Söyleşi

Nedim Saban: Sanatla farkındalık yaratmak çok önemli

Nedim Saban, T24'ün 'Süper İyi Günler' hakkındaki sorularını yanıtladı

28 Ocak 2019 15:11

METİN KAAN KURTULUŞ

Tiyatrokare’nin yeni oyunu “Süper İyi Günler”, ocak ayı başında tiyatroseverlerle buluşmaya başladı. Yazar Mark Haddon’ın çok satan romanından uyarlanan oyun, Asperger sendromu olan 16 yaşındaki Christopher Boone’un esrarengiz bir cinayeti aydınlatmaya çalışmasını anlatıyor. Daha önce dünyanın birçok ülkesinde farklı uyarlamalarla sergilenen oyun, Broadway uyarlaması ile bir Tony ödülü kazandı.

Tiyatrokare’nin kurucusu tiyatrocu Nedim Saban tarafından Türkçeye kazandırılan ve yönetilen oyunda Emir Özden, Ayça Erturan, Korel Cezayirli, Didem İnselel ve usta oyuncu Celile Toyon yer alıyor. Oyunda Emir Özden’in canlandırdığı Christopher Boone’un iç dünyasını anlayabilmemiz için üç boyutlu animasyonlar eşliğinde 80 metrekarelik bir LED ekran kullanılıyor.

Saban, T24’ün Türkiye’de tiyatrocu olmak ve “Süper İyi Günler” hakkındaki sorularını yanıtladı. “Süper İyi Günler” ile Tohum Otizm Vakfı arasındaki işbirliğini anlatırken “Bence sanatla farkındalık yaratmak çok önemli” diyen Saban, oyunun sahne tasarımı için verdikleri çabalardan da bahsetti. Saban ayrıca Türkiye’de tiyatro yapmanın zorluklarını anlattı.

Nedim Saban’ın T24’ün sorularına verdiği cevaplar şöyle:

Nedim Bey, Bize “Süper İyi Günler”den biraz bahsedebilir misiniz?

“Süper İyi Günler”, "The Curious Incident of the Dog in the Night-Time” adıyla Londra’da 10 yıldır oynanıyordu, bir ara verdi, geçen hafta tekrar başladı. Daha sonra Broadway’e geçen, çok çok ses getiren bir oyun. Bu oyun Mark Haddon’ın kült olan polisiye romanından uyarlandı. Yani polisiye dediysem daha çok kült bir gençlik romanı. Aşağı yukarı dünyanın 32 ülkesinde çok sevilen romanın diğer adı da “Christopher Boone’un sıra dışı yaşam öyküsü”. Çok sevilen bir 16 yaşındaki çocuğun hikayesi.

"Sanatla farkındalık yaratmak çok önemli"

Oyun ve kitap konusunda en çok dikkat çeken şeylerden biri de ana karakterin Asperger sendromu olması ve sizin Tohum Otizm Vakfı ile yaptığınız ortak çalışma. Sizce bu oyun halkımızda otizm konusunda farkındalık yaratabilir mi?

Bence sanatla farkındalık yaratmak çok önemli. Tabii ki hiç kimse bir tiyatro oyununa farkındalık için gitmez ama sanat farkındalık yaratır ve bu da sevgiyi yaratır. Bizim bu oyunu yaparken en büyük hedefimiz Christophe Boone gibi bir arkadaşınız olsun, yani bunu istiyoruz. Biliyorsunuz Aspergerliler aslında otizm spektrumunun çok ufak bir bölümü. Hani otizm çok geniş bir spektrum ve neredeyse sadece 68’de 1 olan bir, hastalık demeyelim, bu bir davranış biçimi diyelim. Bazen ‘otizme çare’ diye tabelalar görüyorsunuz, böyle bir şey yok. Ancak eğitim ile çözülebiliyor ve bu davranışlar tekrar öğretilebiliyor. Yani bir hastalık iyileştirir gibi değil.

Tohum Otizm Vakfı ile beraber farkındalık yaratabilir ve bu karakterlerin farkına varabiliriz. Einstein da bir Aspergerliydi. Dolayısıyla Asperger sendromu ile dünyanın daha güzelleşebileceğine, daha değişik bir yer olabileceğine inanıyoruz. Amacımız da gerçekten bu.

