Esrar-ı Cinayat

Esrâr-ı Cinâyât

AHMET MİTHAT EFENDİ

Günümüz Türkçesine uyarlayan: Mehmet Kanar İş Bankası Kültür Yayınları 2020 268 s.

Batılılaşma dönemi Türk Edebiyatı’nın kurucu yazarlarından Ahmet Mithat (1844-1912), edebiyatın hemen hemen her türünde eserler vermiş, yazdıklarıyla öncü olmuştur. Pek çok türün ilk eserlerinin altında onun imzası yer almaktadır. Çeşitli konuları işleyerek, yeni bir kurgu, dil ve üslup ile geniş okuyucu kitlesine ulaşmayı başarmış olan yazarın romanlarına bakacak olursak bunlardan bazılarının polisiye türünde olduğunu görürüz. O sıralar dünyada sadece az sayıda ülkede yazılan, yeni bir tür olarak ortaya çıkan polisiye romanın ülkemizde ilk örneklerini kaleme alan yazar yine Ahmet Mithat Efendi’dir. Sözünü etmek istediğimiz Esrâr-ı Cinâyât bu tür romanlardan olup, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika halinde yayınlandıktan sonra, 1884 yılında kitap olarak basılmıştır.

AHMET EKEN

Roman, İstanbul’un ilginç köşelerinden birinin, Boğaz’ın Karadeniz ile buluştuğu bölgede yer alan, “boyu dört yüz, eni yüz elli metre kadar büyüklükte ve şekli bir dereceye kadar beyziye yakın” bir kaya olan Öreke Taşı’nın tasviriyle başlıyor. Romanın ilk sayfalarında buranın denizciler için çok önemli olduğunu, bölgeyi tanımayan tekneler için büyük tehlike oluşturduğunu okuyoruz. Ama bir başka yanıyla da burası mehtabiye için güzel bir yer. “Karadeniz üzerini mehtabın gümüş rengi nurlarıyla aydınlanmış görmek” insana ferahlık veriyor.

Ancak bu çekici, güzel yerin “hicretin bin iki yüz yedinci salı günü” İstanbulluların okuduğu gazetelerde yer almasının nedeni, Öreke Taşı’nın bu özellikleri değildir. Balığa çıkan balıkçılar, buraya gelince biri kadın, ikisi erkek üç naaş ile karşılaşmışlar ve durumu zabıtaya bildirmişlerdir. Büyükdere zabıtası, durumu Beyoğlu merkezine iletmiş, merkez de olayı soruşturmak için müstantik Osman Sabri Efendi’yi görevlendirmiştir. İlk tahkikatta kadının parmaklarının kınalı olması nedeniyle İslam, erkeklerin üzerlerinde bulunan evraklardan olayı Kefalonyalı Rum oldukları anlaşılmıştır.

Olay yerine giden Osman Sabri Efendi, gördüklerinden sonra, şöyle bir kanata varır: mehtabiye safası yapmak için gidilmiş ancak, gidenler arasında bir kavga çıkmasıyla bu cinayetler işlenmiştir. Resmi raporuna bunları yazar, lakin bazı ayrıntıların cevabını hâlâ bulamamıştır. İki erkek tabancayla vurulduğu halde, kadın bıçakla öldürülmüştür. Sahil üzerindeki kan izleri, olaydan sonra bazı kişilerin Öreke Taşı’ndan yaralı olarak kaçtıklarını göstermektedir. Cinayet mahallinde bulunan yemek takımları İstanbul’un tanınmış bir mağazasından alınmıştır. Ve okuyucuya daha sonra söylenecek olan önemli bir detay da, kadının üzerindeki elbisenin ünlü bir terzi tarafından dikilmiş olmasıdır. Son bir delil ise, yerde bulunan ve kimsenin anlayamadığı bir dille yazılmış kısa bir mektuptur. 

Boğaz'ın Karadeniz'e çıkışındaki “Öreke Taşı”, Pompei Sütunu, 1615.

Osman Sabri’nin görünüşü mesleği ve yaptıklarıyla tezat teşkil etse de, kendisi olağanüstü maharetli ve şöhretli bir müstantiktir. Kimsenin gülüşünü görmediği bu çalışkan, dürüst ve becerikli memur nice bilinmezlerle dolu olayı aydınlatmış, suçluları adalete teslim etmiştir. Osman Sabri, elindeki az sayıda delilden yola çıkarak derhal harekete geçer. Yemek takımından bir yerlere varamasa da kadının üzerindeki elbisenin satıldığı mağazaya ulaşarak, giysiyi kimin aldığını tespit eder. Elbise, maktul kadın için, İstanbul’un tanınmış simalarından Hediye Hanım tarafından sipariş edilmiştir. Hediye Hanım zenginliği ve güzelliğiyle İstanbul’da tanınan bir kadındır. Ancak Osman Sabri’nin olay konusunda bilgilendirdiği Mutasarrıf Mecdeddin Paşa, Hediye Hanım’ın adını duyunca beklenmedik bir tepki gösterir ve Hediye Hanım’ın adının bu olaya karıştırılmamasını adeta emreder.

