Dünya

Hong Kong 2019 yazı: Çağımızın paradoksu

"2019 yazı protestolarının görüntüleri, protestolara katılan gençlerin anlatımları böyle bir distopik aksiyon filminin atmosferini çağrıştırıyor"

25 Eylül 2019 00:00

Asuman Suner

19. Yüzyıl ortasında üretim odaklı “yerleşim” kolonilerinden farklı biçimde bir “ticaret” kolonisi olarak kurulan Hong Kong’un sömürgecilik tarihinde farklı ve kendine özgü bir konumu vardı. Britanya İmparatorluğu burada daha yumuşak bir yönetim modeli benimsedi. Buna karşılık Hong Kong son tahlilde 150 yıl boyunca toplumsal yapısı ırksal ayrışma ve sömürgeci hiyerarşi etrafında şekillenmiş bir kent, bir sömürge-kent olarak yaşadı. Tıpkı sömürge döneminin kendine has özellikleri gibi, Hong Kong’un sömürge sonrası döneme geçiş süreci de alışılmadık dinamikler üretti. Kent bağımsızlığını kazanmak yerine 1997’de kendisi de önceki sömürgeci güç kadar emperyalist olan bir anavatana iade edildi.[1]

Hong Kong’ta bugün yaşananları anlayabilmek için kentin sömürge tarihinin dinamiklerini hesaba katmak şart. Yine de Hong Kong sadece sömürgecilik ve emperyalizm çerçevesine sığdırılabilecek bir kent değil, bundan çok daha fazlası. Janet Ng, Hong Kong’u tek bir açıklama çerçevesine sığmayan, aynı anda pek çok şey birden olan (Britanya sömürgesi, Çin kenti, ticaret limanı, sömürge-sonrası kent, küresel kent, finans merkezi, dünyanın önde gelen kültür endüstrisi imparatorluğu), kendi paradigmasını yaratmış karmaşık bir mekân ya da “paradigma kent” olarak tanımlıyor.[2]  Buradan yola çıkarak, 2019 yazı Hong Kong’u içinden geçtiğimiz hakikat-sonrası neoliberal dönemin paradokslarını kristalize eden paradigmatik bir çerçeve sunuyor diye düşünebiliriz. Bugün dünyanın farklı yerlerinde “ilginç zamanlarda” yaşama lanetinin ne anlama geldiğini, yaşadığımız zamanların yarattığı tıkanıklık ve açmazları Hong Kong’a bakarak anlamlandırabiliriz.

Hong Kong: Çıkış Yok

Yukarıdaki başlık bana aksiyon ustası Çinli ve Hong Konglu yönetmenlerin hızlı, sofistike, göz alıcı aksiyon sahneleriyle bezeli ve çoğu zaman alttan alta bir o kadar da hüzünlü ve dokunaklı filmlerinin isimlerini hatırlatıyor. Distopik bir aksiyon. Bir John Woo filmi olabilir belki...

2019 yazı protestolarının görüntüleri, protestolara katılan gençlerin anlatımları böyle bir distopik aksiyon filminin atmosferini çağrıştırıyor. İmgeler göz alıcı. Gösterişli gökdelenlerin ışıltılı yüzeyleri önünde, koyu renk giyimli Hong Konglu gençler... yüzlerinde maskeler, başlarında renkli kasklar, akışkan bir hareket halindeler... Diğer yanda, baştan ayağa tam-teçhizat ve koruyucu giysilerle kuşanmış Hong Kong polisi... Havada kimi zaman sarı-kırmızı renklerde bir duman, kimi zaman kesif gri bir pus... Yakın çekimde bazen heyecanlı ve coşkulu, çoğunlukla öfke ve acıyla kasılmış insan yüzleri... Kalabalık, kaos, çarpışma ve bağırışlar... Kimi zaman yağmur altında binlerce rengarenk şemsiyenin yukarıdan çekilmiş görüntüsü, kimi zaman alevlerin yükseldiği sokaklar... Bu görüntülere eşlik eden anlatılarda bir kuşatılmışlık ve çıkışsızlık duygusu ortaya çıkıyor tekrar tekrar.

Haziran ayına, protestoların başlangıç noktasına dönüp kentte iki milyon kişinin sokağa inme nedenlerine bakalım. Rejim muhaliflerinin Çin’de yargılanmasının önünü açan Suçluların İadesi yasa tasarısının Hong Konglularda yarattığı derin endişe duygusunu anlamak zor değil. Yasa önerisi kent halkı için günün birinde kendilerinin ya da yakınlarının Çin’in gerçek ve sanal duvarları ardında geri dönüşsüz şekilde kaybolabileceği anlamını taşıyordu. Bir şehrin nüfusunun neredeyse dörtte birinin sokağa çıkması az şey değil. Hong Kong’un Çin karşısında duyduğu endişe ve huzursuzluğun boyutlarını açığa vuruyor bu rakam.

