Kim bu normal insanlar? Sally Rooney ve y-kuşağı edebiyatı

Normal-İnsanlar-Sally-Rooney

Normal İnsanlar

SALLY ROONEY

çev. Emrah Serdan Can Yayınları 2019, 4. baskı 264 s.

İçinden geçmekte olduğumuz dönemin halet-i ruhiyesini anlatmak için en çok başvurulan ifade aracının yazı ve edebiyat olduğunu söylemek güç. Rooney, böyle bir dönemde, edebiyatın imkânlarını kullanarak okuyucusuyla otantik bir ilişki kurabiliyor, üstelik edebiyatın kendisini romantikleştirmeden ve onun piyasayla olan ilişkisini de açık ederek.

NORA TATARYAN

“Yerinde bir tabirle başkalaşım adı verilen, zihnin yapısında meydana gelen değişimin ardındaki sırlardan bir tanesi de, bir başkası üzerimizde olmadık bir etki yaratmadığı ve bizi gözlerimizi açmaya zorlamadığı müddetçe yerin de göğün de çoğumuza herhangi bir şey açığa vurmadığıdır.” (George Eliot, Daniel Deronda)

Sally Rooney, son romanı Normal İnsanlar’a (2018) George Eliot’un bu sözleriyle, metnin bütününde ilmek ilmek işlediği ilişkisellik için gereken zemini inşa ederek başlıyor. Daha önce, 27 yaşında kaleme aldığı Arkadaşlar Arasında Sohbetler’le (2017) Sunday Times Yılın Yazarı Ödülü başta olmak üzere birçok başarıya imza atan, Snapchat neslinin Salinger’i olarak gösterilen Rooney, Normal İnsanlar’la son dönemin en çok okunan yazarları arasına girdi. Bu kolay tüketilebilir başarı hikâyesini bir yana koyup, nedir bu metni bu kadar özel kılan diye sorduğumuzda, bir kuşağın halet-i ruhiyesini o jenerasyonun pek de başvurmadığı bir yöntemle anlatabilen, kendi dilini kurabilmiş bir yazarla karşılaşıyoruz. Bu özgün dil birçok veçheden incelenebilir ancak ben bu yazıda, Rooney’nin karakterlerini inşa ederken temel aldığı ve sınıf farkı, depresyon, ekonomik kriz, arkadaşlık, kadın-erkek ilişkileri gibi tasviri netameli birçok konuyu birbiriyle konumlandırışı itibariyle başvurduğu ilişkisellik yöntemine değineceğim.

İlişkisellik (relationality) kavramı gerek feminist teoride, gerek Spinoza’yı yeniden okuyan post-yapısalcı felsefede sıkça başvurulan bir mefhum. Kabaca ifade etmek gerekirse, bir özneyi özcü bir bütünlük içinde değil, rabıtada bulunduğu başka bedenler ve durumlar içinde bir oluş halinde anlamayı gerektiren bir düşünme şekli. Aynı şeyi bireylerden kopartıp toplumsal durumlar için söyleyecek olursak: sınıf, tür, ırk cinsiyet gibi meselelerin birbirinden bağımsız anlaşılamayacağı, bu meseleleri fanus içinde ele alan herhangi bir analizin iflas etmeye mahkûm olduğunu bize hatırlatan bir literatür. İşte, Sally Rooney’yi özel kılan da bu tür bir zihinsel egzersizi mecbur kılan 21. Yüzyıl zeitgeist’ını edebiyatın olanaklarını kullanarak aktarabiliyor olması.

Normal İnsanlar bu özelliği sayesinde, ne salt bir aşk hikâyesi ne de günümüz İrlandasını anlatan toplumsal gerçekçi bir metin. Roman, sayfalar boyunca dönüşümüne şahit olacağımız Marianne’in Connell’e olan ilgisini açık eden bir diyalogla başlıyor. Kitabın ilk sayfalarından itibaren Conell’in annesinin Marianne’in ailesinin evinde çalışan bir hizmetli olduğunu ve bu dinamiğin aynı liseye gitmekte olan iki gencin ilişkileri için ne kadar belirleyici olduğunu görüyoruz. Marianne okulda arkadaşları tarafından dışlanan ‘tuhaf’ bir genç, Conell ise herkes tarafından sevilen popüler bir öğrenci. Bu nedenle Conell, Marianne ile olan ilişkisini arkadaşlarından sır gibi saklıyor. Ne var ki, bu durum Marianne ve Conell’in Trinity Üniversitesi’ne gitmek üzere Dublin’e taşınmalarıyla tersine dönüyor. Marianne, sınıfsal konumu itibariyle şehirle ve yeni çevresiyle daha kolay ilişki kurarken, Conell kentin ve üniversitenin kurallarına ayak uydurmakta zorlanıyor. Metinde kat edilen dört yıl boyunca Conell ve Marianne kâh sevgili oluyorlar, kâh arkadaş. Duygusal anlamda iniş çıkışlı bu ilişkide değişmeyen bir şey varsa o da aralarındaki bağın kendilerini değiştirip dönüştürdüğü gerçeği. Örneğin kitabın ilk bölümlerinden biri şu satırlarla bitiyor:

