Babanın ya da ölümün mirası

Baba-Mirası-Philip-Roth

Baba Mirası – Gerçek Bir Hikâye

PHILIP ROTH

Çev. Avi Pardo YKY, 2019 144 s.

Baba Mirası'nın Philip Roth'un öteki metinlerinden farkı, hissedilen acının çok daha doğrudan ve sahici oluşunda... Metnin ya da günlüğün öznesi hastanın kendisi değil, babasıyla bazı hesaplaşmalar için süresinin azaldığını bilen, eli kolu bağlı bir oğul; belki bütün farkı yaratan budur.

UMUT DAĞISTAN

Philip Roth yirminci yüzyılın ikinci yarısında Amerikan edebiyatının Bellow ve Updike ile birlikte en etkili romancılarındandı. Müthiş üçlünün son halkasıydı. Bir röportajında, “Bellow ve Updike ellerindeki fenerle dünyayı olduğu gibi gösterirler, bense bir delik açarım ve fenerimi o deliğin içini aydınlatmak için kullanırım,” demişti. Romanlarında bir fikri en uç noktasına götürme konusunda hep ısrarcı olmuştu. Her daim tartışmalara konu olan eserlerinde bir anlamda modern Amerika’nın kronolojisini çıkarmıştı. Siyahilerin toplumsal hayata kabul mücadelelerinden Kore Savaşı’na, çocuk felci salgınından Monica Lewinsky skandalına, çiçek çocuklarından Vietnam Savaşı’na kadar fonda ABD’nin toplumsal yaşamını yazarken, böylesi büyük meselelerin altında ezilen Amerikan orta sınıfının kaybolmuş hayatını işledi. Cinsellik, yabancılaşma, kimlik mücadelesi, antisemitizm, bir cemaate ait olma, sanat gibi temalar eşliğinde, yalnız erkeklerin bedensel tutkular ve toplumsal normlar karşısında verdikleri ve kaybettikleri mücadeleleri anlattı ekseriyetle.

Pulitzer’den Man Booker’a, Dublin Impact’den Franz Kafka’ya, Pen Faulkner’dan Medicis’e kadar birçok ödülün sahibi oldu. En son 2011 yılında Barack Obama’nın elinden National Humanities madalyasını aldı. Amerikan edebiyat ve sanat çevreleri onun Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmesini istedi hep. Ölümüne kadar böylesi bir onurlandırma birçok kesim tarafından beklendi. Ama başka birçok iyi yazar gibi Roth da Nobel alamadan tarih sahnesinden ayrıldı. Onun için önemli miydi? Pek sanmıyorum. Ama 2008 yılında dönemin Akademi Sekreteri Horace Engdahl, Amerikalıların serzenişine bir anlamda yanıt verdi: ABD’yi edebi anlamda fazla izole bulduğunu, yeterli sayıda çeviri yapmadıkları için Amerikalıların edebiyattaki büyük diyaloğa katılamadıklarını söyledi. Bu kanımca sadece kişisel bir görüş değil, Akademinin Amerikan edebiyatına bakışıydı. Amerikan edebiyatının ve İngilizcenin kültürel hegemonyası karşısında Akademinin aldığı bu politik kararın, periferideki edebiyat çevreleri tarafından memnuniyetle karşılandığı söylenebilir.

Peki Philip Roth izole bir yazar mıydı? Roth’un Amerikan hayatıyla alakalı konuları işlemesinde, yaşadığı kültürü merkeze almasında şaşılacak bir durum yok. Bir romancıdan beklenen de bu olmalı. Üstelik Roth bunun yanı sıra evrensel insanlık hallerini de son derece cesur bir dille yazmaktan geri durmadı hiç. Özellikle içinden çıktığı Yahudi cemaatini daha önce pek olmadığı şekilde eleştirerek, onunla tatlı tatlı dalgasını geçerek, bazen kavga ederek, cemaat kültürünün bireylerin hayatlarında nasıl da boğucu bir atmosfer yarattığını anlattı durdu. Onun romanlarında cemaat sadece dini bir topluluk değildi, farklı formları vardı. Bazen çekirdek aile, bazen devletin bizatihi kendisi, bazen okul ya da kurumsallaşmış her türlü davranış kalıbı, bazen sanat çevresi kendi normlarını dayatarak onun erkek karakterlerini eziyordu hep. Bu baskı altında bocalayan erkek kahramanların nefes aldığı tek alan ise cinsellikti. Ya da onlar öyle sanıyordu. Zira içeride yaratılan boşluk skor peşinde koştukça dolmuyordu bir türlü.

