Afrika'yı kavramanın zorluğu ve Joburg, Benim

"Afrika’da yaşamın canlılığı ve ürkekliği, tekinsizliği ve neşesi, karmaşıklığı ve huzuru iç içedir. Kıtayı çöl ya da doğa/safari romantizmine indirgeyen turistik bakışlı anlatılara bir cevaptır bu öyküler aynı zamanda. Çünkü Afrika’da yaşam bir bütündür..."

10 Şubat 2022 10:00

 

Abdulrazak Gurnah’ın bu yıl aldığı Nobel Edebiyat Ödülü ile odağımızda olmayan Afrika; –edebiyatı ile üstelik– bir anda dikkatimizi çekti. Lisansınızı karşılaştırmalı edebiyat üzerine, yüksek lisansınızı ise Güney Afrika’da “Afrika Edebiyatı” üzerine yaparak bu alanda uzmanlaştığınızı biliyoruz. Afrika kültürü edebiyat çalışmalarınızın nasıl en önemli parçası haline geldi?

Öncelikle şunu arz edeyim, Afrika’yı, edebiyatını çalışmak benim için büyük bir keşif oldu. Yıllar öncesinde, 2009 yılında ilk kez Cape Town’a geldim, birkaç sene Cape Town Üniversitesi’nde araştırmacı olarak bulundum, o sırada Afrika Çalışmaları Bölümü’nde dersleri takip etme şansım da olmuştu. Maceram böyle başladı.

Ancak şunu söyleyeyim, Cape Town benim için hiçbir zaman yabancı bir yer olmadı, şehir adeta beni kucaklamıştı. Sokakları, caddeleri, okyanusu ve doğal manzarasının yanında birbirinden farklı insanları ve yaşam tarzlarıyla beni çok cezbetmişti. Çok az şehir insanı böylesine kucaklar. Hayatımda Cape Town’un başka bir önemi vardır; şehri içselleştirmekle alakalıdır bu. Onun içindir ki, şehrin kokusu daima öykülerimde tüter. Cape Town Öyküleri kitabım, şehrin en tekinsiz, en yabanıl zamanlarına yazılmış bir ağıttır belki.

Kent öyküleri yazmak hiç aklımdan geçmezdi, ancak ansızın kendimi kentin tekinsiz sayfalarında keşfediverdim.

Evet, Afrika caziptir, ancak Afrika’yı kavramak bir o kadar da zordur. İnsanların zihninde karadır, ötekidir, güzelliklerin insanına değil de doğasına atfedildiği tek kıtadır. Ülkemizde de Afrika maalesef çok konuşulur ancak her zaman için insanların kendilerini kanıtlamak istedikleri, öteki bölgelerdir. Afrika siyasetin hep odağında görünür, onlarca vakıf, araştırma merkezi vardır, ancak kıtanın insani kültürüne dair tek bir atıf göremezsiniz. Ya yardımların odağındadır ya da “bir zamanlar Afrika bizimdi” gibisinden milliyetçi-muhafazakâr dürtülerin nüksettiği nostaljilerin kaynağıdır. Dolayısıyla, Afrika bugün çok spesifik bir söylemdir ve Afrika’yı konuşmak, Edward Said’in deyimiyle neredeyse imkânsızdır. Bugün Afrika’yı konuşanlar, Afrika edebiyatından iki isim bile zikredemezler, bırakın okumayı. Afrika’yı dillerine dolayan bir güruh Afrika’daki geçmişlerini kutsamak için kıtayı gündeme getirir. Diğer kesim ise dinî söylemin ardına düşerek kıta merkezinde bir yardım/zekât söylemi geliştirmektedir.

Sonuç olarak Afrika edebiyatı cahili bir ülkede yaşıyoruz. Kaldı ki, Afrika’yı ötekileştirmeden Afrika’yı konuşamazsınız! Afrikalı yazarları çevirmek yayıncılar için cazip değil nedense. Çeviriler ideolojik ya da dinî güdümlü oldu yakın zamanlara kadar. Aslında kıtayı Batının Afrika’yı görmek istediği gibi görmek hoşumuza gidiyor herhalde. Kısacası, Afrika hem yoksul hem öteki hem de korkunçtur çoğunluğun gözünde. Bütün bunları aşmak çok zordur.

Joburg, Benim kitabınızdaki öykülerin tamamı Afrika’da geçiyor. Ne kadar sürdü yazılması?