Christopher Boone çok eğlenceli bir karakter. Matematik ve uzay bilimiyle arası çok iyi. Asal sayıları 7 bin 507’ye kadar ezbere biliyor. Sadece hayat ile ilgili bir derdi var. Bu da bütün dramanın özünde olan bir şey. Bir karakterin dramatik olması için hayatla bir derdi olması lazım.

"Rolü Emir'e teslim ettiğimiz için çok mutluyuz"

Kitabın tanıtımında Christopher’ın “dünyanın en dikkatli dedektifi” olduğu yazıyor. Bu karakteri de sizin çevirip yönettiğiniz oyunda Emir Özden canlandırıyor. Bu karakteri oynayacak doğru kişiyi bulmak zor muydu?

Çok uzun sürdü, çok çok uzun sürdü. Şunu söyleyeyim; bizim genç arkadaşlarımızın aldığı eğitimde çok fazla ‘text’e (yazılı senaryo) bağımlılık, bir barışıklık yok. Christopher 2 buçuk saat boyunca, karmaşık şekilde konuşan bir karakter. Dolayısıyla ‘text’i çok iyi anlayıp bunu hayata geçirebilmek önemli. Bazen Emir’e “ben olsam bu rolü kabul etmezdim” diye takılıyorum. Çünkü bir oyuncu için avantajlı üç tane şey vardır; göz teması, karşı taraftan reaksiyon gelebilmesi, yani siz bir şey söyleyeceksiniz o bir şey söyleyecek bu da hem ezberi hem oyunu kolaylaştırıyor. Üçüncüsü de yine etki tepki; bir etki alacaksınız bir tepki göreceksiniz; bu tabii tiyatro sanatını beraber oynanabilir kılan şey. Fakat Christopher karakterimizde göz teması yok, dolayısıyla Emir etki tepkiyi yapamıyor. İkincisi Christopher sen yeşil dediğinde mavi demiyor. O, sen “yeşil” dediğin zaman “250” diyor, bu yüzden ezberlenmesi ve çağrışımı da çok zor. Dediğim gibi göz teması yapamıyor, karakter yere bakarak oynanıyor. Bir karakterde en istemediğimiz şey o. Bu sebeplerden dolayı Christopher’ı canlandırmak ekstra ekstra zor. Emir’i bulduğumuz için çok şanslıyız.

Çok uzun bir süreçti. Selim Bahar castingi yaptı. Yaklaşık iki yıl boyunca birçok genç arkadaşla konuştuk ama Emir’e rolü teslim ettiğimiz için çok mutluyuz.

"Bu teknoloji ile aşağı yukarı tüm duyulara hitap eden üç boyutlu bir yolculuğa çıkıyorsunuz"

Otizm hakkında farkındalık yaratmaktan konuştuk. Bu doğrultuda nisan ayı boyunca “ünlülerle araba içi sohbetler” yapmayı planlıyorsunuz. Bize bu projeden biraz bahsedebilir misiniz?

Süper İyi Günler’in bir özelliği de ana karakterimizin beş kırmızı arabayı yan yana görünce o günün çok iyi geçeceğine inanması. Çünkü Aspergerli bireyler, otizmli bireyler dünyayı renkler ve duyular üzerinden tanımlıyorlar. Bu oyunda Türkiye’de ilk defa çok özel bir teknoloji kullanılıyor. Bu teknoloji ile aşağı yukarı tüm duyulara hitap eden üç boyutlu bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Efektler ile araba yolculuğundan farklı olarak uzaya da gidebiliyorsunuz, trene de binebiliyorsunuz, böyle bir yapısı var oyunun.

Bu oyunda Ford bizim destekçimiz. 5 kırmızı arabamızı da onlar sağlıyor. Bu kırmızı arabayla sokaklarda dolaşıp birazcık otizm farkındalığı yaratacağız ve aynı zamanda da oyunumuzu anlatacağız. Aynı zamanda oyunumuza bilet alan şirketlere, okullara da bu arabayla gidip otizm hakkında farkındalık yaratmaktan yanayız. İlk ziyaretimizi geçtiğimiz hafta Gölcük’teki Ford Otosan’a gerçekleştirdik.

