Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’e bir bakış

Sinan'ın-Tekkesinde-Ölüm

Sinan’ın Tekkesinde Ölüm

İVO ANDRİÇ

çev. Müge Günay İletişim Yayınları, 2020 191 s.

Baba tarafı Selanikli bir genç olarak, küçük yaşlardan beri sürekli Balkanlar hakkında hikâyeler dinleyerek büyüdüm. Babamın tarihe olan ilgisi, Türkler ve Müslümanlar hakkındaki bilgi birikimi ve “anlatmaktan zevk duyan” kişiliği sayesinde, benim kimliğim de biraz onunkine benzer merakların oluşturduğu zemin üzerinde gelişim gösterdi. Tarih öğrenimi görmeyi seçmemiş olsam da tarih okumaya, özellikle de Balkan tarihi okumaya devam ettim. İşte bu nedenle Sinan’ın Tekkesine Ölüm hakkında yazmayı düşünür müyüm diye sorulduğunda sevinerek kabul ettim.

VEYSEL OĞULCAN

İvo Andriç’in evvelce yayımlanan kitaplarını da severek okumuştum. Bilhassa çoğunluğun en sevdiği kitap olan Drina Köprüsü benim de favori Andriç kitabımdır. Drina Köprüsü’nün ana meselesi olan Bosna tarihi aslında Andriç’in edebiyatı için açıklayıcı bir unsur. Doktorasını “Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek’te Kültür Yaşamı” teziyle bitirmiş olan yazarın edebi hayatında da ana mesele olarak bunu seçmesi elbette çok doğal.

Andriç’in, 1950’lilerin sonu ve 1960’larda yazmış olduğu dokuz hikâyeden oluşan bir kitap Sinan’ın Tekkesinde Ölüm. Dilimize tercüme edilen önceki kitaplarında da görmüş olduğumuz tarihi meseleler hassasiyetini bu kitapta da oldukça net bir şekilde görmemiz mümkün. Valileri, ağaları, Boşnak Müslüman ve Hıristiyanlar halklarına mahsus özellikleri, şehir efsanelerini, yapıları, tıpkı diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da okumaya devam ediyoruz. Bosna’daki hayatı titizlikle işleyen Andriç, bu işçiliği yaparken her büyük yazarda görebileceğimiz bazı kişisel metotları kullanmayı es geçmiyor. Öykülerinde, günlük hayatı standart bir zaman dilimi içerisinde anlatırken vurgulamak istediği nüansları okuyucunun zihnine zorlama bir montajlamayla değil, rahat ve akıcı anlatımının yardımıyla kolaylıkla yerleştiriyor. Öykü isimlerinin seçimi de bu rahatlık ve akıcılığı kanıtlayacak isimler: Vezirin Filinin Hikâyesi, Zepa Üzerindeki Köprü, Tırmanıcılar, Ali Paşa… Bana kalırsa onu Balkanların en çok okunan ve sevilen yazarlarından biri haline getiren şey de bu konudaki ustalığı. Sade dil kullanımı överken, bazı simgesel kullanım ve göndermeleri de es geçmemeli. Kitabın önsözünün yazarı olan Barış Özkul’un da belirttiği gibi, Moby Dick’teki balinayla Vezir’in Fili arasında büyük bir benzerlik bulunuyor.

Kitaptaki dokuz öykünün her birinde tarihi öğeleri görmek mümkün. Kitabın açılışı Vezirin Filinin Hikayesi’yle yapılıyor. Bosna’ya yeni atanan vezir Seyit Ali Celâlettin Paşa, birçok Osmanlı veziri gibi hâkimiyetini kanla, sertlik ve acımasızlıkla kuruyor. İlk görev günlerinde kelle alarak halka dişini göstermeyi ihmal etmeyen veziri –hikâyenin isminden de anlaşılacağı gibi– ilerleyen zamanlarda kendisine Afrika’dan bir fil getirtiyor. İşte tüm mesele; yani halkın gerçekçi tasviri, psikolojik tahliller burada daha net bir şekilde ele alınmaya başlanıyor. Saray alanı file küçük geldiğinden, bir zaman sonra evcil hayvanmışçasına halk arasında; meydanda, pazarda dolaştırılmaya başlanıyor ama sonraları bu alanlar da file dar geliyor. İnsanlara, dükkânlara, satış alanlarına zarar vermeye başlayan file halk nefret ve kin beslemeye başlıyor.

