Mahmut Yesari’nin antika tipleri

Mahmut-Yesari-İstanbul'un-Antika-Tipleri

İstanbul'un Antika Tipleri

MAHMUT YESARİ

Can Yayınları 2019 184 s.

Mahmut Yesari’ye göre “antika tip”in en önemli özelliği, "grubunun vasıflarını temsil etmesi ve onda bu özelliklerin abartılı bir şekilde bulunmasıdır.” Yesari, görüp tanıdığı bu insanları, çeşitli yanlarıyla ve kişileri incitmeyecek tarzda bir mizah dozuyla yazıyor, bir başka deyişle artık olmayan bir yaşamdan kesitler sunuyor. Kitapta dönemin mütevazı insanlarından bazılarıyla karşılaşıyoruz. Sadece biraz değişikler!...

AHMET EKEN

Bitpazarına nur yağıp yağmadığını bilmiyorum ama en azından yayıncı ve okuyucu nezdinde eskiye rağbet olduğu açıkça görülüyor. Ve bu rağbetin kapsamı hayli geniş. Sadece, yıllar önce piyasaya çıkıp unutulan kitaplar değil, ayrıca süreli yayınlarda tefrika olarak çıkmış hiç kitaplaşmamış eserler de kitaplaştırılıp basılıyor.

Elimizdeki kitap, bunun örneklerinden biri. Tahsin Yıldırım’ın Mahmut Yesari’nin gazete ve dergilerde kalan çeşitli yazılarından bir seçmeler yaparak hazırladığı kitabın önsözünde şu satırları okuyoruz:

Eserin ilk bölümünde, 1926 yılında İkdam gazetesinde Arap harfli olarak yayımlayan ve kitaba da adını veren ‘İstanbul’un Antika Tipleri’ başlığında kaleme alınan dizi yazı yer alıyor. İkinci bölüm yazarın ailesi ve çevresinde bulunan konaklarına girip çıkanlara yer verilen yazılardan oluştu. Üçüncü bölüm ise ‘Aramızda Yaşayanlar’ başlığı altında toplanmıştık.”

Yine aynı yazıdan Mahmut Yesari’nin “antika tip”i nasıl tanımladığını öğreniyoruz: “En önemli özelliği, grubunun vasıflarını temsil etmesi ve onda bu özelliklerin abartılı bir şekilde bulunmasıdır.” Yesari, görüp tanıdığı bu insanları, çeşitli yanlarıyla ve kişileri incitmeyecek tarzda bir mizah dozuyla yazıyor, bir başka deyişle artık olmayan bir yaşamdan kesitler sunuyor. Dönemin mütevazı insanlarından bazılarıyla karşılaşıyoruz. Sadece biraz değişikler!...

Örneğin Palavra Hasan: “Cenabı hak’ın hazain-i lutfu kereminden ona boy, vücut ihsan ederken hiç de bencil davranmadığı” bu zatın, ayırıcı özelliği avcı olması ve av sohbetleri açmaktan hoşlanmasıdır. Her zaman iyimser, sohbeti ile insanları neşelendiren bu adam, sıra av hikâyelerine gelince dur durak bilmiyor ve inanmaya kimsenin cesaret edemeyeceği olaylar anlatıyor. Dinleyenler ilgiyle dinledikleri bu muhabbetin sonunda bu kadarı da olmaz deseler bile kimse ondan şikayetçi değil. Tam tersine sohbetini seviyorlar. Lakabı üstünde, Palavra Hasan…

Kitapta yer alan bir diğer tip, “Dinle Beni”:

“İnanır mısın? İsmini ben de unuttum. Zaten isme ne hacet: Yiğit lakabıyla anılır. Ondan bahsedildi mi hep ‘Dinle Beni’ derler… Bu lakabı kim koymuştur bilmiyorum. Yalnız pek yerindedir. Dinle Beni’nin zaafı sözünü dinletmektir. Ama her zaman sanmayın. Her zaman olsa katiyen çekilmez. Tek başına oturup rakı içmez, muhakkak karşısında bir kavuk sallayan ister. Harcıâlem tıraşçılar gibi mütemadiyen söylese belki dinleyen olur. Lakin o her söylediğinin tekrar edilmesini ister. Buna mukabil rakı masrafını o görür.”

Gazelhun Nimet Efendi, yazarın sesi hakkında hiçbir bilgisinin olmadığı bir kişi. Kimseye dokunmadan, taciz, tazip etmeden gürültüsüz, nümayişsiz” bu adamın bir huyu var: Herkese iyilik yapmayı görevi kabul ediyor. Gerisini yazardan dinleyelim:

Gazinoda otururken birdenbire kalkar, birini çağırır, ‘senin o Evkaf’taki işi takip ettim…' Muhatabı kaşlarını çatar: ‘Yine gazel okuyorsun. Hepsi masal…' … Meyhanede oturmuş içerken, yan masalardan biri seslenir: ‘Nimet Efendi, bizim dilekçeden ne haber?’ O hemen kalkar, seslenen zatın yanına gider: ‘İmamı bulamadım, muhtar da evinde hasta…’ ‘Yine gazel okuyorsun… Bırak şu martavalları.’ Sonunda çevresi bu gibi durumlara sık sık düşen Nimet Efendi’ye Gazelhun lakabını uygun buluyor.”

