Sonsuz bir şimdinin içinde...

İtalyan-Kızı

İtalyan Kızı

IRIS MURDOCH

çev. Celâl Üster Can Yayınları 2019 176 s.

Geçtiğimiz yüzyılın en zeki kadını olarak kabul edilen Iris Murdoch’un ilk defa 1964 yılında yayımlanan İtalyan Kızı adlı sekizinci romanı 2019’un Mart’ında Celâl Üster çevirisiyle Can Yayınları’ndan yayımlandı. Karantina günlerimde bana eşlik eden kitap, buyurgan bir annenin ölümüyle çocukluk evine dönen Edmund’un, ailesinin ilişkilerine tanık olurken onlarla birlikte özgürlük ve tutsaklık, yaşam ve ölüm, iyilik ve kötülük kavramları üzerinden yaşadığı sorgulama ve dönüşümü sürükleyici bir biçimde anlatıyor.

BERİL ERBİL

Bir ölüm gelir ve her şey yeniden şekillenir.

Edmund’un dilinden anlatılan hikâyede, Edmund’un ağabeyi Otto, Otto’nun karısı Isabel, kızı Flora, çırağı David ve David’in kız kardeşi Elsa; evin dadısı Maggie ve ölümünün ardından sadece cenazesinde bedeniyle anlatıya giren ama kitabın sonuna kadar varlığını bize hep hissettiren anne Lydia’nın yaşantılarının çözülmesini, sırların, hasır altı edilen gerçeklerin ortaya çıkışını okuyoruz.

Ölümün gölgesi midir aileye gelen, yoksa ölüm bir perdeyi sıyırmış da ölenin kendi gölgesiyle karanlıkta tuttuğu hayatları ışığa mı bırakmıştır?

Ölüm bir sestir bu kitapta. Kesilmesiyle ortaya çıkan, kapılardan borulardan geçen, uyandıran, anlatan, süregiden, kaybolmayan, hep var olan bir ses

Lydia “zorbaca bir buyurganlıkla çocuklarını seven”, kocasına sevgisini onun ölümünden çok önceleri yitirmiş bir anne. Güçsüzlüğünü herkesi kontrol ederek gizlemiş, çocuklarına hükmederek kendini var etmiş. Kocası ise çocuklarına sadece heykeltıraşlık, ressamlık, oymacılık ve taş ustalığı yeteneğini bırakmış, iki oğlunu da hayata tam hazırlayamamış, ince kişilikli olduğu kadar da silik bir figür. Öyle ki Edmund, annenin baskınlığında ezilmiş babasının yokluğunu bile annesinin ölümünden sonra hissettiğini söylüyor.

Edmund’un ağabeyi Otto bir taş ustası. Acıdan kaçmak ve içindeki boşluğu doldurmak için kendini alkole ve yemeğe vermiş; ancak acı bile çekemeyen, acılarını avunma olarak kullanan bir adam. Karısıyla ilişkisinde mutsuz, mutlu olmadığı gibi karısını mutlu da edemiyor.

Kitabın ilk bölümünde neredeyse bütün karakterleri teker teker tanırken Edmund’u bir gözlemci olarak görüyoruz. Anlatıda ilerledikçe Edmund’un hayata da gözlemci olduğunu anlıyoruz. O bir oymacı, çocukluğu mutsuzluk içinde geçmiş, kendini dine vermiş, ağabeyinin aksine evden ayrılarak tüm acıları ardında bırakacağına ve düzgün bir hayat süreceğine inanmış. Oysa o kendi hayatını bile kurtaramamışken eve dönüşüyle birlikte ailedeki herkesin ona kurtarıcı rolünü vermesinin karmaşasını yaşıyor. Ona ihtiyaç duyulmasının yarattığı tatminin kaybettiklerini yerine koyup koyamayacağını bilmiyor.

Otto’nun rüyaları

Kitap boyunca Otto birbirine benzeyen ve sürekli tekrarlayan rüyalar görüyor. Bu rüyalarda evin içinde genelde kendisini kovalayan bir hayvan var ve o, peşindeki karanlıktan kurtulmak için telefona uzanıp yardım istemeye çalıştığında telefonun işlevsizliğini fark ediyor, numaraları tuşlayamıyor.

Otto’nun rüyaları da Edmund’un onu yaşama karıştırmayan dindarlığı gibi Otto’nun hayata karışamadığını, annesinin gölgesinden kurtulamadığını, evinden, belki de annesinin rahminden çıkamadığını tekrarlayan bir motif olarak seriliyor önümüze.

Özgürlük ve Tutsaklık

Anlatıdaki iyilik ve kötülük kavramlarının Edmund ve Otto üzerine yerleştirildiğini kabul edebiliriz. Edmund Otto’ya göre daha saf, düzenli bir hayat kurmuş kendine. Otto ise hayatının entrikaları içinde, mutsuzluğuyla yüzleşmemek için duygularından kaçıyor ve bu bağlamda kötülüğü temsil ediyor. Ancak kardeşiyle konuşurken yaptığı iyilik ve kötülük tartışmasında onun bu iki kavramı saflık, hayata karışma, aynı şeyleri yaşasa bile kendine dışarıdan bakabilme üzerinden yorumladığını görüyoruz. Bu tartışma da bizi özgürlük ve tutsaklık kavramlarına götürüyor ve Edmund’un da Otto’nun da aslında hayata karışmak konusunda ne kadar eksik, özgürlüklerinden ne kadar uzak, başka tutsaklıklara ne kadar bağlı olduğunu anlıyoruz.

Karakterler arasındaki birçok ilişki sahip olma, hükmetme, kendini başkası üzerinden tanımlama şeklinde kuruluyor. Para ve maddi kaygılar davranışları belirlerken sahip olma ve kontrol etme arzusu olmakta olanı görmeyi ve olana izin vermeyi imkânsız kılıyor.