“Fil çarşıda evindeymiş gibi hareket etmeye başlamıştı bile ve her geçen gün isteklerini gerçekleştirme hevesi, gücü ve mahareti artıyordu, bu istekleri öyle şeytani bir kurnazlık ve neredeyse insana ait bir fenalık taşıyordu ki –en azından şaşkın ve kızgın çarşı esnafına böyle görünüyordu– bunların ne olabileceğini kimse tahmin edemiyordu. Bir anda yoksul bir adamın erik sepetini deviriyor, ardından dişlerini savurup köylünün birinin duvara yaslayıp dizdiği yaba ve tırmıkları düşürüyordu.

İnsanlar doğal bir felaketle karşılaşmışçasına yoldan çekiliyor, öfkelerini bastırıp zararı üstleniyordu. Yalnızca bir kere, pastacı Vejsil kendini korumaya çalışmıştı. Fil, dişlerini adamın keklerini yerleştirdiği tablaya doğru uzattığında Vejsil ondan hızlı davranıp hayvanı uzaklaştırmak için tahta bir kapak savurdu, hayvan geri çekildi çekilmesine fakat sonra sırım gibi, güçlü kuvvetli Filfil, bir maymununki kadar uzun kollarıyla koşup yetişti ve Vejsil’e öyle bir tokat attı ki kimse Travnik’te böylesini görmemişti.” (s. 28)

Öykünün devamında yaşanan olaylarla birlikte İnsana dair yapılan filozofça sorgulamalar, inanıyorum ki okuru kitaba sıkı sıkı bağlayacaktır. Andriç, bu ikirciksiz, sağlam sorgulamalarıyla okuyucuları kendisine (kitaplarına) çekmeyi çok iyi biliyor.

Geriye kalan sekiz öykünün neredeyse tümünde, Müslüman-Hıristiyan halk ilişkisini tarihi olaylar ya da tarihi anlatımlar etrafında örüyor Andriç. Tırmanıcılar isimli öyküsü iki ayrı dine sahip insanların ortak bir özelliğini ele alıyor. Ayrı amaçlar için kullanılan bu ortak özelliği okurken aslında halkların birbirinden çok da farklı olmadığını, yalnızca dinin ne kadar da keskin bir öğe olabileceğini tekrardan anlıyoruz. Ki zaten, aynı topraklar üzerinde uzun yıllar birlikte yaşayan milletler, istemeseler de birbirilerine benzemeye mahkûmlar. Misafirhanede isimli öyküyü okurken de, istemeden şuna tekrardan kanaat getiriyoruz: Din, her ne olursa olsun, yüzyıllar da geçse, müthiş icatlar da bulunsa, bize kan kusturmaya devam edecek iki şeyden birisi. Kitaba ismini veren öykü hakkında çok fazla bir şey söylemeyi istemiyorum, kitabın en iyisi. Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’ü bir alıntıyla, öykünün son cümlesiyle anlatmak hem okuyucu hem de benim için çok daha yararlı olacak:

“Böylece son nefesini verdi Ali Dede. Bir Cuma akşamıydı, yeni ay gecesiydi ve genel kabule göre ölümü de hayatı gibi bir mucizeydi ve kutsaldı ve insanların içini hayranlıkla doldurmuştu.” (s. 100)

Andriç’in, Müslüman halkı yerdiğini, Osmanlı paşaları hakkında büyük suçlamalarda bulunduğunu, hatta olayı daha da ileri götürerek “Türk ve İslam karşıtlığıyla” Nobel kazandığını kaleme alan birkaç yazıyla karşılaşmıştım. Yaşanan olayları “Türk”lükle ya da “Türk” tarafından anlatmayan herkese yapıştırılan damgalar Andriç’e de zamanında yapıştırılmış ve yapıştırılmaya devam ediyor. Ancak gerçek okuyucu biliyor ve bilecektir, Andriç, Yugoslavya’nın Tolstoy’u olarak, her zaman okunması müthiş zevkli hikâyeler kaleme aldı, tarih bilgisini ve sosyolojik gözlemlerini, yaratmış olduğu açık-duru anlatımıyla defalarca biz okuyuculara sundu. Müge Günay’ın dilimize tercüme ettiği, Barış Özkul’un yazar ve kitap hakkında yol gösterici bir önsöz kaleme aldığı Sinan’ın Tekkesinde Ölüm’le, İvo Andriç maceramıza devam ediyoruz…