Balık mı tutsak, balıkçı mı?

Hayalet-Oğuz

Burası Orası Değil (Hayalet Oğuz Kitabı)

KAYA TANIŞ

Kırmızı Kedi Yayınları 2021 568 s.

“Hayalet pek çok açıdan Oğuz Hâluk’a çok uygun bir lakap. Ömer Uluç’un “sadece o an var olan bir insan” tespitini haklı çıkaran bir havada, kara gözlükleriyle, yazarların içki masalarında görünüyor. Daha doğrusu, onu tanıyanların hep söylediği gibi bir görünüp bir kayboluyor. Ama anlıyoruz ki sadece kendisi değil, kalemi de hayalet; senaryoların, çevirilerin hayalet kalemi."

JALE ÖZATA DİRLİKYAPAN

“Hayatı-Sanatı-Eserleri” alt başlıklı kitaplar, tezler vardır ya; kanonik yazarlara dair, neredeyse birörnek akışlara sahip, mesafeli bir üslupla yazılmış metinler. “Hayalet Oğuz Kitabı”nın alt başlığının “Oğuz Hâluk Alplâçin Yaşamı ve Eserleri” olması o metinleri anımsattı bana. Belki de Kaya Tanış hınzırca tam da bu geleneğe atıfta bulunarak, hiçbir zaman “hayatı-sanatı-eserleri” dairesinde düşünülemeyecek Hayalet Oğuz’a yakışır bir ironiyle başlatmak istemiştir kitabı. Evet, kuşkusuz bu kitapta Oğuz Halûk Alplâçin’in yaşamı ve eserleri var. Üstelik her yana saçılmayı, farklı adlarla farklı türlerde yazmayı/çevirmeyi, geçmiş yaşantısına dair ser verip sır vermemeyi, kendini bile isteye “bir şey olmak”tan alıkoymayı görev edinmiş birinden söz ediyorsak, bu “yaşama ve eserlere” ulaşmanın ne kadar meşakkatli olduğunu da tahmin etmek zor değil. Hele de derin bir özdeşleşmeyle, bu özdeşleşmenin getireceği duygusal yükün gözünü kör etmesine izin vermeden ama o yoğun duyguyu da baş tacı ederek iz sürmek işleri daha da zorlaştırır. Anlaşılan şu ki, bu kitap Tanış için sadece ve basitçe bir “proje” değil, bir yaşantı olmuş. Çatışmaları, kazançları ve apansız karşılaşmalarıyla, “Hayalet Oğuz kitabı” biraz da Kaya Tanış kitabı olarak okunabilir bu yüzden. Yazarın Alplâçin’in bir dönemyaşadığı Oğuz Apartmanı’nı bulup içeri girdiğinde hissettiklerini anlattığı iki cümle bu “yaşantı”yı özetliyor aslında: “Hayalet’ten zamanını, hatırasını, yalpalayarak yürüdüğü adımlarını istiyordum. Bunu hissetmek, bunu oracıkta içimde bir yerlere hapsetmek istiyordum.” (s. 40)

Hayalet’in dikkat çeken en önemli özelliklerinden biri hiçbir zaman kalıcı bir ikametgâha sahip olmamasıdır herhalde. Kaya Tanış önsözde tam da bu “evsizlikten” söz ederek, “kitabı, Hayalet için bir ev gibi çatmaktı derdim” diyor. (s. 14) Öyle de oluyor aslında. Tüm gücüyle ve imkânlarıyla, dostlarını da örgütleyerek Oğuz Hâluk’un bile isteye çevreye saçtığı parçaları, yaşam izlerini, yazı izlerini toparlıyor. Böyle “sıra dışı” insanlara dair dört koldan sıkça üretilen şehir efsanelerinden ve rivayetlerden uzak durarak, hakiki Oğuz’a hakiki bir ev inşa ediyor Tanış. Yazı-çizi dünyamızda kimliksizliğiyle özgür, özgürlüğünü kimlik edinmiş, başka türlüsü de elinden gelmeyen kişilere rastlanmaz pek. Herhangi bir nitelemeyle anmak zordur böylelerini. En başta o nitelemeleri reddederler çünkü. Üstelik sözleriyle değil, yaşantılarıyla reddederler. Oraya buraya dağılıp saçılarak kaybettirmeye çalışırlar izlerini. Kimse olmak istemezler. Hiç kimsedirler. Mahmut Makal’la Edip Cansever arasında yaşanan tartışmada Cansever’i savunan Hayalet’e Makal, “Sen kimsin be? Nesin sen? Yazar değilsin, çizer değilsin, ortalıkta dolaşıp duruyorsun. Ben seni tanımıyorum, sana söyleyecek bir sözüm yok” dediğinde, “Hiçbir şeyim” der Oğuz Hâluk. Bunu dedikten sonra da, Muzaffer Buyrukçu’nun anlattığına göre “alaycı bir sesle ve ısırır gibi” güler. (s. 54) Zira Makal’ın hakaretamiz sözleri Oğuz Hâluk’un tam da olduğu, olmakla varolmayı sürdürebildiği nitelemelerdir aslında.

Tanış’ın Ankara’da, Diyarbakır’da ama en çok Beyoğlu’nda iz sürerken hissettiği tedirginlik de bundan. Oğuz Hâluk’un kendisini bir yere sabitlemeyişine, bu yolda ödediği bedellere ihanet ediyormuş gibi hissetmesinden. Haksız da sayılmaz böyle hissetmekte. Görünür olmak istemeyen birini, bir hayaleti “görünür kılma çabası” (s. 33) onunkisi. Ama Hayalet’in bize yaklaşık 50 yıl sonra söyleyebileceklerini, yaşantısıyla gösterebileceklerini gözler önüne sererek ihanetle sadık kalıyor ona. Hayalet Oğuz’un belki de hiç aklına gelmeyen, hesap edemediği şey de, bir gün Kaya Tanış gibi bir yazarın çıkıp “avından el alarak” ona ihanet edeceği olsa gerek.

