Gökçukuru

Gökçukuru

RAMAZAN GÜNGÖR

Can Yayınları 2021 128 s.

Gökçukuru  birbirinden farklı öykülerden oluşuyor; üstelik sadece zaman ve mekân bakımından değil, aynı zamanda temalarıyla da çeşitlilik gösteriyor öyküler. Bununla birlikte hepsini bir arada tutan göçebe bir ruh (biz buna anlatıcı diyelim) dolaşıyor satır aralarında. Hemen her öyküde “eksik bir uzvun” peşine düşülür; kimi zaman bu eksiklikte suçluluk, kimi vakit öfke ve kızgınlık, bazen çirkinlik, bazen de yoksulluk belası hissedilir; hemen her öyküde birbiriyle çatışan insan halleriyle karşılaşılır.

KÂMİL YILDIZ 

Post Coitum Omne Animal Triste
(Latincede “Her hayvan çiftleşmeden sonra mahzunlaşır”.)

Öyküler dört öbeğe ayrılabilir: İlkine rahatlıkla “geçmişin izi veya lekesi” diyebiliriz. Bu öbeği ise “Gökçukuru”, “Çocukluk Arkadaşı” öyküleri oluşturur; elbette başka öykülerin de buraya katılabileceği düşünülebilir. Yalnız buraya aldığımız öykülerde geçmiş zamana çok somut meseleler için gidilir. İkincisini “Cihan”, “Kleinmann’ın Evi”, “Boon-Nam” öyküleri oluşturur ve bunlara “farklılığın algılanma biçimleri” diyebiliriz. Buna kültür çatışması ile kimlik kargaşasını ve hemen her yerde karşımıza çıkabilecek ırkçı bakışı ilave edebiliriz. Üçüncü öbekte “Kareye Dördüncü”, “Düğünden Dönerken”, “Eldiven”, “Önlük” öykülerini alabiliriz. Bunlar daha çok kasaba ve köy dünyasında geçer; bu öbeğe de “saflık ve kötücüllük” adını verebiliriz. Son olarak “arzu ve aşk” dünyası diyeceğimiz, böyle demekle de yanıltıcı bir adlandırma yapacağımız son öbeğe “Mavi Gökyüzü ve Okyanus”, “Otobüsü Kaçırınca” öyküleri gelecek. Bu öbeklerin her biri için bir şeyler söylemeden önce, Ramazan Güngör’ün ilk öykü kitabı Yalpa’da da benzer bir bölümlemenin yapılabileceğini, fakat orada “arzu ve aşk” başlıklı öbeğin daha geniş yer tutacağını söyleyebiliriz. Yalnız şunu unutmamalı ki, bütün yapıp etmelere, hazza karışmalara burada da, önceki kitapta da bir hüzün eşlik eder, çünkü insanın doğası böyledir: Post coitum omne animal triste.

Geçmişin izi ve lekesi: Farkına vardığımız andan itibaren bilinçli şekilde kendimizi yontmaya başlarız, ama o vakte kadar bilinçsizce ve maruz kalarak şekle sokuluruz. Kanımızda bencillik de vardır. Tam, eksiksiz yaşamak isteriz; en ufak bir leke gölge düşürür mutluluğumuza. Öte yandan imkânsızdır tam ve eksiksiz bir hayat. Ve bu nedenle de hikâyeler vardır: Şimdi’de her nasılsa büyümüş ve kendini büyük hissettiren boşluğu doldurmak için aradıklarımızı bulacağımız geçmiş zamana dönen hikâyeler. M. Proust da bunu yapmıştı, Kafka da. İçlerine döndüler, zamanda yolcuğa çıktılar. İlki muazzam ayrıntılarla döndü, diğeri kocaman bir hiçlikle. Ama R. Güngör öyküleriyle bu bakımdan ne yer yer izleri hissedilen Proust’a benzer ne de Kafka gibi hiçlik sunar bizlere; onun çok somut meseleleri vardır. Çünkü izini sürdüren geçmiş zamanda haksızlıklar bulur, lekesiyle görünen geçmiş zaman ise yadırgadıkları ve benimseyemedikleriyle doludur. Kendi şimdi’sini yaratan kahramanın geçmişi de yeniden yaratmak isteyişi duyulur. Ancak geçmiş, eğer gerçekliği insanın tosladığı duvar gibi düşünürsek, daha gerçektir; daha sert hatları, görünmez dikenleri vardır. Bu yüzden olsa gerek, “Gökçukuru” öyküsünde anlatıcı kahramanımız annesine duyduğu sevgiyle, annenin eşliğiyle yapar geçmişe yolculuğunu. Bu öyküde kahramanın öfkesi annenin uğradığı haksızlıklar hatırlanınca kızgınlığa dönüşür. Bir “kök”le birlikte büyümüş olmanın huzuru aranır, buna dönük istek de vardır ancak ne kabul edilir ne de benimsenir bu kök. “Çocukluk Arkadaşı” öyküsü de bize çok tanıdık gelecektir. Anlatıcı burada daha anlayışlıdır, gene de taraf tutar fakat yeterince kavrayışlı okur için esasında bunun önemi yoktur: Mehmet ve Levent iki karşıt karakterde ve yetenektedir; ortak şeyleri olmayan insanların ortak mekânında yaşamak ve arkadaşlık etmek zorunda kalmışlardır, hepsi bu. Şimdi ikisi de farklı hatırlar ve farklı şekilde yorumlar geçmişi. İkisi de haklı, ikisi de sonsuza dek suçlu.

