Duygu kavramı politiktir

duygu politikası

Duygu Politikası

BRIAN MASSUMI

Çeviri: Hakan Erdoğan Otonom Yayıncılık

Altı bölümden oluşan röportaj-kitapta Brian Massumi’ye aralarında felsefe profesörlerinin, yazarların ve yönetmenlerin olduğu çeşitli isimler tarafından sorular yöneltilir. Massumi bu isimlerden “düşünmeme vesile olan suç ortaklarım” diye bahseder.

TUĞÇE YILMAZ

“Deleuze ve Guattari ideolojiden sonraki toplumdan bahsetmezler. Çok daha radikal bir iddiada bulunurlar: ‘İdeoloji yoktur ve asla da olmadı.’ Bu provokatif iddiayla, problemin baştan sonra yeniden ortaya konulması gerektiğini söylemeye çalışırlar. İdeoloji mefhumunu oluşturan kavramsal bağlar çözülmeli ve aralarındaki bağlantılar yeniden sorunsallaştırılmadır.”

Montreal Üniversitesi İletişim Bilimleri bölümünde bedenli deneyim felsefesi, medya teorisi ve siyaset felsefesi üzerine ders veren Brian Massumi, geçmiş dönemlerde televizyon şimdi ise internete, genel olarak da medya sanatı ve teknolojiye; küresel kapitalizmle birlikte yeniden düzenlenen iktidar biçimlerine, hareket deneyimine ve duyular arası ilişkilere odaklanmaktadır. Hakan Erdoğan’ın çevirisiyle Otonom Yayıncılık tarafından Türkçeye çevrilen Duygu Politikası’nda Spinoza, Deleuze ve Guattari, Massumi’nin başlıca ilham kaynakları. Ha tabii yer yer de Nietzsche!

Massumi, kitapta kendisine soru yönelten isimlerden biri olan Erin Manning’in kurucusu olduğu SenseLab kolektifiyle birlikte, felsefe ve sanat pratiklerini etkileşime sokmanın yeni biçimlerini keşfettikleri olaylara odaklanırken, kendi için biricik olana yönelerek duygunun başından beri politik olduğunu ortaya koymanın çabasına girişiyor ve nihayetinde ortaya Duygu Politikası kitabı çıkıyor.

Altı bölümden oluşan röportaj-kitapta Brian Massumi’ye aralarında felsefe profesörlerinin, yazarların ve yönetmenlerin olduğu çeşitli isimler tarafından sorular yöneltilir. Massumi bu isimlerden “düşünmeme vesile olan suç ortaklarım” diye bahseder.

Avustralyalı yazar, felsefeci ve yönetmen Mary Zournazi’nin sorularıyla açılan kitapta ilk soru ise “umut” ile ilgili. Massumi, umut mefhumuna bir iyimserlik yüklemez ve bu mefhumu başarı beklentisiyle ilişkilendirmez. Bulunduğumuz noktadan baktığımızda ve sınıf farklılıklarını, sürekli kötüye giden sağlığa erişim koşullarını, iklim krizini, yükselen ırkçılığı, sonu gelmeyen kadın ve LGBTİ+ düşmanlığını, işçilerin ve mültecilerin kitlesel bir şekilde yer değiştirmelerine yol açan politikaları düşünmeye başladığımızda, bu hattan iyimser bir iş çıkmayacağından bizler gibi o da emindir çünkü. Burada ve şimdide, yerleşik anlamıyla “umuda” yer olmadığı gün gibi ortadadır. Ancak Massumi bu mefhuma olumlu bir anlam yüklemeyerek düşünce sistemini bir yandan da “umutvari” bir zemine oturtur. Keza onda “duygu”nun karşılığı doğrudan “umut”tur. Massumi böylelikle duyguyu kişisel bir his olmaktan çıkarmayı ve ona politik kimliğini belki de en başından beri hak ettiğinin bu olduğunu düşündüğü için kazandırmaya çalışır. Ancak “Duygu (affect)” derken gündelik anlamdaki “Duygulanışı (emotion)” imlemez. Spinoza’nın bedeni etkileme ve etkilenme kapasitesi olarak ele aldığı duygudan bahseder. Böylelikle duyguyu öznellikten, ham deneyimden, iyi olan ve iyi hissettirenden ayırır.

Neşe yıkıcı, hatta acı verici olabilir mi?