Oyunda çok yeni bir üç boyutlu teknolojinin kullanıldığından ve bunun Türkiye’de bir ilk olduğundan bahsettiniz. Sizin için bu süreç nasıl geçti, bu teknolojiyi kullanmaya nasıl karar verdiniz?

Çok sıkıntılıydı. Dünyanın birçok farklı yerinde ‘Süper İyi Günler’ farklı şekillerde sahneleniyor. Biz İngiltere’de National Theatre’da sahnelenen versiyonunu baz alıyoruz ancak asla taklit etmiyoruz. Bir sürü insanla buluştuk ve yaklaşık bir senedir tasarımımızı Tufan Dağtekin yapıyor. Onunla bütün textin efektleri üzerinde tek tek konuştuk. Sonra Kerim Çetiner girdi devreye, onunla da ışığı konuştuk. Bu proje Türk tiyatrosuna şöyle bir şey de getirdi: ilk önce normalde oyuncular oyuna hazırlanmaya başlar, son dakikada tasarımcılar gelir, işte bir kumaş takar, bir şey yapar falan. Burada ise bir buçuk yıldır tasarlanmış bir projeye oyuncular geldi. Yani bir buçuk yıllık hazırlık süreci oldu bütün efektler üzerinde.

İlginç olan bir başka şey de Tufan Dağtekin’e benim kendimi ifade edememem. Mesela şöyle ifadeler kullandım: “Tır seyircinin üzerine geliyor gibi olsun”. Çok cahilce, çünkü bilmediğim bir jargon var. Ama çok iyi bir şey çıktı ortaya. Beni anlayabilmiş!

Mesela bir şey istediğinizde “bu bizde olmaz, İngiltere’de oluyor olabilir oranın tavan yüksekliği farklıdır” tarzı cevaplarla tek bir kişi hayallerinizi suya düşürebiliyor. Burada tasarımcılar tam tersine hayallerimize hayal kattılar. Bu çok büyük bir şans.

Bu teknoloji çok pahalı, çok zor, 80 metre kare LED kurulum 30 saate yakın sürüyor, bütün bunlar yapımcı olarak benim cefakarlığım. Bunun dışında ekibin bunun bu kadar arkasında durması, destek olması; bu ekibin başarısı.

"Teknik provalar yaklaşık 60 saat sürdü"

Tabii her tiyatro oyununda sahnedekiler kadar sahne arkasındakiler de önemlidir. Ama bu oyunun sahne arkasında ekstra bir efor var diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Sayı olarak da öyle: bizim 12 oyuncumuz var, ama sahne tasarımlarında çalışan 24 kişi var. Sadece bu oyunun teknik provaları yaklaşık 60 saat sürdü. Bir oyunun prömiyer yapması bile normalde 60 saat sürmüyor, biz bu kadar süre sadece ışığın altında durduk. Oyuncularıma da teşekkür etmek istiyorum -belki siz duymamışsınızdır- ama Türk tiyatrosunda şöyle bir jargon vardır: “Abi ben mi oynayacağım barko mu oynayacak?” veya “Ben mi oynayacağım yoksa müzik mi oynayacak?”; böyle reddederler teknik provayı. Burada tam tersine beraber oynandı yani müzik de teknik efektler de katkı olarak girdi oyuna.

Oyunun müziklerini genç nüfus arasında çok popüler olan ‘Son Feci Bisiklet’ yapıyor. Ülkemizde gençlerin tiyatro ile ilişkisi hakkında birçok tartışma var. Böyle bir grup seçmenizin nedeni gençleri de tiyatroya çekmek mi?

Kesinlikle. Bizim 28. sezonunda olan Tiyatrokare’nin şöyle bir özelliği var; birçok yere giden, daha çok orta yaş insanları çeken, belli bir aydın kesimi çeken bir tiyatro. Şimdi Türkiye’de alternatif tiyatro denen bir şey başladı. Ne kadar alternatif oldu tartışılır; bazen sadece mekân alternatif oldu, çünkü alternatif olabilmek için alternatif bir söyleminiz olması gerekir. Tiyatro gettolaştı ve ufak yerlere sığındı. O küçük yerlerde de muhteşem şeyler yapılabiliyor ve gençler kendilerini çok mutlu, kendi evlerinin sıcaklığında tiyatro izliyor gibi hissediyorlar.