İkinci gruptaki öyküler (“İnsan kendiyle nasıl bir kavgaya tutuşmuş olmalı ki kimliğinin değiştiremeyeceği bir parçasını şiddetle reddetsin?”) Almanya’da geçer. Pek çok milletten ve kültürden insanın yaşadığı Almanya’da –belki eski tadında ve gücünde olmasa da– bu çeşitliliğe göz açtırmayan, onu hizaya sokan bir düzen ve disiplin vardır. Sokaklarına sessizlik, insan işlerine dakiklik hâkimdir. Öykülerde bunları da buluruz ama asıl mesele kendiyle, kimliğiyle başı dertte olanlardır. Kimileri asimile olmak ister, kimliğini ve kendini inkârla yaşamaya çalışır; kimileri de düşmanlık ve anlayışsızlıkla uzlaşmasızdır. Öykülerde bu kendiyle çatışan ve kimliğini ifşa etmek istemeyen, çocuğuna kendi anadilinden tek kelime öğretmekten kaçınanların, Türkçe bildiği halde yeterince Alman olduğunu gösterme arzusu ve çabasıyla Türkçe konuşmaktan çekinen insanların dünyası ele alınır. Anlatıcı kahramanlarını ve farklı dünyaları yargılamadan anlamaya çalışır, ancak kişiliksizlikler vurgulanır, es geçilmez. “Cihan” öyküsünde Eberhart’lar ile Cihan’ın ailesi karşı karşıya konur. Alman ailenin Türk ailesinde neleri hayal edip irkileceğini düşünür Cihan. Bununla birlikte sevgilisi Ann-Kathrin’le kendisi için insandan önce ırkla, kültürle karşılaşmanın önemi yoktur; bu mesele sanki eski kuşağın korkularında ve kaygılarında sürüp gider gibidir. Gene de Cihan karakterinin yersiz yurtsuz oluşunun da (o kendini böyle görmez) bunda payı var gibi görünüyor.

Üçüncü öbeğimizde kısaca bir iki noktaya değinelim: “Eldiven” ve “Önlük” isimli öyküler ilk öykü kitabındaki “Parka”yı hatırlatıyor. Üç farklı hikâye ama bir ilkokul çocuğunun dünyası anlatılıyor üçünde de. Oldukça başarılı ve ince ayrıntılarla, “Eldiven” öyküsünde gerçeklikten taşan sınıfı su basma sahnesiyle, “Önlük” öyküsünde Kaşağı’yı hatırlatan, çocuk vicdanının nasıl işlediğini göstermesiyle etkileyicidir öyküler. “Kareye Dördüncü”de ilk gençlik çağına özgü kötücüllük, “Düğünden Dönerken” öyküsünde de neredeyse iyi bir dostluk bulunabilir. Gene de unutmamalı, bu öykülerin arkası ve çevresinde daha başka kişiler ve tespitler yer alıyor.

Son öbeğe gelirsek, “Otobüsü Kaçırınca” öyküsü bir noktaya kadar, bu gökçukurunda yahut gökkubbenin altında sıkı sıkıya bağlandığımız zorunluluklardan kurtulmanın yolunu gösterir gibidir (aşka sığınmak). Öte yandan “Mavi Gökyüzü ve Okyanus” öyküsü vardır. Bize Güzel Sanatların Bir Dalı olarak Cinayet’i hatırlatır ve güzel sanatların bir dalı olarak, fakat bir çirkin tarafından güç ve paranın kullanılışını ele alır. Gene de yanıltıcıdır bu söylediğimiz. İşin ayrıntısı çözümlemeyi gerektirir. Kahramanımız çirkindir, iyi eğitimli ve retoriğe hâkimdir. Güzelleri nasıl yönlendireceğini, arzunun politikasını bilir. Geceyi birlikte geçirdiği, oldukça alımlı bir kadının bedenini –ki baştan aşağı arzu uyandıran bir güzelliktir– biz seyircilere/okurlara takdim eder:

“Bu eşsiz güzelliği bütün dünyaya ifşa etmekte bir sakınca görmüyorum. Hatlarının yuvarlaklığını ve teninin pürüzsüzlüğünü fark etmemiş olmanıza imkân yok. Daha fazlasını istediğinizi biliyorum ama şimdilik bu kadar cömertlik yeter! Onun güzel bedenini rahat bırakalım. Uyanıp izlendiğini fark ederse...

(…) Alımlı kadınlar uyurken bile her şeyin bilincindedirler sanki. Öyle zarif uzanırlar ki yatağa, bedenlerinin kıvrımlarında, yüzlerindeki ifadede en ufak bir bozulma ya da çarpıklık göremezsiniz.”

Sözü yukarıdaki alıntıyla bitirmek yerinde olurdu. Ama gene de bu tanıtımda epey eksik olduğunu belirtmem gerek. Tıpkı bu öykülerdeki göçebe ruh gibi biz de bir eksiklik bırakmak istemeyiz; her şey yerli yerinde olsun ve hiçbir şey unutulup ihmal edilmesin isteriz. Belki de kendimize fazla yükleniriz; ne de olsa doğası gereği arızalarla doludur hayat, eksiklerle. Üstelik sebep olduğumuz acılar çok kere çektiklerimizden daha fazladır (Ingmar Bergman). Güngör’ün öyküleri bize bunu hissettirir, kahramanları onu dinlemese de.