Dünya

Özgürlük ve güvenlik arasında gelecek: İklim, enerji ve uluslararası rekabet

Eski çağlardan bu yana rekabetin ana unsurlarından olan askeri güce karşılık, yakın tarihten günümüze devletler arasında rekabet ekonomi üzerinden gerçekleşiyor

27 Kasım 2021 00:00

*Buğra Kavuncu

Sanayileşen dünyayla birlikte bu rekabet daha da hızlandı. Teknolojinin ilerlemesiyle entegrasyon daha fazla arttı. Teknolojik değeri yüksek, inovatif ürün üretebilen ülkeler de bu süreçte ön plana çıktı. Yeni ve hayatı kolaylaştırabilen ürünlere rağbet artarken, bu süreç bu ürünlerin önemini de artırıyor. Bu ürünlerde Batı ülkelerinin öne çıktığı da çok bariz. SSCB'nin yıkılmasıyla Batı; sanayi, teknoloji ve üretim alanında çok büyük adımlar attı ve adeta rakipsiz kaldı. Bu noktada, Batı'ya alternatif olabilecek tek güç olarak Çin devreye girdi. Çin'in muazzam insan gücü ve bir varlığı görüp, alıp kopyalayabilme avantajı, onu diğer ülkelerden daha farklı bir noktaya taşıdı. Kendine özgü ekonomik yapısı ve ülkenin kültürel-ideolojik geçmişi ile sistemi, Çin'in başlı başına bir model olarak öne çıkmasını sağladı. Çin'in maliyet avantajını bir şekilde dengeleyecek veya bir ürünün kopyalanma ihtimalini daha düşük noktalara çekebilecek yaklaşımlar, Batı ile Çin arasındaki mücadele dinamiğinin yalnızca bir noktasını oluşturuyor.

Bütün bu rekabetin oluştuğu ortamda, özellikle gümrük duvarlarının yükseltilmesiyle alakalı Batı'nın Çin'e yönelik bazı önlemlerinin var olduğunu görüyoruz. ABD, süreci hem somut hem de soyut duvarlar inşa etmeye kadar götürürken, Çin ise adeta kapitalist dünyayı ve piyasa ekonomisini savunan bir noktaya geldi. Çünkü Çin'in buna ihtiyacı var; artık kabuğuna sığamayan bir devlet açısından bu çok normal. "Bir Yol Bir Kuşak Projesi", bu açıdan gelecekte piyasaları ve düzeni alt üst etme potansiyeline sahip. Zaten Çin, son 30 yıldır, özellikle SSCB'nin dağılmasının ardından hızlı bir yayılma çabasını yansıtmaya başlamıştı. Özellikle Türkistan coğrafyasında birçok ülkenin kaynaklarına ortak olurken, Çinli firmalar da dünyanın birçok yerinde çok aktif bir konum üstlendi. Öte yandan coğrafi sınırlar yalnızca Türkistan'la sınırlı kalmadı. Çin, Balkanlar'da özellikle Sırbistan'a[1] ve Afrika'ya ciddi yatırımlar yapıyor.[2] Hem çok ucuza çalışabilen iş gücü hem de elindeki likidite, Çin'e çok büyük bir avantaj sağlıyor. Çin'in, pazarlarda çok daha hızlı hareket edebilme kabiliyeti var. Batılı firmaların uymakla mükellef olduğu sınırlar ve değerlere karşı Çinli kuruluşların daha sınırsızca ve hızlı ilerleyebildiği gözlemleniyor.

İklim değişikliği ve politika: Dengeler nasıl değişecek?