Bu tarz öykülerin ortaya çıkması ve bir bütün olarak kitaplaşması uzun zaman aldı. Neredeyse on yıla yakın bir zamanda çıktı bu öyküler. Cape Town’da ve Johannesburg’da yaşadığım (gazetecilik yaptığım) süre içinde tanıklıklarım, gözlemlerim ve deneyimlerim etrafında bir şehir hafızasının bende oluştuğunu fark ettim. Beni sürekli rahatsız eden bir bellekten bahsediyorum. Sadece şehrin imgelerinden oluşan, anımsadıkça içinizi sızlatan kesitlerden oluşan bir yaşam havuzu düşünün. Öyküler de tamamıyla şehrin keşmekeşinden, yaşanmışlıklardan, tekinsiz ilişkilerden ve anlatılmayan hikâyelerden, damıtılmış mekânlarından, kimlik çatışmalarından ve uyumsuzluklardan devşirildi diyebilirim. Kentle yaşadığım gerginlikten ya da öfkeden arınmak da diyebilirim buna. Kültürel ve sınıfsal çatışmanın kurbanlarını yazmak istedim.

Örneğin kitabın ilk öyküsü “Jozi”, okuyup bitirdiğimizde bile zihnimizde yazılmaya devam ediyor desem, ne söylemek istersiniz?

Doğrudur, zaten benim hiçbir zaman bir hikâyeyi noktalamak gibi bir derdim olmadı, hikâye anlatmanın gereksizliğine de inanıyorum. Anlamlı bir hikâye oluşturma kaygısı bana çok uzak ve güdük, demode bir edebiyat algısı gibi geliyor.

Afrika’da yaşamın canlılığı ve ürkekliği, tekinsizliği ve neşesi, karmaşıklığı ve huzuru iç içedir. Kıtayı çöl ya da doğa/safari romantizmine indirgeyen turistik bakışlı anlatılara bir cevaptır bu öyküler aynı zamanda. Çünkü Afrika’da yaşam bir bütündür; tıpkı “Jozi”de olduğu gibi, bir kadının bedeninde, eteklerinde ışıldayan simsiyah imgelerde ya da dansın esrikliğinde vücut bulan Johannesburg gibi. Bu arada Jozi, Johannesburg’un öteki adıdır. Tek bir cümlede şehrin imgelem dünyamdaki resmidir “Jozi”. Öyküyü anlatmak ya da özetlemek imkânsız benim için. Öykü anlatılamayandır. “Jozi” pek çok öyküyü içinde barındırabilir ama aynı zamanda tek bir öyküyü bile yansıtmaz. 

Ahmet Sait Akçay

Kitaba da ismini veren “Joburg, Benim” öyküsünde Güney Afrika’nın en büyük şehrini gecesiyle, gündüzüyle, tüm gerçekliği ve hayalî imgeleriyle, bir benlik hissiyatı, bir benlik dönüşümü eşliğinde anlatıyorsunuz. Cape Town mesela, Güney Afrika’nın dünyaca bilinen başkentlerinden birisi, ama siz şehir olarak Joburg’u seçmişsiniz; neden?

Johannesburg, Afrika metropollerinin en tekinsizlerinden biridir. Downtown olarak bilinen şehir merkezinde yer alan Wanderers Caddesi akşamları evsizlerin mekânıdır; yeri yurdu olmayanların boş apartman gözlerinde kaldığı, insanların açlıkla ve yoklukla sınandığı mekânlar… Joburg, Cape Town’a kıyasla daha kozmopolit yapıya sahiptir, Güney Afrika’nın ticaret merkezi denebilir. Çok fazla göç alması, iş imkânları açısından daha cazip olmasıyla bir metropol görünümü verir. Villalarda yaşayanların yanı sıra, teneke evlerde yaşam mücadelesi veren milyonlarca siyahtan bahsediyoruz. Güney Afrika’da herhangi bir eve sahip olmayanların çoğu Joburg’un bulunduğu Gauteng eyaletinde yaşar.

Johannesburg’u anlatmak çok güçtür; Afrika’nın en eski şehirlerindendir. Altın şehri olarak da anılır. 20. yüzyılın başlarından itibaren sürekli göç alan bir merkez olarak vardır. Eddy Grant’ın “Gimme Hope Jo’anna” dediği şehirdir en başında. Zira Johannesburg’da umut, Afrika demekti. İş imkânlarının kısıtlı olması, eğitimsizlik ve yokluklar alt sınıfların mücadele sahasını daraltmıştır. Siyahların yüz yıl önce de banliyölere sıkıştırıldığını düşündüğümüzde, sömürgeci rejimlerin ayrıştırma politikalarından kurtuluşun bugün bile güçlüğünü de gündeme getirir öyküler. En büyük sorun evsizlik. Bugün büyük metropollerin doğurduğu, kangrene dönüşen bir sorun…