En büyük suçumuz yeryüzünün güzelliklerine gözlerimizi kapamak mı?

Kitabın karakterlerinin acı içinde olduklarını, bu acılardan beslendiklerini ancak bir taraftan da acıdan kaçmak için çeşitli yollar bulduklarını görüyoruz. Bu karakterler aynı zamanda duygularına erişemeyen, yaslarını tutamayan insanlar.

Kitabın etkileyici ve düşündürücü bölümlerinden biri ise yine Otto ve Edmund arasındaki diyalogda geçiyor. “Hayvan gibi acı çekmek”ten bahsediliyor konuşmada. Acı çekmek deyince akla “hayvan gibi” benzetmesinin gelmesini Edmund “Bana kalırsa, insan cennetten kovulmamış bir melek gibi acı çekmeli,” diye yorumluyor. Edmund’un bunu söylerken bu bilinç seviyesini gerçekliğe ne kadar taşıdığı ise asıl tartışma konusu.

İnsan bu cümle üzerinde düşünmeden edemiyor; dünyayı tatmak ve yaşadığımızı söyleyebilmek için o cennetten kovulmalı, o evlerin dışına çıkmalı, düşmeli, kanamalı, kanatmalı, yaşamı her yönüyle yaşayabilmeyi kabul etmeliyiz, acıdan kaçmadan. Çünkü zaten “yeryüzünün acılarından kaçamıyoruz.”

Cinsellik ve Hayatın Canlılığı

Cinsellik anlatının içinde sık sık karşımıza çıkıyor. Varoluşçu felsefede cinselliğin sadece fiziksel birleşme olmadığını hatırlayalım. Cinselliği burada dünyayla tam ve net bir bağ ve ilişki kurduran, insanı canlı hissettiren şey, var olduğumuzu bize hissettiren şey olarak tanımlamak mümkün.

Otto bu canlılık ve kendi olma halini bir ilişkisinde yaşasa da o ilişkiyi de tamamına erdiremeyeceğini hissediyor. Burada buyurgan anne yine ortaya çıkıyor. Çünkü Otto tüm canlılığını Lydia’ya teslim etmiş. Gerçekten bağ kurmayı bilmediği, bağ kuramadığı için tüm ilişkileri tutsaklık ve zincirli olmak üzerinden tanımlıyor.

Edmund ise yakınlaşmanın olduğu anlarda bir duygu yakalıyor, ancak bunun ne olduğunu tam da bilemeden, içindeki arzuyla temas edemeden, sevme ve sevilme isteğinin farkında bile olmadan bu duyguyu kaçırıyor, yani canlılığına temas edemiyor.

Oymacılık

Oymacılık da incelikle işlenmiş bir figür kitapta. Hayatlarımızı bir oymacı edasıyla işleyebileceğimizi gösteriyor bize adeta. İçimizdeki eril ve dişil dengeye, karanlığımızdan yeniden yaratacağımız kendi benliğimize dair çok güzel bir metafor:

“Sıradan bir tahta parçasıyla armut ağacı arasında çok hoş bir fark vardır; bir oymacının gözünde biri erkek, ötekiyse dişidir. Oyma tahtaları başka başkadır, her biri bağrında bir başka resmi gizler.”

Ve tabii hayat, içimizde zaman zaman boşluklar yaratır. Var olanlar yoktur bazen, bazen de yok, yoktur zaten; yokluklarsa derin boşluklar açar, aitlik hissimizi alır. Boşluğu doldurmak için çok şeye sarar insan, dolmaz da o boşluk, yeni acılar yaratır. Oysa boşluğu doldurmanın yolu kendinle kalabilmekte, kendinle bir temas kurabilmektedir çok zaman.

“Bir oyma tahtasındaki çatlağı onarmanın en iyi yolu tahtayı yirmi dört saat kadar nemli bir yerde bırakmaktır; çoğu zaman koskoca bir çatlağın kapandığını görürsünüz.”

Ev ve Diğerleri

Tüm anlatı metaforlar ve edebiyat tarihinden karakterlerle katmanlanıyor. Ev ise çok önemli bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Bir yandan “içindeki bütün kötülüklere rağmen içinde harika bir yaşamın sürdüğü yer” gibi görünüyor uzağında olana; bir yandan da serbest bırakmayan, özgürleştirmeyen, hapseden bir hapishane oluyor; diğer taraftan da sığındığımız, dışına çıkıp büyümek istemediğimiz bir rahme dönüşüyor.

Kitabın diğer karakterleri ise tüm bu ilişkilenmeler içinde yerlerini buluyor. İtalyan kızının esprisini de kitabı okumak isteyenlere bırakıyorum.

Şimdinin sonsuzluğu

Bir ölüm bir hayatı karanlığa sürükleyebileceği gibi aydınlığa da kavuşturabilir. Oysa bu aydınlıktaki asıl olay ölüm değil, ölümlülüğün fark edilmesidir. Ölümün kolumuzda, yanı başımızda olduğunu gördüğümüzde kendi ölümlülüğümüzle yüzleşiriz – ki hiç kolay değildir bu. Üstelik anlıktır, rastlantısaldır, davranışlarımız farklı sonuçlar doğurabilir, elimizde sadece bugüne kadar yaptıklarımızın sonuçları ve sonsuz bir şimdi vardır. Ve ölümün sesi hep kulaklarımızdadır.

Hayat nedir? Nasıl yaşamalıdır? Ölümlülüğü anlamak bizi nasıl değiştirir?

Salgın sebebiyle evlere kapandığımız şu günlerde Murdoch’un sordukları ve bize sordurdukları belki de hiç olmadığı kadar canlı…