’in buraya gelmesinde şaşırtıcı bir yan da, öncüllerin payı da aranamaz: Bütün romanlarında konuşma, gündelik konuşma dili ve sözsel olanın olanakları birincil derecede önem taşımıştır. Gelgelelim, Profesör Y ile Söyleşiler, adı üstünde, yekpâre düzen içinde konuşmalardan örülmesiyle öne çıkar, altını çizmek gerekir.

Dört yıl öncesinde, Ernst von Salomon’un Sorgulama’sı[5] yaralı Almanya’da okura ulaşıyor ve geniş yankı doğuruyor. Galip müttefiklerin bir tür fiili işgâl altına aldıkları yenik ülkenin insanlarının dibini soruşturmak amacıyla hazırladıkları, 131 sorudan oluşan ve Alman yurttaşlarının yanıtlamak zorunda olduğu sorgu tutanağı, von Salomon’un romanının yatağı. Görünüşte bir soru-yanıt düzeni kuruyor yazar, anlatısı boyunca; içeride bir hesaplaşma sözkonusu. Diyaloglara ayrıca geniş yer açsa da, bu çizginin gene de yan ürünü Sorgulama.

Bu bağlamda en özgün ve tumturaklı örneklerin, Yeni Roman’ın uç, ayrıksı temsilcisi Robert Pinget’den geldiği ortada: Bir bakıma başyapıtı sayılabilecek oylumlu romanı Soruşturma[6], adı üstünde, şüpheli bir ölüm vakasının ardından, emniyet yetkililerinin ağır işiten, yanlış anlamaya eğilimli yaşlı bir adamla yaptıkları ırmak-söyleşiden oluşmuştur. Ama Pinget, 1952’de basılan romanıyla söyleşi formunu tüketmediğini, 1965 yayını Mortin’in Etrafında ile kanıtlar. Yeri gelmişken belirtmeli: Pinget ile Beckett yakın dosttular, biribirilerinin yapıtlarını ana dillerine çevirecek ölçüde: Diyalog temelindeki ortaklıklarının bir nedeni burada aranabilir.

1954’de Marat/Sade oyunuyla güçlü bir çıkış yapan Peter Weiss, aynı yıl Frankfurt’ta görülen, Auschwitz kampı sorumlularından bazılarının yargılandığı bir davayı yakından izleyerek, kanımca doğru bir kolaj tekniğiyle Soruşturma’yı kurdu: Sorgu kayıtlarına ve basında yeralan röportajlara yaslanarak. (Yapıtın bu nedenle özgünlüğünü tartışanlara kesinlikle katılmıyorum). Weiss’ın bu girişiminin “roman”dan çok “oyun”la buluşturulması gerektiği (yazar “oratoryo”yu yeğlemiştir altbaşlıkta) ileri sürülebilir elbette; gene de, anlatı boyutu görmezden gelinemez sanıyorum.

Nathalie Sarraute, Altın Meyveler’i 1963’de yayımlamıştı[7]: Diyalog örgüsüne geniş yeraçan, bunun da ötesinde, romanının bütününe söz dolaşımının egemen olduğu bir ana hamle. Oradan Sen Kendini Sevmiyorsun’a (1989), hepten karşılıklı konuşma esasına dayalı romanına, araya asıl oyuncunun konuşmacı(lar)dan yontulduğu oyunlarına durmadan sözün, sözlünün etrafında döndüğü görülür Sarraute’un: Temel eylem alanı yazısının budur.

Arno Schmidt, görünüşte bir tiyatro oyununu andıran, biribirine eklemli altı öyküden kurulu romanını on yıl öncesinden başlayarak hazırlamaya koyulmuş, 1972’de tamamlayarak yayımlamıştı: Tanrıtanımazlar Okulu’nu diyaloga dayandırma fikrini Bulwer-Lytton/Peacock ikilisinden devşirdiğini söylese de, Claude Riehl’in vurguladığı gibi, bu seçimin asıl kaynağı elbette Ulysses’ti.

Bizim edebiyatımızda, romanda ‘konuşma’nın yeri ve konumu bir başkası gözümden kaçmamışsa, bir tek Ferit Edgü’nün Kimse’siyle (1977) zorlanmıştır: Baştan uca seslerin ve içseslerin böldüğü, bölüştürdüğü bir uzam kurmuştur burada yazar: Konuşmak roman geleneğinin zincir halkası. Son dönemde Tuna Kiremitçi’nin de Dualar Kalıcıdır ile yeni bir halka eklediğini unutmayalım.