Öykü özelinde çok şey söylenebilir elbette. Ben biraz şehrin geceleyin biçimlendiği, örtündüğü libası göstermek istedim. Bana göre şehirler geceleyin görücüye çıkarlar. Joburg’da Sandton ya da Rosebank’ta yaşayan birisi dünyanın en müreffeh şehrinde yaşadığını düşünebilir, ancak az ötesinde, Alexandra semtinde yaşamın adeta en süfli resmini görebilirsiniz. Hillbrow semti bugün güvensiz, polisin bile giremeyeceği yerleşim bölgelerinden. Kapitalist sistemin acımasızlığı, mülksüzlüğün ve göçün ürettiği tekinsiz alanlar, dilenciler, hayat kadınları, evsizler, muhtaçlar diye bir sınıf üretmiştir. Kendini asla huzurlu hissedemediğin alanlar, bugün suç oranının yüksek olduğu dünya metropollerinin ortak hafızasını oluşturur.

Kitaptaki tüm öyküleri okuduğumuzda, hikâyelerinizi kanıksadığımız hikâye anlatıcılığı üzerinden gerçekleştirmediğinizi görüyoruz. “Electric Avenue”, bu öyküden sonra gelen “Club can’t Handle Me”, “On the Shore” ve “Yirmibeşinci Saat” öyküleri. “Yirmibeşinci Saat” öyküsü özelinde bu dört öykü Afrika kültürüne dair bilincimizdeki koyu, kalın perdeleri açarken, modernist yapıyı tercih ederek anlatma isteğinizi de yansıtıyor; ne dersiniz?

Bahsettiğiniz öykülerden “Electric Avenue” dışındakiler Cape Town’da geçer. Şimdi, Afrika söyleminin en temel amacı kıtayı insan-dışı bir atmosferde yansıtmaktır. Bu farklı şekillerde belirir. Afro-pesimizm ve Afro-romantizm. Postkolonyal kritik Achille Mbembe’nin Postkoloni Üzerine çalışmasında ürettiği en temel argüman, Afrika’yı insanlık dışı olarak yansıtan, icat eden Batı epistemolojisinin ötekileştirici yapısını göstermektir. Sosyal teori alanında Afrika nasıl kuramsallaşır, buna bakıyordu Mbembe. Eşitsizliğin doğurduğu açmazları, yıkımları ve travmaları yansıtırken insanın merkezde olduğunu unutmayalım. Electric Avenue’yu Londra’dan bilenler bilir; Joburg’un da bir Electric Avenue’su var. Yine biraz önce andığım, reggae müziğinin önemli isimlerinden, Guyanalı Eddy Grant’ın aynı adlı parçasına aşina olanlarımız çoktur. Bir yandan camide ezan okunurken, hemen berisinde uyuşturucu müptelaları, ot çekenler, kavga edenler, dilenenler, ezenler, ezilenler, ölümler, sahipsizler… Bütün insan çelişkilerinin yaşadığı bir cadde, belki de onlarcası…

Banliyölerdeki yaşam siyahlığın bütün karamsar imgelerini hatırlatır, bugün neredeyse bütün olumsuzluklar “kara” sıfatıyla başlar, değil mi? Karaborsa, kara Çarşamba, kara kedi, kara haber, kara kutu, karamsar, kara propaganda, yüz karası, vs… Liste uzadıkça uzar.

Neden modernist biçim? Afrika’nın hareketli yapısını, bitmez tükenmez enerjisini ve kaosunu insanların hayatlarında göstermek istedim. Bunun en güzel biçimde ifadesi de ancak modernist tarzda olabilirdi. 

Afrika kültürü içerisinde jenerasyonların etkisini “Umoya” öykünüz özelinde konuşmak isterim. Afrika’yı anlatırken gündelik, sosyo-kültürel, ekonomik, politik yapısını içerden bir bakışla şehrin ışıltılı barlarında, kalabalık caddelerinde, dans eden insanlarının arasında değil sadece, bir kıtayı ayakta tutan yoksul jenerasyonların arasında da dolaşarak, çocukları da anlatarak yapmak istiyorsunuz. Asıl Afrika hikâyelerini –tüm yoksunluklarıyla– bu yoksul sınıf yaratıyor diyebilir miyiz?