Tam da bugünlerde, COP26'da küresel ısınmaya karşı bir çözüm geliştirildiği ve fosil yakıtların azaltılması ve süreç içinde tamamen kullanımdan kaldırılması yönünde bir kamuoyu oluşturulduğu anlaşıldı. Bu, elbette iklim açısından faydalıdır ve geleceğe dair önemli ölçüde etkili olacaktır. Ancak karar alıcı konumundaki Batılı ülkeler açısından korunacak diğer alan, Batı'nın pazarları olacaktır. Bu hamleyle Batı; Türkiye, Rusya ve Çin gibi ülkelere fosille üretilen ürünleri pazarına almayacağını iletmiş olurken, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere yönelik duvarlarını bir kez daha göstermiş oldu. Batı'da bu tavrı, Doğu Türkistan'daki insan hakları ihlallerini gündeme getirirken de görüyoruz. Özellikle bizler her ne kadar bu konuda insani duygularla yaklaşıyor olsak da Batı'nın yaklaşımı ve Çin arasındaki savaşı iyi görmek gerekiyor. Birçok kararın altında karşılıklı mücadele ve hâkimiyet kavgası görülüyor. Küresel ısınmayla ilgili alınan kararların temelinde de bu var. İklim krizinin politik bir argümana dönüşmesi; göçmen krizi, ekonomik sorunlar ve yükselen toplumsal huzursuzluklarla birlikte bütün dünyayı etkileyen "zamanın ruhunu" yaratıyor.

COP26, iklim kriziyle birlikte değerlendirildiğinde yalnızca iklimi değil devletler arası rekabeti net olarak yansıtması bakımından dikkat çekici bir hâl aldı. Hindistan, Çin ve Güney Afrika'nın, kömürün tamamen kullanımının devreden çıkarılması yönündeki öneriyi reddettiği görülürken, bu ülkeler kömür kullanımının yavaş yavaş azaltılması yönünde bir maddeye yöneldiler ve ısrarcı oldular. COP26'da, 40'ı aşkın ülke kömür kullanımını sonlandırma sözü verdi. Fakat Çin, ABD, Avustralya ve Hindistan gibi ülkeler taahhütte bulunmadı.[3] Aslında bu konunun yeni olmadığı ve iklim-enerji arasında ülkelerin rekabeti yeni bir sahaya yönlendirdiği görülüyor. Nitekim Dünya gazetesinden Didem Eryar Ünlü'nün, 13 Eylül 2018 tarihli köşe yazısında açıkladığı ve Fransız düşünce kuruluşu IDDRI (Sürdürülebilir Kalkınma ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) ve Birleşik Krallık merkezli araştırma ağı Climate Strategies'in liderliğindeki Coal Transitions (Kömürsüz Ekonomilere Geçiş: Kömürün Geleceği Hakkında Araştırma ve Diyalog) isimli konsorsiyumun açıkladığı rapora göre Çin, Hindistan, Güney Afrika, Avustralya, Polonya ve Almanya'nın 20 ile 30 yıl içinde kömürü neredeyse tamamıyla sıfırlayabileceği iddia ediliyor.[4]

Kömür, gelişmiş ve köle

Batılı ülkeler, yıllarca kömürle sanayileşti ve aslında bugünkü küresel ısınmanın arka planında da bu yer alıyor. SSCB'nin de bu yönde olumsuz anlamda ciddi etkisi oldu. Şimdi ise Batı, ortaya çıkan sonucun faturasını diğer ülkelere kesiyor. Gelişmekte olan ülkelerin ise buna dayanma ve ayak uydurabilme gücü çok düşük. Bu durum, Çin'de biraz daha dikkat çekici bir noktada yer alıyor. Çin, 2013 ve 2018 yılları arasında yurt dışı kamu finansmanının yarısını kömür santrallerine sağladı. Bu durumda ekonomik büyümeyi hızlandırmak için enerji kapasitesini artırmaya istekli birçok Afrika ve Asya ülkesi açısından Çin, cazibeli bir kredi merkezi olarak ön plana çıktı.[5]

Burada, iki şeye dikkat edilmesi gerekiyor: Global kararların arkasındaki temel niyetleri ve bunların yan etkilerini görebilmek ve ikincisi; olmazsa olmaz olan, kıymetli, yeni ve piyasalarda değeri olan ürünler üretebilme mecburiyetini yansıtabilmek. Aksi durumda ortaya çıkan tablo, gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki hassas ayrımdan ziyade gelişmiş ülkeler ve köle ülkeler arasındaki katı ayrıma dönüşecek. Bu açıdan Türkiye'nin, böyle bir ayrımda arzu edilmeyen bir konumda olma ihtimali çok yüksek.