Osman Sabri, önce şaşırır ama dosyayı gerçeği tam aydınlatmadan da kapatmayacaktır. Eğer Mutasarrıf Paşa engelleyecek olursa, olayı basına yansıtacak ve üst makamların dikkatini çekecektir. Zaten başından itibaren özellikle Ahmet Mithat’ın adını söylemediği gazetenin meçhul muhabiri olayı izlemektedir. Bu meraklı muhabirle müstantiğin yolları olay nedeniyle kesişmiş, aralarında kendiliğinden bir iş birliği doğmuştur.

Bir süre sonra, Beyoğlu’nda bir intihar vakası olur, olay yerine gelen Osman Sabri, Halil Suri adlı bir kişinin kendisini asmış bulunduğunu öğrenir. Asılı bulunan adam çarşıda mağaza sahibi, kuyumculuk, saatçilik, sarraflık ve aracılık eden bir Araptır. Çevresi ondan olumlu sözlerle bahsetmektedir. İlk andan itibaren Osman Sabri, bunun bir intihar olduğundan şüphelenir. Öncelikle tavan çok yüksektir, bir kişinin oraya uzanıp ipi takması mümkün değildir ama, eve dışarıdan girildiğine dair herhangi bir iz de yoktur. Evdeki diğer insanlar bir şey duymamıştır. Odaya tek giriş pencereden olabilir, lakin o da üçüncü kattadır. Ayrıca odada bir de silah bulunmuştur.

Evin konuşkan hizmetçi kızı Osman Sabri’nin sorularını yanıtlarken, dedektifin tahminlerini daha da güçlendirir. Halil Suri bir süre önce herkesten gizli adalara pikniğe gitmiş, oradan yaralı dönmüştür, üstelik yanında götürdüğü yemek takımını almadan… Ve bu olayı herkesten gizlemiştir.

Ahmet Mithat Efendi

Otopsi yapan doktorların verdiği bilgiler, hizmetçi kızın anlattıkları bu intihar veya cinayetin kesin olarak Öreke Taşı’ndaki olayla ilişkili olduğunu göstermektedir. Osman Sabri, gözlerini bir kere daha Hediye Hanım’a çevirir ve yardımcısı, kılık değiştirme ustası Necmi’den onunla görüşmesini ister. Daha önce satıcı kadın kılığında konağa girmiş olan Necmi yine satıcı kadın kılığında konağa girer. Ancak bu sefer yanında Osman Sabri’nin piyasadan emanet aldığı elmaslar vardır. Ve onları satmak için Hediye Hanım ile görüşür. Kadın, elmaslara talip olur ve Necmi, değerli taşları bırakıp konaktan ayrılır.

Lakin günler geçer, kadın elmasları iade etmez ve bu işe aracılık eden Osman Sabri’nin çarşıdaki arkadaşı verdiklerini geri almak ister. Bu konu sonunda Mutasarrıf Paşa ile Osman Sabri’nin tartışmasına yol açar. İstifası istenen dedektif, bunu kabul etmez ve kendisini zimmete geçirmek suçlamasıyla tutuklatır. Mahkemeye çıkmak, yargılanmak ve gerçek suçlularının ortaya çıkmasını istemektedir. Çünkü elinde henüz açıklamadığı bazı şifreli mektuplar ve başka deliller vardır. Yayında da olup biteni olduğu gibi yazacak bir gazeteci…

Tutuklanmasının ardından gazeteci dedektifin kendisine verdiği bilgileri yayınlamaya başlar. Bu bilgiler, Mutasarrıf Paşa ile Hediye Hanım arasında bir iş birliği olduğunu, kadının yasa dışı işler yaptığını göstermektedir. Osman Sabri, Öreke Taşı cinayetinden hemen sonra toplamaya başladığı delilleri, incelemek ve soruşturma yapmak için kurulmuş komisyona sunar.

Komisyon, Hediye Hanım’ın çağrılmasına karar verir. Korkan kadın, Öreke Taşı olayının failinin Kalpazan Mustafa olduğunu açıklar. Konağa cariye olarak aldığı Peri’yi ve diğer iki kişiyi o öldürtmüştür. Olay gazetelere çıkınca büyük ilgi toplar. İnsanlar, yeni haberler için heyecanla ertesi sabahı beklemekte, o gün haber çıkmazsa bazıları gazeteye kadar gelip, gazeteciyi soru yağmuruna tutmaktadırlar. İşte herkesin gelişmeleri dikkatle izlediği ve nasıl bir hal alacağını merak ettiği bu günlerde yazarın adını söylemediği gazeteye Bükreş’ten bir mektup gelir. Mektubu yazan, kaçak Kalpazan Mustafa’dır ve olanları, yaptıklarını anlatmaktadır. Art arda gönderdiği altı mektup ile olayın üzerindeki sis perdesi kalkar…

Bundan sonrasını anlatmak Esrâr-ı Cinâyat’ın esrarlarını bir bir açıklamak ve romanın tadını kaçırmak anlamına gelir. Anlatmadığımız kısımlarda da daha pek çok entrika olduğunu söylemekle yetinelim!

 

 

 

Esrâr-ı Cinâyât, Ahmet Mithat Efendi, Günümüz Türkçesine uyarlayan: Mehmet Kanar, İş Bankası Kültür Yayınları, 2020.