Süper İyi Günler de 15- 24 yaş arası grubu da tiyatroya getirecek bir oyun diye düşünüyorum. Bu oyun bizim de seyircimizi gençleştirmemiz için bir hamle. Çok önemsediğimiz bir şey de gençlerimizin bu oyuna aileleriyle gelmeleri. Çünkü çevrelerinde mutlaka Christopher Boone gibi çocuklar var, gençlerin böyle arkadaşları var. Dolayısıyla ailelerin de bu ayırtı yapmalarını istiyoruz.

Eskiden ben Robert Kolej’deyken iki- üç haftada bir çarşamba günleri tiyatroya giderdik. Bizim istediğimiz, okulların bu oyuna gelmeleri, bu farkındalığı yaratmaları. Dolayısıyla gençler de tiyatroya dönsün. Mesela ben çok adı bilinen bir okulda 27 Mart dünya tiyatro günü davetlisiydim. Orada bana soru soran 200 gencin yaklaşık 190 tanesi hiç tiyatroya gitmemiş. İstanbul’un göbeğinde en bilinen okullardan biri, ama böyle bir kültür yok. Biz genç grupta bir farkındalık yaratacağımızı düşünüyoruz.

"Türkiye’de tiyatro yapmak gerçekten çok zor"

Türkiye’de tiyatro yapmak zor mu?

Evet, Türkiye’de tiyatro yapmak gerçekten çok zor. Sadece ekonomik olarak değil, devlet desteği de çok az. Mesela ben aynı zamanda Kanada’da bir oyun yönetiyorum. Oradaki projemin %80’i Kanada devletinin desteğiyle yapılıyor. Bir Türk yönetmenin oraya gitmesini destekliyorlar. Biz Türkiye’deki projelerimizi neredeyse %99.9 seyirci desteğiyle yapıyoruz. Yani Türkiye’de tiyatro yapmanın zor olmasının nedenlerinden biri devlet desteğinin çok az olması.

İkinci sıkıntımız ise salonlardaki altyapı sıkıntısı. Yeni salonlar yapılıyor ama bunlar çok amaçlı, çok kullanıma açık, aynı zamanda çok ciddi bir ayrımcılık da var salon tahsislerinde. Mesela Anadolu’nun birçok kentine gidemeyebiliyorsunuz oyununuzda “yasaklı” diye tabir ettikleri insanlar varsa. “Yasaklı” biri oynuyorsa size salon tahsis etmiyorlar. Tiyatroyu nerede yapacaksınız? Elbet sokakta da yapabilirsiniz ama dekor ve ışık gerekiyorsa salona ihtiyaç duyuyorsunuz.

Üçüncüsü de yerel destek; yani belediyeler. Sosyal demokrat belediyeler tiyatroyu desteklemeyi oyun satın alıp ücretsiz gösterme sanıyorlar. Bu aslında tiyatroyu zedeleyen bir şey. Tabii ki bütün dünyada olduğu gibi belediyeler bir oyunu destekleyebilirler, çok düşük fiyatlara da seyirci ile buluşturabilirler. Yani bilete sponsor olup, kitleyi de genişletebilirler.

Türkiye’de iki başka sıkıntı daha var. Birincisi seyirciye tiyatronun bir ‘event’ olduğunu kabul ettiremememiz. “Tiyatroya gitmek zor bir şeydir, sıkıcı bir şeydir”, böyle bir hava var. İkincisi ise tiyatro ülkenin gündeminde değil. Bunda tabii kendimizi de eleştirmeliyiz “neden gündemde değiliz” diye. Bir İngiliz vatandaşının hayatında tiyatronun yeri varken bir Türk vatandaşın hayatında yeri çok az.

Bir diğer sıkıntı da meslektaşlarımızın tiyatroya yeterince zaman ayırmaması. Tiyatro ile dizi sektörünün tam tersine kardeş olması lazım. Dizi yapan tiyatroda oynamıyor veya zaman bulamıyor, provaya odaklanamıyor. Dolayısıyla böyle zor yıllar geçiriyoruz her anlamda.

Geçen günlerde “Gençler tekrar tiyatroya yöneliyor” şeklinde bir haber üzerinde çok konuşuldu. Sizce Türk halkı, özellikle de gençler tekrar tiyatroya yöneliyor mu?