Karşısında konuşan herkesi ciddiyetle dinleyen, “ismi geçen şahıs hakkında kati hüküm verilmeden” ağzını açmayan, verildikten sonra da sonuna kadar abartılı şekilde destekleyen Baba Saffet, mübalağa etme konusunda Palavracı Hasan’ı aratmayan Cemal Çavuş... Servetini tüketmiş, gazinolarda müşterilere meyve ikram ederek (?) harçlığını denkleştirmeye çalışan Mirasyedi Muhtar Bey, gazinocu Hovsep’in yedek garsonu, sürekli koşuşturan Vahan, yazarın pansiyon komşusu ve tek vukuatı “kapının kenarında, ellerini göbeğinin üstünde kavuşturmuş, emir bekleyen bir garson tavrıyla” ayakta sızmak olan garson… Mahmut Yesari sayesinde bu insanlarla tanışıyoruz.

Yazar, yazılarını sadece sokakta, meyhanede, gazinoda ve kahvede gördüğü tanıdığı değişik kişilerle sınırlı tutmayıp, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği konaklarda tanıdığı “antika tipler”i de anlatıyor.

Karşımıza ilk olarak yazarın, annesinin dayısı çıkıyor. Mustafendi (yazar söylenişe uygun yazıyor), eskilerin deyimiyle dağ gibi bir adam, boyu, posu her şeyi yerinde ancak aile içinde bir sorun olarak görülüyor. Okuyalım:

Ondan bütün aile şikâyet ederdi: Okumamış, bir yerde iş tutmuyormuş… Kardeşleri vezir karısı olmuştu. Enişteleri vezirdi. Fakat o zeybek kalmıştı. Tam su katılmamış Aydın zeybeği. Akşamları masasını kurar, halayı çekerdi. Kardeşleri, enişteleri hepsi zengindiler. O birine metelik vermez, en zengin konakta bir çilingir sofrası hazırlar, keyfini çatardı. Beyler, paşalar umurunda değildi… İşsiz kalınca İstanbul’a gelirdi. Onu ‘Hademe-i hassa’ya (padişahın maiyetinde bulunanlar) yazdırmışlardı. Sıkılmış çıkmıştı…”

İşsiz İstanbul’a dönünce yakınları bir kez daha ona nahiye müdürlüğü veya kaymakamlık gibi bir iş daha bulup “mahalli memuriyetine” gönderiyorlar ama iki üç ay sonra dayı yeniden geri geliyordu. Nedeni iş arkadaşlarıyla kavga edip, istifa etmesi. Yeni bir iş bulunup da gitmesi de aileyi yatıştırmıyor. Bu sefer “gene geri dönerse”nin heyecanını yaşıyorlar…

Geniş ailelerin yaşadığı konakların bir başka özelliği hizmet etsin diye oraya alınmış, evin bir parçası haline gelmiş insanlar. Mesela yazarın tanıttığı Müjgan Bacı, ailenin üç kuşağını görmüş, evi herkesten çok sahiplenen ve saygı gören bir kişi. Öyle ki hastalanınca “iyi gelir” denilerek aile Boğaziçi’nden Kadıköy’e taşınıyor. Ve Mahmut Yesari’nin “Ağzı Açık” başlıklı yazısında anlattığı besleme kızlardan Şükriye’ye de bu lakabı, o yakıştırmış. Nedeni, kızın üst dudağı kısa olduğu için azını tam kapayamaması. Zamanı gelince evlenen ancak kocası hayırsız çıkan Şükriye, her şeye rağmen kocasını bırakmaz. Hatta üstüne bir de evlatlık alır.

Konakları, yalıları dolaşarak kadınlara olmayan madenlerin hisselerini pazarlayan Hacı Varvara, kocasının çapkınlıklarını görünce onu eliyle evlendirip, vaktinin büyük bölümünü gezmelere, ziyaretlere ayıran, bilgili, görgülü Hacı Kamer Hanım, şık giyinen, içkiyi seven, yazarın akrabalarından bir tarafından dolandırılan eski Haremağası Ferhat Ağa, zeki, hoşsohbet, büyükannenin köyünden Fatma Molla…

Mahmut Yesari, konakları için şöyle yazıyor:

Ev değil kervansaray. Taşradan bavulunu alan, heybesini omuzlayan bizim evde ‘mihman’ (misafir), Şair Rasih, söyleyedursun: ‘Olmaz bir hanede mihman mihman üstüne.’ Bu tanrı misafirleri üstelik misafir de davet ederlerdi, Fakat gedikliler vardı…”

Kitapta yer alan yazılardan bir tanesinde “değişik” bir kadın mimarın öyküsünü okuyoruz. Mahmut Yesari’nin halalarından bir tanesinin emekli kalfası, Resmihâl Bacı. Onu şöyle anlatıyor:

Halamın o konaklar? Onların mimarları alaylı kalfalardı fakat diplomalı mimarlardan daha fenni inşaat yaparlardı. Evin temelini kurarken lodosu, poyrazı, karayeli düşünürlerdi. Yatak odalarının yerlerine kadar hesap ederlerdi. Evin içinden helâ, mutfak kokuları gelmezdi. Sobalar çekerdi. Odaların, sofaların taksimatı, göze gönle ferahlık verirdi. Sizin anlayacağınız, bir türlü ısınamadığım ısınamayacağım kübik apartmanların soğukluğu, darlığı yoktu. O konaklar yazın serin olurlardı, kışın da ılık. Ahşap bina. Diplomalı mimar, yap da göreyim seni! Herkes kaşık yapar ama sapını ortaya getiremez.”

Yalnız bu kalfanın bir tuhaf huyu varmış, “ziyan olmasın” diyerek evde “dibine kadar içilmemiş” ilaçları içiyormuş!

Ne diyelim? Herkesin türlü türlü huyu var…