Nitekim protestocuların anlatımlarında Çin’e karşı derin bir güvensizlik ve korku duygusu öne çıkıyor. Çin yönetimi ahlaken hiçbir biçimde güvenilemeyecek, ancak akıl almaz derecede güçlü bir odak olarak algılanıyor. Hong Konglu gençler özellikle Xi Jinping’in devlet başkanı seçildiği 2012’den bu yana Beijing yönetiminden gelen kendilerine “vatanlarını sevmenin” öğretilmesi ve Hong Kong’un “millileştirilmesi” gerektiği baskısını derinden hissediyorlar. Halen A.B.D. vatandaşı olan sabık Tiananmen aktivisti Chaohua Wang, sömürge sürecinin uzantıları olarak görüldükleri için Beijing yönetiminin perspektifinden Hong Kongluların daima yeterince saf olmayan, yozlaşmış, ıslah edilmesi gereken “ikinci-sınıf” vatandaşlar olarak konumlandırılacağını belirtiyor.[3] Hong Kong’un farklı yöntemlerle hizaya sokulması Beijing açısından doğal bir gereklilik. Gençlerin anlatımlarında kendilerini hedef alan böylesi bir yaklaşım karşısında hem başkaldırı, hem çaresizlik duygusu var. Eylemler sırasında adeta kendilerini feda edercesine mücadeleye giren gençler, protestoların sonunun nereye varacağı sorulduğunda bir kuşatılmışlık duygusuyla konuşuyor. “Hong Konglular kaçınılmaz olana direniyor,” diyor birisi. “Kıyamet saatini birkaç dakika geri almaya çalışıyoruz, yaptığımız yalnızca bu,” diyor bir diğeri. “En azından mücadele etmeden yenilmedik, tarih direndiğimizi yazacak,” diyor bir başkası.[4]

Gençlerin anlatımlarındaki kuşatılmışlık duygusu, Hong Kong’un kendini ıslah etmeye kararlı devasa anavatanı tarafından eninde sonunda teslim alınacağına dair sezgiye dayanıyor elbette. Ve yine elbette, Çin karşısında giriştikleri özgürlük ve demokrasi mücadelesinde onlara destek verecek güçlü bir dayanak arayışına yöneltiyor gençleri. İronik şekilde, sömürge-sonrası dönemde dünyaya gelmiş milenyum kuşağı tarafından Britanya sömürge dönemi sanki bir demokrasi ve özgürlük çağıymışçasına idealize ediliyor çoğunlukla.  1 Temmuz’da parlamento binası işgali sırasında duvarlara “Hong Kong Çin değildir” yazan gençler, ana oturum salonuna Hong Kong Britanya sömürge dönemi bayrağı açabiliyor söz gelimi ya da son sömürge valisi Chris Patten’ı “demokrasi idolü” olarak tanımlayabiliyor. Aynı şekilde Çin üzerinde baskı oluşturmak konusunda A.B.D.’den medet umuyor, Amerikan elçiliği önünde Amerikan bayrakları taşıyarak yaptıkları gösteride “Başkan Trump, Lütfen Hong Kong’u Özgürleştirin” pankartları taşıyabiliyorlar.

Tüm bunlar olurken kentin eski sömürgecisi Britanya, bir yandan diplomatik mesajlarla Çin’e demokrasi dersi vermeye çalışırken, diğer yandan kendisi bir demokrasi krizine sürüklenmiş durumda. Britanya’nın gündemi bir süredir Boris Johnson’ın anlaşmasız Brexit blöfünü dayatmak uğruna, ülkeyi demokrasinin askıya alınması noktasına sürüklemesine kitlenmiş görünüyor. Kenti özgürleştirmesi için ricada bulunulan Donald Trump ise, muhtemelen yalnızca Çin-A.B.D. ticaret savaşında stratejik üstünlük sağlamak için araçsal hale getirilebilecek bir konudan ibaret saydığı Hong Kong’la ancak Tweet’ler üzerinden meşgul olabiliyor. “Başkan Xi’yi çok iyi tanırım. Kendi insanlarına çok değer veren büyük bir liderdir” mealinde mesajlar atıyor ve Xi’nin iyi bir adam olduğunu, Hong Kong sorununu hızla ve insani şekilde çözmek istediğini, bunu da başarabileceğini söylüyor. Son cümlede bir öneri dahi getiriyor: “Kişisel bir toplantı?”[5] Uluslararası haber kanallarında ciddi ciddi Trump’ın “kişisel toplantı” derken ne kastettiği, kimin kiminle buluşmasını önerdiği tartışılıyor. Tarihin kötü bir şakası mı demeli tüm bunlara? Rey Chow’un önemli saptamasını hatırlamamak elde değil:  19. yüzyıldan bu yana Çin’in Batıyla ilişkilerinde “insan hakları” konusu hiçbir zaman Batılıların kendileri için talep ettikleri ayrıcalıklardan bağımsız şekilde gündeme gelmemiş, bu konular her zaman jeopolitik ve ekonomik çıkarların müzakere edildiği masada bir pazarlık malzemesi olmuştur.[6]