Bence sormamız gereken hangi gençler tiyatroya geri dönüyor. Evet, beyaz Türk gençleri tiyatroya dönüyor. Eğer ayakkabı boyacısı bir genç, sokakta simit satarak evine para götüren bir genç tiyatroya dönüyorsa o zaman “Gençler tiyatroya dönüyor" diyebiliriz. Şu anda “Kadıköy- Beşiktaş vapur hattının içindeki gençler” tiyatroya dönüyor. Yani bunlar kimdir? İşte üniversite öğrencileri, AB kitle. Ama ben emekçi gençlerin, ben üniversitede harcını zar zor ödeyebilen bir gencin de tiyatroya gelmesini istiyorum. Bu yüzden bence gençler tiyatroya dönüyor diyemeyiz, aksine tiyatromuz içine kapanıyor. 500 oyun var, ama seyircimiz 50 oyun sergilediğimiz yıllardaki gibi 10 kat artmadı. Artmadığı gibi gettolaştık. Yani işte Kadıköy’de bir seyirci var, herkes Kadıköy’de. Ama ben bu işi Elazığ’daki genç de izleyebilsin diye yapıyorum, taksi şoförü de izleyebilsin diye yapıyorum. Böyle olunca, “Hangi gençler?” diye sorgulamak gerekiyor.

Bize biraz Tohum Otizm Vakfı ile olan iş birliğinizi anlatabilir misiniz?

Ben projenin haklarını aldıktan sonra Tohum Otizm Vakfı ile görüştüm. Betül Hanım, yani vakıf başkanıyla ilk telefonda görüştüğümüzde soramamış, ama “İnşallah ‘Süper İyi Günler’dir bahsettiği oyun” diye düşünmüş. Hatta Süper İyi Günler’in MEB tarafından kaynak kitap olarak okutulması konusunda çabaları varmış. Biz görüştüğümüzde birbirimize “Süper İyi Günler” deyip öpüşerek ayrıldık ve 2 yıl boyunca beraber çalıştık. Çalışmalarımızda büyük destekleri oldu, daha da önemlisi “ Tohum zone” koltuklarının gelirleri Tohum Otizm Vakfı’na bağışlanıyor. Biletix de bu konuda çok büyük bir fedakârlık yapıyor komisyon koymayarak biletlere. Böylece otizmli bireylerin eğitimine de destek olunuyor. Bu eğitim birebir olduğu için çok pahalı. Bizim çok ufacık bir katkımızın olması güzel oldu ama onlar maddiden çok manevi olarak farkındalık yaratmamız konusunda yardımımızı istediler. Ben biraz korkulu günler geçirdim çünkü herkese karşı büyük sorumluluğum var ama ben de Christopher Boone karakteri gibi önce kendime yalan söylemeden işin içinden çıkmaya çalıştım.

"Operasyonu çok zor bir oyun"

Oyunu İstanbul dışındaki illerde de sergilemeyi planlıyor musunuz?

Çok yüksek teknoloji kullanıldığı için ve bu teknolojinin taşınması ve kurulması çok zor olduğu için bu oyun Tiyatrokare’nin diğer oyunları gibi her yere gidemiyor. Mesela biz “Ahududu” oyunu ile Diyarbakır’a, Batman’a kadar gidiyoruz, aynı şekilde “Leyla’nın Evi” birçok ilde 9 yılda 900 kere oynandı ama bu oyunun böyle bir şansı yok. İzmir ve Ankara’da da sergilenecek ama diğer illere ancak sponsor bulunursa gidebilecek. Çünkü teknik ekip ile beraber büyük bir kadrosu var ve kurulumu çok uzun sürüyor. Mesela oyun çoğunlukla İstanbul’un Avrupa yakasında oynanacak, Anadolu yakasında oynayacağımız zaman bir gün fazladan salon kiralamamız gerekiyor kurulum için; hazırlığı 36 saat sürüyor. Bu da bir özel tiyatroyu çok aşan bir şey. Operasyonu çok zor bir oyun. Dolayısıyla çok dolaşamayacağız.


Süper İyi Günler'in programına buradan ulaşabilirsiniz