Philip Roth’un Baba Mirası adlı eseri onun en kişisel metnidir. Babayla yapılan oldukça geç kalmış bir hesaplaşmadır. Aslında baba figürü Roth’un romanlarında hep önemli bir yer tutmuştur. Ancak baba çocuk ilişkisi hiçbir zaman şefkatli ve anlayışlı olmamıştır. Öfke’de Marcus evden uzaklaşmak istediğinde babasının direnişiyle karşılaşır. Babası onun dış dünyada başarılı olamayacağına ve başına büyük bir felaket geleceğine inanmaktadır. Marcus da bu kehanetten kaçamayacaktır. Ölen Hayvan’da anlatıcı geleneksel baba rolünü reddettiği için oğluyla sağlıklı bir ilişki kuramaz bir türlü. Philip Roth’un alter egosu olan Nathan Zuckerman’ın anlatıcısı olduğu Pastoral Amerika’da Seymour karakterinin imrenilen yaşamı, kızının yaptıkları yüzünden bir felakete döner. Roth’u ünlü yapan ve en sansasyonel romanı olan Portnoy’un Feryadı’nda anlatıcının problemlerinin  –ya da feryadının mı diyelim– kaynağı büyük oranda ailesi ve babasıdır.

Bu açıdan bakınca, Roth’un otobiyografik romanı diye lanse edilen Baba Mirası, baba oğul ilişkisine ondan beklenmeyecek kadar şefkatli yaklaşıyor. Belki de kurgu olmadığı için böyledir. Bir romancının metninin –hele söz konusu yazar Philip Roth’sa– ne kadarının kurgu ne kadarının gerçek olduğu her zaman spekülatif bir konu olmuştur. Roth’un yazdığı dokuz romanın anlatıcısı Nathan Zuckerman karakterinin hayatı, yazarının hayatıyla neredeyse bire bir aynıdır. Üç romanında ise anlatıcı David Kepesh adlı bir akademisyendir. Yazarın karışık gönül ilişkilerinin benzerlerini Bay Kepesh de yaşamıştır! Roth gerçek ve kurgu arasındaki ince çizgiyle oynamayı sevmiştir hep.

Baba Mirası, bir tür hastalık günlüğü gibi kurgulanmış. Roth’un metinlerindeki ince mizahı, sert sahneleri, suskun bekleyişleri fazlasıyla barındırıyor. Ama diğerlerinden bir farkı var: Hissedilen acı daha önce hiç olmadığı şekilde doğrudan ve sahici. Metnin ya da günlüğün öznesi hastanın kendisi değil, babasıyla bazı hesaplaşmalar için süresinin azaldığını bilen, eli kolu bağlı bir oğul; belki bütün farkı yaratan budur.

Baba Herman Roth’un 86 yaşında yüzünün bir tarafının felç olmasıyla başlıyor metin. Bunun daha büyük bir şeyin habercisi olduğunu herkes için için seziyor ama. Doktor randevuları, inkâr ve ameliyat planları arasında beynindeki urla Herman Roth sona doğru yaklaşırken hem oğlu Philip Roth hem de biz okuyucular onun gösterdiği dirayete hayran kalıyoruz. Metin ilerledikçe bunun aslında bir sürpriz olmadığını anlıyoruz. Herman Roth’un bütün hayatı mücadele içinde geçmiş zaten. Derisi epey kalın. Ancak ölmek de kolay iş değil tabii. Onun gardının düştüğü, fazladan bir iki yıl için doktorla pazarlığa giriştiği yerlerde, Philip Roth’un sessizce babasını izleyerek çaresizlik içinde tüm hayatını sorguladığı anlarda elimizdeki metin giderek ağırlaşıyor. Onu tutmakta zorlanıyoruz.

Baba Mirası birçok etkileyici sahne barındırıyor. Günlük hayatın her durumda, ölüm karşısında bile varlığını sürdürmesi, aile yadigârlarının tek başına bir hayatı özetleyecek güce sahip olması, bir zamanlar korkulan güçlü bir babanın yavaş yavaş çocuklaşması ya da bir çocuğun ancak elli yaşından sonra babasının karşısında büyümeye başlaması, sıradan bir akşam yemeğinin bazen koca bir hayatın muhasebesine dönüşmesi gibi çok birçok çarpıcı sahne var. 

Sorulduğunda klişe kaçan ancak deneyimlendiğinde acı veren o bildik soruyla sonlanıyor metin: Bir insan neden ölmek zorundadır? Can yakan bu soruya verilen yanıt hem bir isyandır hem de o makus sonu kabul etme yolunda atılan nihai adım. Philip Roth’a göre ölmek de bir iştir ve pek az insan bu konuda iyidir. Baba Herman Roth belki iyi bir baba olamamıştır, ama hayatının her döneminde iyi bir işçi olmuştur.