“Seni asla incitmem tamam mı?’ diyor. Asla. Bir şey söylemeden başıyla onaylıyor Marianne. Beni çok mutlu ediyorsun, diyor Connell. Eliyle saçlarını okşuyor ve ekliyor: Seni seviyorum. Öylesine söylemiyorum, gerçekten. Gözleri doluyor Marianne’in, yumuyor gözlerini. Daha sonra hatırladığında dahi dayanamadığı kadar etkileyecek bu an onu, şu an yaşıyorken bile farkında bunun. Kimsenin sevgisine değer olduğunu düşünmemişti Marianne. Ama şimdi yeni bir hayatı var, ilk anı da bu.”

Sally Rooney, Kishani Widyaratna ile yaptığı bir söyleşide (2019) karakterlerini zihninde kurduktan sonra onların birbirleriyle nasıl ilişkiye geçeceklerini düşlediğini ve bu ilişkiyi gözlemleyen tarafsız bir yazar pozisyonuna talip olduğunu söylüyor. Bu bakımdan sayfalar boyunca özsel bir hakikati olan protagonistlerin dünyasını okumak yerine birbirlerine olan yakınlıkları itibariyle hırçınlaşıp mülayimleşen, bulundukları durumlar içinde değişip dönüşebilen bireylerin dünyasına şahit oluyoruz. Marianne ve Connell arasındaki ilişkisellik işte bu anlamda romanın bel kemiğini oluşturuyor. Başka bir deyişle Rooney’nin kurduğu dil ve okuyucuya bıraktığı alan sayesinde aşk, cinsellik, arkadaşlık, tanımları olan kavramlar olmaktan çıkıp, ilişkiler içinde anlaşılabilecek birer oluşa dönüşüyor.

Y-jenerasyonunun belirleyici özelliklerinden biri de tek-eşli-ömürlük ilişki mitine olan inancın yitirilmesi. Bu açıdan düşünüldüğünde, Rooney’nin bireysellik çağındaki aşk ve arkadaşlık tanımı –daha doğrusu tanımsızlığı– döneme ait ortak ruh halini paylaşan okuyucuyla sahici bir bağ kurmasını sağlıyor. Örneğin kitabın sonlarında Marianne’in Cornell’i yüksek lisans eğitimi için New York’a gitmeye ikna edişi. Bu bakımdan Connell ve Marianne için aşkın veya arkadaşlığın tanımı “sonsuza dek beraber mutlu yaşamak” yerine birinin diğerinin gitmesine izin vermesi olabiliyor, bu gidiş ilişkilerine mal olsa bile.

Metindeki ilişkisellik teması toplumsal meseleler arasındaki geçişkenlik yoluyla da benzer bir incelikle işleniyor. Her ne kadar sayfalar boyunca Marianne ve Connell’in ilişkilerini okuyor olsak da; metnin bütününde, İrlanda’da yaşanan ekonomik kriz toplumsal cinsiyete, karakterler arasındaki sınıf farkı kabul görmüş normallik mitlerine o kadar güzel bağlanıyor ki tüm bu meseleler arasındaki girift ilişkiler, hikâyede bir arka plan olmaktan ziyade, karakterlerin üzerinde nefes alıp verdiği sağlam bir zemine dönüşüyor. Connell ve erkek arkadaşlarının, aralarındaki sınıfsal farka rağmen Marianne’e karşı zorbalaşabilmeleri, Marianne’in Trinity Üniversitesi’nde okuduktan sonra başladığı düşük statülü iş ve kendi rızasıyla girdiği sado-mazo ilişkiler, bu düşünme şeklinin metinde belirdiği anlardan sadece birkaçı.

İçinden geçmekte olduğumuz dönemin halet-i ruhiyesini anlatmak için en çok başvurulan ifade aracının yazı ve edebiyat olduğunu söylemek güç. Rooney, böyle bir dönemde, edebiyatın imkânlarını kullanarak okuyucusuyla otantik bir ilişki kurabiliyor, üstelik edebiyatın kendisini romantikleştirmeden ve onun piyasayla olan ilişkisini de açık ederek. Yazıyı, Connell’in edebiyat üzerine söyledikleriyle bitirmek istiyorum, bu satırların, ilişkisellik meselesini, kültür üretimi aşamasında olduğu kadar tüketimi aşamasında da düşünmeye vesile olmasını umarak:

“Sınıfsal bir temsile dönüşmüştü kültür, edebiyatıysa eğitimli insanlar kendilerine sahte duygusal yolculuklara çıkardığı, sonra da okumaktan hoşlandıkları duygusal yolculukları yaşayan eğitimsiz insanlardan kendilerini üstün görmelerine izin verdiği için fetiş haline getirmişti. Yazar iyi biri olsa da, gerçekten zekice bir kitap yazmış olsa da, nihayetinde tüm kitaplar statü göstergesi olarak pazarlanıyordu ve yazarların tamamı da belli bir ölçüde pazarlamanın parçasıydılar.”

 •