“Hayalet” pek çok açıdan Oğuz Hâluk’a çok uygun bir lakap. Ömer Uluç’un “sadece o an var olan bir insan” tespitini haklı çıkaran bir havada, kara gözlükleriyle, yazarların içki masalarında görünüyor. Daha doğrusu, onu tanıyanların hep söylediği gibi bir görünüp bir kayboluyor. Ama anlıyoruz ki sadece kendisi değil, kalemi de hayalet; senaryoların, çevirilerin hayalet kalemi. Tezer Özlü, “Hayalet Oğuz” metninde şöyle diyor onun için: “Aynı kitapları okuduk. O özellikle yeni çıkan telif kitaplarını ilk günden edinirdi. Ya yazar ona vermiş ya da Oğuz satın almıştı bile. Okuyayım, sana bırakırım, derdi. Ya da en ilginç, en olmayacak satır ve sayfaları bulur, yüksek sesle bana okur, kitabın özünü bir iki dakikada ortaya koyuverir, arkasından bir de şakasını yaptıktan sonra kitabı bırakır giderdi”. Bu satırları okuyunca şunu düşünmeden edemiyorum: Her türden sahiplikle olduğu gibi kitap sahipliğiyle de böyle ilişki kuran birinin fikir sahipliğiyle ilişkisi de kısmen böyle olabilir; çok da şaşırtıcı olmaz böylesi. Filmlerin senaryolarına sızması, hikâyelere, şiirlere, çevirilere, nerede olduğunu her zaman tespit edemeyeceğimiz, tespit edilmesin istediği izler bırakması hayaletliğinin gereğidir.

19. yüzyılın ilk bohemlerinden sayılan roman yazarı ve şair Henri Murger, Türkçeye La Bohem adıyla çevrilen Scènes de la vie de bohème kitabında şöyle diyor:

“Bohemler her şeyden az-çok çakarlar. Pabuçlarının delik-deşik veya gıcır-gıcır oluşuna göre her yere girip çıkarlar. Bir gün bakarsınız, lüks bir salonda ocağa dayanmış caka satmaktadırlar, bir başka gün de ucuz bir lokantanın çardağı altında yemek yerler. Yolda bir dosta rastlamadan on adım atamazlar ama, nerede olursa olsun bir alacaklıya rastlamadan otuz adım gidemezler. Bohemin kendine mahsus bir dili vardır, bunu herkes anlayamaz; bir sürü atölye, matbaa, tiyatro tabirleriyle, dedikodularıyla süslüdür. Bohem hoş ama tehlikeli bir hayattır. Galipleri olduğu gibi şehitleri de çoktur. Bu hayata girebilmek için ‘Veyl mağlûplara’ kanununu peşin olarak kabul etmek mecburiyeti vardır.”*

Burası Orası Değil’i okuduğunuzda Hayalet’in kendi dönemindeki yazar-çizerlerden farkını, onu Murger’nin tarifindeki gibi bir “bohem” yapan özelliklerini ayrıntılarıyla kavrıyorsunuz. Murger, “Bohem hayatı sanatçı hayatının başlangıcıdır. Yani bu hayat Fransız Akademisi’ne, kimsesizler yurduna ya da morga giden yolun başlangıcıdır” diyor. (s. 13) Hayalet’in bohemliği ise önce sanatoryuma, ardından erken bir ölüme giden yolun başlangıcı oluyor.

Bu bohemlik tarifi onun yaşam karşısındaki tutumunu da daha iyi anlamamızı sağlıyor. Malum, mevcut toplumsal kodların, deneyimlemeye alışık olduğumuz davranış kalıplarının dışında kalan kişilerle karşılaşınca, onlara hemencecik “tutunamayan” demeyi severiz. Kuşkusuz, Hayalet için de söylenmiştir bu. Öyle ya, eşya ve kimlik mülkiyetini reddederek, olağandışı bir yaşantı sürmüşse, bu olsa olsa “olağan”da, çoğunluğun yaşantısında tutunmayı beceremediğindendir. İsmail Sancak ve Hakan Demiralay’ın 1998 yılında hazırladığı hayalet adlı kısa belgeselde Ahmet Oktay bu meseleyi apaçık ve yalın bir biçimde çözümleyerek şöyle diyor: “O bir tutunamayan değildi. Oğuz Atay’ın romanının adı ve kahramanlarıyla ilintili olarak söylüyorum. Oğuz bir tutunmayandı. Bilerek, isteyerek tutunmadı. Çünkü o tutunmayış biçiminde kendisini doğrulayabilerek yaşadı.”**

Kendi kuşağından Tezer Özlü, Sezer Duru, Orhan Duru, Leylâ Erbil, Ahmet Oktay, Onat Kutlar gibi yazarların, İsmail Sancak, Hakan Demiralay gibi belgeselcilerin ve nihayet, en kapsamlı şekilde iz süren Kaya Tanış’ın sayesinde “Hayalet işte orada! İşte orada!” Tanımıyorsanız tanışın, tanıyorsanız çok daha iyi tanıyın derim.


* Henry Murger, La Bohem, çev. Turhan Göker, Güven Basım ve Yayınevi, İstanbul 1964, s. 18.

** İsmail Sancak ve Hakan Demiralay, hayalet, Belgesel, 1998.