*

Diyalog, tıpkı monolog, roman sanatında oldukça önem taşımış bir kullanım sahası açmıştır, öteden beri. Klâsik örneklerde, Dostoyevski’den Thomas Mann’ın sözgelimi Buddenbrooklar’ına tipik anlatım araçlarındandır. İçmonologun modernlerle devreye girişi, anlatıcı-bene de, kahramanlara da yeni bir söz kurma koridoru açtı: Ulysses’i kapatan ünlü söyleni; Faulkner’in başta Döşeğimde Ölürken’de denediği çoğul konuşma çarkı, birçok anlatısında (“Dilsey”, “Death Drag”, hatta “Ayı”) söz düellolarına aslan payı ayırmasındandı. Bu zincire de, bizim edebiyatımızdan Karasu’nun “Acı Kök Yağmurun Tadında”yı (1956) ekleyebiliriz sözgelimi.

Burada, bütünüyle diyalog örgüsüne dayalı metinlerin etrafında dolaştıysam, öz(n)el nedeni vardı — yeri burası değil ama, konuya yeri geldiğinde döneceğim.

Andığım örneklerin çoğu eleştiriyi tökezletmiştir. Açıkçası, alışkanlıkların tutsağı okurları da. Neden tiyatroya özgü bir anlatım biçiminin roman türüne yapıştırıldığı yönündeki tepkiler şüphesiz meşru, gelgelelim sıradandı. Aynı dönemde, kimi öncü tiyatro oyunlarında sessizliğin payının arttığı gözlemlenmiştir —  bu durumunda, sahneye farklı medium’ların taşınmasının da benzeri tepkiler yarattığı biliniyor.

Yaratı alanları, belli tarihsel kavşaklarda yaşanan kırılmalar üzerinden kipsel dönüşümler geçirirler. Tek hatlı olmaz dönüşüm, dallanmalı süreçtir. Öte yandan, her sapmanın arkasında uzun bir geçmiş koridorunun beklediğini unutmamak gerekir. Bana öyle geliyor ki, diyalog eksenli romanlara yönelen romancıların tümü, giriştikleri işin Sokrates’ten Lukiyanos’a, Erasmus’tan Bruno’ya, Petrarca’dan Fontenelle’e klâsiklerde sözün sorgulanması, kullanımı, olanakları çerçevesinde bağları bulunduğunun bilincindeydiler.

Onların görebildiğini biz göremiyorsak, kimin tasası?

 

 
[1] Roman, Bilirbilmezler başlığıyla Tahsin Yücel tarafından çevrildi. Kitaba eklemlenen “Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü”nün farklı çevirileri var.
[2] Tahsin Yücel’in seçtiği başlığın gerekçesini göremiyorum; dahası bu seçimi uygunsuz buluyorum.
[3] Türkçesi: Uğur Ün.
[4] Türkçesi: Ayberk Erkay.
[5] Türkçesi: Ayşe Selen.
[6] Türkçesi: İsmail Yerguz.
[7] Türkçesi: Feyza Zaim.
Hâmiş: Takipçi okur, Kafka’nın Başkalaşım’ının başlığının çevirisi konusuna ikidebir değindiğimi farketmiştir, son: “Böcek 100 Yaşında” (Tarih, 2015). Diyaloglu romanlar bağlamında da benzeri bir karışıklığın yaşandığı görülüyor. Diyalog, kaçınılmaz, soru kavramının türevlerinin devreye girmesine yolaçıyor. En doğru karşılıkları oturtmak kolay değil: Von Salomon’un Der Fragebogen’i ile Weiss’ın Die Ermittlung’u, Sorgulama/Soruşturma ayrışmasında netleşiyor mu, netleşiyorsa, Pinget’nin L’Interragatoire’ıyla Weiss’ın Fransızcaya Baudrillard tarafından L’Instruction başlığıyla aktarılan kitabının dilimizde aynı karşılığı (soruşturma) bulmuş olmalarında en hafifinden bir tuhaflık yok mu? Şunu vurgulamak istiyorum: Bir kitabın adını yalnızca özgün dildeki karşılığından yola çıkarak çevirmek yeterli çaba olmayabilir: Hısım kavramları, başlıkları hesaba katmak gerekir. Ama bırakalım, bunu çevirmenler ve çeviri kuramcıları tartışsın önce.
Yazının görseli olarak, Cezary Stulgis'in 2004 tarihli Dialogue adlı heykeli kullanılmıştır.