Bu sistemi genel bir duygular kümesine uygulamaktan da çekinmez. Çünkü kitabın yegâne amacı, başta da belirttiği gibi, duygunun ne denli politik olduğunu ortaya koymaktır. Öyle ki, Mary Zournazi’nin sorularının yöneltildiği bölümde şu yanıtı verir: “Neşenin de mutlulukla aynı şey olmadığını düşünüyorum. Tıpkı Nietzsche’de iyinin kötünün karşıtı, Spinoza’da da neşenin (veya Nietzsche’nin terimiyle ‘şenlik’) mutsuzluğun karşıtı olmaması gibi. Neşe çok yıkıcı, hatta çok acı verici bile olabilir.”

Spinoza’nın yalın tanımı olan duygunun “etkileme veya etkilenme kapasitesi” olma meselesine Massumi bir örnekle açıklık getirir. “Etkilenmeyi” kapasite olarak ele aldığımızda örneğin bir darbenin kuvveti, bir direniş kuvvetiyle, belli bir direnme kapasitesiyle karşılaşan bir çarpma kuvvetinin ürünüdür, der. “Darbe nasıl bir eyleyişse bu kapasite de o kadar eyleyiştir. Darbeyi vuran yumruk kendi hedefini etkilemekle kalmaz, karşılaştığı direniş kuvvetinden kendisi de etkilenir. Vurmak bu darbeyi yemek kadar acıtıcı olabilir. Fakat bu ortak acı, bir rol dağılımını beraberinde getirir. O hâlde direnişe dönük bir duygu teorisini harekete geçirmenin ilk adımı, her karşılaşmada, sırf edilgen olmayan, hâlihazırda bir kapasiteyi ifade eden bir ilk direniş derecesi olduğunu ve belirleyici olanın da bu karşılaşmalar olduğunu anlamaktır.”

Massumi’nin etkileme ve etkilenme kapasitesi bağlamında ele aldığı bir diğer önemli tartışma ise geleneksel sol ile ilgili söyledikleri. Geleneksel solun ister umut ister korku isterse sevgi; hangi tür duygu söz konusu olursa olsun bunu harekete geçiremediği iddiasına kısmen katılır ve solun sermayenin kültürelleşmesi ya da toplumsallaşmasının, kitlesel medyanın yeni işleyişini kavrama konusunda gerisinde kaldığını söyler. Nihayetinde ise solun, kapitalizmin ve iktidarın işleyiş biçiminde yakın dönemde meydana gelen değişiklikleri önemseyerek başarıları ve yenilgileri gözden geçirerek kendisine yeni bir yol haritası çizmesi ve direnişi yeniden öğrenmeye çabalaması gerektiğini salık verir.

Antikapitalist bir varoluş fikri tartışmasında ise belki de günümüzdeki en yakıcı soruna değinir Massumi. Dezavantajlı olan veya olmayan herhangi bir grup, kendisini bütünüyle kendi çıkarlarıyla tanımlıyorsa ayrı bir otonomiye sahip olduğunun yanılgısıyla yaşar sadece, der. Beklenen sonda ise sıkışan, sadece kendine odaklanan, bir tür katı cisim hâlini almış grupların varlığından söz eder ve içine düşülen durumu “damar sertleşmesi”ne benzetir. Yani filmin sonunda izleyeceğimiz ya kalp krizi sahneleri ya da direkt ölüm anlarıdır.

Dünyaya inanmanın bir yolunu bulmak

Tüm bu sıkışmışlık içinde ise bize gerekenin, Deleuze’den mülhemle “Dünyaya inanmanın bir yolunu bulmak,” olduğunu söyler. Meselenin daima “Nasıl” sorusunu sormaktan geçtiğini söyleyen Massumi “Tüm bu kalabalık yeni bir kuruluşa, bir oluşun kuruluşuna nasıl taşınabilir” sorusunu kendimize yöneltmemizi ister. Nerede olursak olalım bir çıkış alanımızın ve gri de olsa açıklıkların mevcut olduğunu söyleyen Massumi tam da bu nedenle duygu kavramına başvurur. Hareket edecek bir alanın gerekliliğinden bahsederken en determinist sistem içinde bile nesnel bir özgürlük derecesi olduğunu vurgulamaktan kaçınmaz. Çünkü özgür değilsek bile o açıklarda manevra alanı tecrübe etmemiz son derece kıymetlidir. En sıkıştığımız anlarda/zamanlarda dahi bir manevra alanımız vardır. Kaldı ki kitapta da bu manevra alanlarımızın biricik çıkış yollarımız olduğu Massumi tarafından bir nakarat gibi tekrar edilir...