Özgürlük ve güvenlik arasında

Bugün dünya, bizim konuştuklarımızdan farklı birçok farklı süreci ve durumu konuşuyor. Yeni para birimleri, sanal platformların öne çıkması ve seçim süreçlerini etkileme/manipüle etmede bir araç olarak kullanılması, NFT'nin giderek yaygınlık kazanması gibi birçok faktör, ekonomi ile toplumsal yaşamı ve beraberinde uluslararası düzeni etkileyecek yeni bir sürecin işaretini veriyor. Üretim araçları değişirken, dünyanın en büyük ilk on firmasının bilançolarındaki demirbaşların değerinin çok düşük olduğu fakat şirketlerin inovatif değerin yüksek olduğu gözlemleniyor. Kirletilen dünya haricinde artık uzaydaki düzeni bile konuşur hale gelen bir dünya, bu değişim süreciyle birlikte yeni huzursuzlukları barındırıyor. Dünyanın her yerinde yükselen ve sınırları aşan huzursuzluk dalgası; birey, devlet ve toplum arasındaki ilişkileri de kökünden dönüştürüyor. Dünyanın en büyük firmalarının sahip olduğu ana değer yazılım ve milyonlarca insanın bu platformlarda yer alışı, veri analizini ve depolamasını da önemli hale getiriyor. Ekonomik olarak alıştığımız yapıdan bambaşka bir yapıyla karşı karşıyayız. Bu kritik dönemeçte geleceğin en büyük ayrımı, nihayetinde özgürlük ile güvenlik arasında olacaktır. Özgürlük ile güvenlik ikilemi, pandemi sürecinde daha da görünür hale gelen ve geleceği toplumsal-siyasi düzeyde şekillendirecek bir noktaya evriliyor. Bu noktada, Daron Acemoğlu'nun IMF özel dersindeki aktarımı dikkat çekici. Acemoğlu, salgın döneminde beceriksizlik ve kurumsal özerkliğe saldırıların bütün dünyada devlete ve kurumlara güveni sarstığını belirterek pandemi sonrası için 4 senaryo sıralıyor: "Alışılageldik Trajik İşler", "Küçük Çin", "Silisyum Yönetim" ve "Refah Devleti 3.0". Küçük Çin modeli çok dikkat çekici: "Krizden yanlış bir ders çıkarılarak otoriter bir yönetimin göreli olarak demokrasiden daha iyi sonuçlar verdiği zannına kapılmak."[6]

Dünyanın yaşadığı bu süreç, elbette Türkiye açısından da belirli işaretler veriyor. Giderek otoriterleşen, hukuktan uzaklaşan, kurumsallıktan sıyrılan bir rejimin, bu yapı içerisinde ekonomik olarak "Küçük Çin" modelini örnek alması, Türkiye gibi demokratik ve kurumsal yapısı uzun ve güçlü temellere dayanan bir kurumsallığın kabul edebileceği bir süreç değil. Güçlü bir toplum mühendisliği ile despotizme varan uygulamalar, gittikçe gözetim toplumunu güçlendiren ve kış saati uygulaması ile üretim sürecini Sanayi Devrimi Avrupa'sındaki gibi karanlıklara hapseden bir yapı, geleceğin Türkiye'sinde yer almamalı. Makro düzeyde, şu gerçekle yeniden yüzleşmek durumunda kalıyoruz:

"Çin, demokratik olmayan ülkeler için ekonomik anlamda bir model haline geliyor."[7]


* Buğra Kavuncu, İyi Parti İstanbul İl Başkanı


Kaynakça