Buradan Nereye?

Protestoların dördüncü ayını dolduracağı Eylül sonuna yaklaşırken Hong Kong ekonomisi ciddi kriz sinyalleri veriyor. Protestolar nedeniyle 2019 yazında turizm, perakende ve hizmet sektörlerinin büyük darbe aldığı, kente yıllık turist girişinin Ağustos sonu itibariyle yüzde 40 azalmış olduğu, otellerin doluluk oranının yarıya düştüğü, kent ekonomisine önemli katkı sağlayan uluslararası spor, sanat ve kültür etkinliklerinin art arda iptal edildiği, uluslararası şirketlerin temsilciliklerini Taipei ve Singapur’a taşıma seçeneğini değerlendirdiği, kentin milyar dolarlık sanat ve müzayede piyasasının tedirginlik içinde olduğu konuşuluyor.[7] Süregiden Çin-A.B.D. ticaret savaşının olumsuz etkileriyle zaten sarsılmış bulunan kent ekonomisinde artık alarm zillerinin çaldığı anlaşılıyor. Protestocuların, barışçıl yöntemlerle Beijing yönetiminden ödün koparılamayacağı, ancak kent düzenini sekteye uğratıp ekonomiye zarar vererek sonuç alınabileceğine dair inancı büyüyen kriz karşısında geçerliliğini daha ne kadar sürdürebilir? Özellikle Eylül başında Carrie Lam’in ağzından yapılan Suçluların İadesi yasa önerisinin kesin biçimde geri çekildiğine ilişkin açıklamadan sonra, Beijing yönetiminden böylesine büyük bir ödün alınmışken, gösterilerin hala devam ediyor olması hareketin meşruiyet zeminini aşındırabilir, ekonomik krizin herkesi vurduğu ortamda harekete desteği azaltabilir. Nitekim kentte zaten harekete karşı olan Beijing yanlısı güçlü bir cephe var ve Beijing yanlısı kampla özerklik yanlısı kamp arasındaki kutuplaşma giderek derinleşiyor.

Öte yandan Beijing 1 Ekim’de gerçekleşecek Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 70. yıldönümü kutlamaları öncesi sessiz bir bekleyiş içerisine girmiş gözüküyor.

2019 yazı protestolarının önceki protesto hareketlerinden en belirgin farklarından biri, protestocuların yalnızca kent yönetimiyle değil, doğrudan Beijing yönetimiyle de karşı karşıya gelmesi olmuştu. Hong Kong’taki huzursuzluklar karşısında genellikle suskun kalmayı ve etkisini kent yönetimi üzerinden göstermeyi tercih eden Beijing, bu kez olaylara daha doğrudan müdahil olan bir pozisyona yönelmek durumunda kaldı. Önceki gösterilerde genellikle Hong Kong kent yönetimi binalarını hedef alan protestocuların, 21 Temmuz’da Çin İrtibat Ofisi’ndeki ulusal amblemi tahrip etmeleri ve çeşitli kereler Çin bayrağının yakılması, doğrudan Beijing’i hedef alan ve kabul edilemez saldırılar olarak görüldü. Bu noktadan sonra Beijing küresel bir sosyal medya kampanyası başlatarak Hong Kong’taki göstericileri “ayrılıkçı” olarak nitelemeye, gösterileri eski Sovyet Cumhuriyetleri’ndeki turuncu devrimlerin bir versiyonu olarak tanımlamaya ve anakıtadaki internet kullanıcılarını Hong Kong protestoları aleyhine mobilize etmeye başladı. Aynı şekilde kente askeri olarak gözdağı vermek amacıyla, Çin birliklerinin kentteki garnizonda ve komşu Shenzhen bölgesindeki tatbikat görüntüleri bu dönemde yayınlandı.[8]

