Şeytanlar, ötekiler ve kimlik bunalımları

james hogg

Bağışlanmış Bir Günahkârın Özel Anıları ve İtirafnamesi

JAMES HOGG

Çeviri: Saliha Nilüfer İletişim Yayınları

İskoç yazar James Hogg’un 19’uncu yüzyılda yazdığı Bağışlanmış Bir Günahkârın Özel Anıları ve İtirafnamesi hem bir gotik hikâye, hem bir dinî anlatı, hem bir hiciv, hem bir suç ve gizem hikâyesi, hem de “postmodern” bir eser olmayı başarıyor. Yaşamını çobanlıkla yürüten Hogg’un sınırlarını aşan hayal gücünün ve akıcı kaleminin gizemini ise İskoç dağlarına, bir ihtimal bazı koyunlara, içinde bulunduğu ikilemli tarihe ve okuduğu romantik şairlere sormak gerek belki de...

BUSE ÖZLEM BAY

Saliha Nilüfer’in çevirisiyle yeniden basılan Bağışlanmış Bir Günahkârın Özel Anıları ve İtirafnamesi, iki anlatıdan oluşuyor: başkarakter Robert Wringhim’in itirafnamesi ve bu itirafnameyi bulup yayımlamaya karar veren “yayıncının” anlatımı. Yayıncının anlatımı, kitapta bir nevi bu itirafnameye çerçeve görevi görüyor. Roman onun, bu metin hakkındaki görüşleri ve tarihî duyumlarıyla başlayıp yine onun düşünceleriyle son buluyor. Geri kalan kısımlarda da okur Robert’ın anılarıyla baş başa kalıyor.

Robert dünyaya geldiği ailenin ikinci çocuğu ve babası tarafından kabul görmüyor. Bu nedenle din adamı Mr. Wringhim’in yanında büyüyor. Ağabeyi George ise babasıyla kalıyor. İkisi de yanlarında bulundukları baba/otorite figürlerinin birer kopyası oluyorlar. Onların sahip oldukları düşünce sistemlerinin birer örneği hâline o kadar çok geliyorlar ki, ikisi de bu baba figürlerinin isimlerini alıyor, böylece aslında ikisi de kimliksiz ve kişiliksiz birer sembole dönüşüyorlar. George daha seküler ve Robert’a nazaran daha özgür bir ortamda yetiştirilirken; Robert, Mr. Wringhim’in Kalvinist öğretilerine ve “seçilmiş kişi” olma inancına maruz kalıyor. Kalvinist inanca göre cennete ve cehenneme gidecek olanların önceden Tanrı tarafından seçildiğine inanıyor. Bu fikirle büyüyen Robert, cennete gidecek olan seçilmişlerden olduğuna ikna oluyor. Böylece, cennetin ve her türlü günahın yolu ona açılmış oluyor, çünkü Robert artık “bağışlanmış bir günahkâr.” Tanrı onu çoktan evine davet etti. Bu bilinçle Robert, George’u öldürüyor, tıpkı Kabil’in Habil’i öldürdüğü gibi... Bu, Robert’ın ilk cinayeti oluyor, ama kesinlikle son değil; zira o artık bir seri katile dönüşüyor.

Robert bu cinayetleri işlerken yalnız değil ya da o yalnız olmadığını düşünmek istiyor: Artık Gil-Martin yanında. Gil-Martin ya şeytanın ta kendisi ya da Robert’ın karanlık “ötekisi”, bölünen kişiliğinin kötücül bir parçası... Roman, bu belirsizliğe kesin bir yanıt vermeyip cevabı okuyucuya bırakıyor. Kimi zamanlar Gil-Martin’in şeytanın ete kemiğe bürünmüş hâli olduğuna ikna oluyoruz. Şekil değiştirebiliyor, diğer insanlar tarafından fark edilebiliyor, birçok doğaüstü olaya sebep olabiliyor ve Robert’ı manipüle etme konusunda gerçekten usta olduğu anlaşılıyor. Kimi zamanlarda ise onun sadece Robert’ın sanrılarından ibaret olduğunu ve gerçek kötünün aslında Robert olduğunu düşünebiliyoruz. Bu noktada, Robert ve yayıncının anlatımlarının birbirleriyle çelişmesi, romana iyice esrarengiz bir hava katıyor; taraf tutmak, kimin doğru söylediğine inanmak bize kalıyor.

Robert insanlığın yeni kurtarıcısı olduğuna inanıyor. Tıpkı İsa gibi yeni bir önder... Dünyayı kurtarmaya ve temizlemeye geldiğine inanan birçok diktatör gibi, bu yolda her şeyin mubah olduğuna kendini ikna ediyor. İplerine dolandığı bu gerçekleşmesi imkânsız inanç da onun kendi tuzağı oluyor. Bu yolda kimse onun bir kurtarıcı olduğuna inanmıyor, gittiği her köyde bir şekilde eziyet görüyor ve kovuluyor. İsa’ya da inanmayanlar olduğunu ve yine aynı insanların onun da ölümüne neden olduğunu unutuyor. İnsanlar bazen bir mucizeye inanıp diğerine inanmak istemeyebiliyor ve hatırlanmak istenen ıstırap ve sefalet değil de yine sadece şan ve ihtişam oluyor.

Ama bunu da anlıyoruz. Babanın sevgisizliğinin oluşturduğu boşluğu sadece Tanrı’nın takdiri ve tüm insanlığın sevgisi doldurabilir sanıyor Robert. Ne kadar kirli olursa olsun, bir şeylere tutunmak istiyor, yalnız kalmak istemiyor, çünkü yalnızlık kendisiyle birlikte şeytanlarını da getiriyor. Arkasında bıraktığı itirafname ise bu çığlığının somut bir göstergesi âdeta... Okunmak, anlaşılmak ve varlığının onaylandığını hissetmek istiyor ve İsa gibi, o da öldükten sonra -içerikleri ne kadar farklı olsa da- sözlerini yayabiliyor.

Ve James Hogg da, tıpkı karakteri gibi, kendi yolunda başarıya ulaşıyor denebilir. Onun da, yaşadığı dönemde ne kadar anlaşıldığından emin olmamakla birlikte, yazdıklarının şimdi çok daha farklı bir gözle okunduğunu söylemek mümkün. Tek bir doğrunun olmadığını kabullenen postmodern dünya, romanın sunduğu farklı anlatıcılara ve bakış açılarına çok daha anlaşılır bir şekilde bakıyor. Romanda kendini bir karakter olarak da sunan Hogg, böylece “gerçek” ve “kurgu” fikriyle oynarken, karakteri Robert aracılığıyla da döneminden çok önce “varoluşçu” sorulara cevap arıyor. Yazdığı bu zamansız ve evrensel romanıyla, bu huzur bozucu anlatımı ve tavrıyla daha çok okunmayı ve anlaşılmayı hak ediyor.