Gelinciklerin en kırmızısı

ÜLKENİN SONUNA

Ülkenin Sonuna

DAVID GROSSMAN

Çeviri: Dilek Şendil Siren Yayınları

Tamamlanamamış bir ev,

Yetiştirilememiş bir evlat,

Yapılamamış bir demet,

Çekilememiş bir ah

Koparılamamış bir feryattır

ölüm.

Marina Tsvetaeva

 

Bizim oğlan -ormanda bir çamdı

Meyve veren bir incir ağacı

Bizim oğlan -kökleri dolaşmış bir çalı

Gelinciklerin en kırmızısıydı-

David Grossman

 

Kendini “becerikli bir paspas” olarak tanımlayan Ora’yla 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın izleri tüm varlığına kazınan, “hayat neden kendisini muhafaza etmeye karar vermiş anlamayan”, “dünyada işgal ettiği yeri mümkün olduğunca asgariye indirgemesi gerektiğini düşünen” Avram gölgelerini birbirlerine dolaya dolaya yürür, konuştukça konuşur. Çünkü ancak bu şekilde mümkündür “koca bir hayatı anlatmak,” hazzı yeniden keşfetmek. İki dünya arasına bir ip germek. “Bir insanı, kanlı canlı birini sadece sözcüklerle tarif ederek diriltmek.” Ancak bu şekilde mümkündür “bir zamanlar yaşamış ama bir daha yaşamayacak bir ailenin hatıratını anmak.”

SEDA ERSAVCI

İsrail ve dünya edebiyatının en önemli yazarlarından David Grossman imzalı Ülkenin Sonuna korkunun gölgesinde, ölümün kuşatması altında çıkılan bir yolculuğun hikâyesidir. Bir savaş hikâyesi, bir aşk hikâyesi. Dünyanın gerçek tarihinin, “un ufak olmuş ama tastamam bir yaşamın” hikâyesi.

Altı Gün Savaşı’nın patlak verdiği 1967’de bir koğuşta başlar bu hikâye. Adını ışıktan alan on altı yaşındaki Ora, neredeyse cüce Avram ve Avram’ın sınıf arkadaşı İlan tecrit altındadır. Rüyaların, kâbusların, sanrıların, sirenlerin, çığlıkların ve sessizliğin hüküm sürdüğü koğuşlarda bu üç çocuk birbirine tutunur. “Yarım yamalak mırıltıları, fısıltıları”, biriktirdikleri ve birbirlerine anlattıkları hikâyeleri onları hayatta tutar.    

2000 senesiyle devam eder Grossman’ın hikâyesi. Ora’nın küçük oğlu Ofer askerden döner. Ora “buzdolabına, bilgisayar faresine, vazoya yerleştirdiği çiçeklere ‘Oğlum geri geliyor,’ diye anlatmış”, “tek parça halinde geri gelen” oğluyla bir geziye çıkma, baş başa bir hafta geçirme hayalleri kurmuştur ama Ofer geldiği gibi savaşa katılmak ister. Böylece Ora “biricik sevdiklerini savaşa, mevsimin başlıca etkinliğine uğurlayan” diğer ana-babalara, erkek kardeşlere, kız arkadaşlara, hatta dedelere katılır ve Arap şoförü Sami’yle Ofer’i taburun buluşma noktasına götürür. 

Eve döndüğünde korkuya sürüklenir Ora. Her an telefonun ya da kapının çalacağı, kendisine oğlunun ölüm haberinin verileceği, hayatın, savaşın Ofer’e gereken özeni göstermeyeceği korkusuna kapılır. “Bir aileye haber götürülmeden geçen tek bir günümüz oldu mu bizim?”, “Ya tam patatesi soyarken gelirlerse?” diye düşünür ve tek başına oturup “haberi yüreğine ok gibi saplamalarını” bekleyemeyeceğine karar verir. Evde kalmayı reddeder. Bu şekilde çarkı bir an için durdurabileceğine, kendisini evde bulamazlarsa oğluna bir şey olmayacağına hükmederek vaktiyle Ofer’le planladığı seyahate çıkar.

Bilmediği başka tehlikeleri yakınında olan tehlikeye yeğleyen Ora yanına yıllardır konuşmadığı Avram’ı da alarak kaçınılmaz olandan, eli kulağında bir ölümden kaçar böylece. Evden kaçarak ölümü de evden uzağa taşır. Kendine kurallar koyar, “kurallardan biri, herhalde en önemlisi, sürekli hareket halinde olmak”tır. Günler, geceler boyu sürecek yürüyüş işte bu şekilde başlar.

Ora ve Avram yürüdükçe yürür zira önemli olan Ora’nın nerede olduğu değil, nerede olmadığıdır. Onlar yürüdükçe “yarı yolda bırakan, yarı yolda bırakılan dostluklar” adımlarına karışır, “kaderin ve ıstırabın tortusu” damaklarında salınır, “sesleri birbirlerine sarılır”, yapılan her şey yapılamayanın anısını içinde taşır. Attığı her adımda telaşı ve elemi bir taş gibi taşır Ora. Attığı her adımda ülkenin başından sonuna yayılan kederin haritasını çizer.

Ora, Avram’a Ofer’i anlattığı sürece onu hayatta tutabileceğine inanır. Ölmemek için Ora’ya ihtiyacı vardır Ofer’in. Sürekli ondan bahsetmesine, karşısına çıkan her şeye onu anlatmasına ihtiyacı vardır. “Ağaçlara, kayalara, hatta devedikenlerine adını bağıra çağıra ve sessizce defalarca” söylemesine, “bir dakika, bir saniye dahi” onu unutmamasına ihtiyacı vardır. “Var olmak için annesine ihtiyacı” vardır. Söz-kelimeler Ofer’i hayatta tutmak için gereklidir. (Peki ama yeterli midir?) Yokluğu kelimelerle doldurur Ora. Söz, “buradalık” demektir çünkü. Konuşmak “buradalık” yaratmaktır. Ora anlattıkça geçmişi, yitirilmiş evi yeniden inşa eder. Anlattıkça geçmişi şimdiye çağırır. “Bir öyküden diğerine, bir sözcükten diğerine” Ofer daha da netleşir; anılar dalga dalga geldikçe, canlandıkça, oralarda bir yerde Ofer’e de can verir.

Kaderle edilen bir pazarlıktır bu.

Kendini “becerikli bir paspas” olarak tanımlayan Ora’yla 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın izleri tüm varlığına kazınan, “hayat neden kendisini muhafaza etmeye karar vermiş anlamayan”, “dünyada işgal ettiği yeri mümkün olduğunca asgariye indirgemesi gerektiğini düşünen” Avram gölgelerini birbirlerine dolaya dolaya yürür, konuştukça konuşur.

Çünkü ancak bu şekilde mümkündür “koca bir hayatı anlatmak,” hazzı yeniden keşfetmek. İki dünya arasına bir ip germek. “Bir insanı, kanlı canlı birini sadece sözcüklerle tarif ederek diriltmek.” Ancak bu şekilde mümkündür “bir zamanlar yaşamış ama bir daha yaşamayacak bir ailenin hatıratını anmak.”

Geçmişe ve geleceğe seslenen, anlamak ve anlatmak üzerine örülen Ülkenin Sonuna ölüme ve hayata verilmiş bir yanıttır.

Ülkenin Sonuna yerkürenin karnına anlatılan eksiksiz bir hikâyedir.