Bu tırmanış ve alışılmadık restleşme söylemi, Komünist Parti yöneticilerinin protestocuları “ateşle oynamama” konusunda açıkça uyarması, acaba tam da Tiananmen katliamından 30 yıl sonra Çin gösterilere dramatik bir müdahaleyi yeniden göze alır mı sorusunu akla getiriyor. Ancak çoğu gözlemci bunu ihtimal dahilinde görmüyor. Böylesi bir müdahalenin Çin’in Tayvan’la birleşme planlarına sekte vuracak olması bir yana, Xi’nin kendine en önemli misyon olarak biçtiği küresel liderlik için Çin’in muteber bir alternatif olduğuna dünyayı ikna etme amacına ters düşeceği iddia ediliyor. Bunun yerine, Xi’nin “daha az dramatik” bir strateji izleyerek Hong Kong’un özerk yapısını yavaş yavaş yok etmeyi seçeceği öngörüsü ağırlık kazanıyor.[9] Mao’dan sonra en güçlü Çinli lider kabul edilen ve devlet başkanlığı süresini iki dönem ve toplam on yılla sınırlayan düzenlemeyi kaldırarak kendisi için ömür boyu başkanlığın önünü açmış bulunan Xi’nin en önemli projesi, İkinci Dünya Savaşı ama esas olarak da Soğuk Savaş sonrası dönem boyunca dünyaya egemen olan Batı önderliğindeki küreselleşme vizyonunun yerine,  Çin önderliğinde yeni bir küreselleşme vizyonu koymak.[10] Söyleminde zaman zaman yer verdiği “Çin Rüyası” kavramının temel unsuru bu. Böyle bakıldığında Beijing yönetimi açısından Hong Kong’un özerkliğini yavaş yavaş ortadan kaldırma stratejisi daha akla yakın gözüküyor.

İlginç Zamanlar

Amerikan Rüyası karşısında Çin Rüyası, Britanya sömürgeciliği karşısında Çin hegemonyası, Batı önderliğinde “liberal” küreselleşme karşısında, Çin önderliğinde “illiberal” küreselleşme, otoriter devlet kapitalizmi karşısında otokrasiye kayan neoliberal kapitalizm... İçinde yaşadığımız tuhaf zamanlarda bu seçenekler tarafından kuşatılmışken, bir tıkanıklık ve çıkışsızlık duygusuna kapılmamak elde değil. 2019 yazı Hong Kong protestoları içinde yaşadığımız “ilginç zamanların” paradokslarına ışık tutuyor pek çok yönüyle.

Çin-Hong Kong konfigürasyonunun baştan itibaren “istikrarsızlık yaratma potansiyeli” taşıdığını söylemek mümkün. Devlet kapitalizmi modeli çerçevesinde örgütlenmiş Çin ulus-devleti içerisinde, yarı özerk statüde liberal piyasa ekonomisi adacığı olarak Hong Kong zaten sürdürülmesi zor bir modelken bugün artık patlama noktasına gelmiş görünüyor.[11] Ne var ki patlama noktasının eşiğinde olan yalnızca Hong Kong da değil gibi .


[1] Rey Chow, Ethics After Idealism: Theory, Culture, Ethnicity, Reading. Bloomington; Indiana University Press, 1998, s. 151.

[2] Janet Ng, Paradigm City: Space, Culture and Capitalism in Hong Kong, Albany: SUNY Press, 2009, s.1.

[3] Chaohua Wang, “Hong Kong v. Beijing”, London Review of Books 41 (16), 15 Ağustos 2019.

[4] Megan Stack, “Bravery and Nihilism on the Streets of Hong Kong” New Yorker, 31 Ağustos 2019.

[5] https://twitter.com/realdonaldtrump/status/1161774305895694336?lang=en

[6] Rey Chow “Violence in the Other Country: China as Crisis, Spectacle, and Woman,” Chandra Talpade Mohanty, Ann Russo, Laurdes Torres (der.) Third World Women and the Politics of Feminism içinde. Bloomington: Indiana University Press, 1991, s. 85.

[7] Jerome Taylor, “Event Cancellations Mount in Protest-Wracked Hong Kong”, Hong Kong Free Press, 14 Eylül 2019. Barbara Pollock, “As Protests Grip Hong Kong, Art Industry Watches and Waits, Nervously”, ARTNEWS, 26 Ağustos 2019.

[8] Evan Osnos, “China’s Hong Kong Dilemma”, New Yorker, 2 Eylül 2019.

[9] Evan Osnos, “China’s Hong Kong Dilemma”, New Yorker, 2 Eylül 2019.

[10] Au Loong Yu ve Kevin Lin (mülakat), “The Rebellion in Hong Kong Is Intensifying”, JACOBIN, 1 Ağustos 2019.

[11] Kevin Lin, “Four Points on the Hong Kong Protests,” Jacobin, 4 Eylül 2019.