Teşekkür ederim bu sorunuz için. Çok önemli bir nokta gerçekten. Ten rengine zerk edilmiş siyasetler kentin tüm sokaklarında belirir. Cape Town’daki lüks bir restoranda açlıktan kıvrılan bir çocuğun gözleri önünde yemek yemek nasıl bir duygudur… Long Street boyunca kafelerde oturup bir kahve içmenin keyfi birkaç saniye sürebilir ancak. Hemen kaldırımda beliren bir dilenci, güvenlik bekçileri tarafından elleri daha havadayken uzaklaştırılır. Her köşede evsizler, dilenenler… Arabanız yoksa eğer, kurtuluşunuz zor size uzanan titrek ellerden. Evsizlerle dost olmayı denemek, onlara empatiyle yaklaşmak zor olmasa gerek. Geceleri sokakta yatarak, gündüzleri ise dilenerek hayat süren, genci-yaşlısı, binlercesi günün sonunda birkaç kuruş kazanmışsa mutlu olur. Geceleri caddelerinde dolaşırken şehrin, her an birine basabilir miyim tehlikesi de var, hele de ışıklandırma yoksa birine basma riski yüksek. Teneke evlerde yaşayanlar ve evsizler… O kadar çok tanıdıklar ki, her defasında karşılaştığınız simalar. On yıl önce tanıştıklarım şimdi yine oradalar. Aynı sokağın başında öylece yatıyorlar. Korumasız ve çaresizce… İçlerinde sürekli kitap okuyanlara da denk geldim. Şekerli bir kahve ya da azıcık yemek artığı… “Bir gün ben de büyüyeceğim” dese de, on iki yaşındaki delikanlının aradan on yıl geçtiğinde aynı yerde olması içler acısı... Evsizler sadece siyahlar değil, melezler ve hatta beyazlar da var aralarında.

Modernleşmemiş kabilelerden ibaret bir kıtaymış gibi algılanan Afrika şehirlerinde modern insan yaşamları var; kendi içlerinde melez, Afro, kara tenli ayrımları bile var. Kitapta çeviri öykü olarak yer alan, tırnak içinde yazılmış ilk paragrafıyla, yapısıyla, kurgusuyla son öykü “İçÇekişler”i konuşmak isterim sizinle.

“İçÇekişler” öyküsünü tez hocam Harry Garuba’ya ithaf ettim. Garuba üzerine yakında çıkacak bir antolojide yer alıyor İngilizcesi. Afrika ve postkolonyal edebiyatın duayeni olarak gördüğüm Harry hem çok yakın dost hem de mentordu bana. Onun danışmanlığında Afrika modernist şiiri çalıştım. Öykü hem Garuba dolayısıyla Afrika şiiriyle/kurmacasıyla kurduğum bir diyalog hem de onun şahsında denediğim türsel bir yolculuktu bana göre. Yaşadıklarımızdan ne kadar haberdarız acaba? Benim için iç çekmeyi gerektiren her deneyim bir öyküden ayrıntıdır ya da tersi de doğru olabilir elbette.

Öyküler boyunca dil, anlatım ve müzik belli bir ritmi yakalayarak birlikte hareket ediyorlar. Öykülere müziğin eşlik etmesi sizin için ne ölçüde önemliydi?

Modernist öykülerin biçemine uydum açıkçası. Zaman bir labirent gibi zihnimde gezinirken, çoklu mekânlarda doğdu bu öyküler. Zaman meselesi anlatıyı nasıl belirler, bu soru yıllardır zihnimi çeler dururdu. James Joyce, Virginia Woolf, Marcel Proust… Zamansal boyutlar, zamanın yaşattığı mekânlar… Zaman kurmacanın en önemli unsurudur bana göre.

Öykülerdeki mekânlar sizin de dediğiniz gibi çok farklı bir dünyayı, gece hayatını, eğlence biçimlerini, yaşam deneyimlerini, siyah-beyaz ayrımlarını, melezlik durumlarını, sahipsizliği ve ötekilik temalarını yansıtırken müziğin vurgusu açıktır. Afro-House nerdeyse tüm mekânlarda belirleyici olarak karşımıza çıkmaktadır. Müzik ve ritim duygusu Afrikalılığı da temsil eder kimilerine göre. Müzik mekânın atmosferi yansıtmasının yanında benim kurmacamın da motiflerindendir. Afrika öykülerinde müziği bir ton olarak değil de bir öykü karakteri olarak tasarladım, onsuz eksik olur gibi geldi…

Afrika içerikli hikâyeler yazmaya devam edecek misiniz?  

İçselleştirdiğiniz yaşamlar peşinizi bırakmazlar. Afrika kıtasında okuduğum, gözlemlediğim, gezdiğim ve yaşadığım her şey belleğimde gezinip durur. Afrika edebiyatı, kültürü ve tarihi üzerine yazmaya devam edeceğim.

Dünya çok önemli bir kırılma dönemi yaşadı pandemi ilanıyla birlikte. Yakın gelecekte nasıl metinler okumaya başlarız sizce?

Pandemi dönemi neredeyse sona ermiş durumda. Yazı hayatımız yaşadıklarımızla ilintili ise eğer, ki öyle olması da gerekiyor, insanlığın sorgulandığı metinler okuyacağımız kesin.

Ahmet Sait Akçay
Joburg, Benim
Hece Yayınları
Kasım 2021
60 s.